-Kardeşlerim, yoldaşlarım; dinleyin! Gün artık isyan günüdür ve bizler bu duruma kayıtsız kalamayız…
Alnındaki damarlarını yerlerinden çıkartırcasına bağıran ve yüzünü “devrimin sönmez ateşi” ile kızıla boyayan adam sözlerini böyle toparlıyordu. Ardından kendisinin mükemmel birer kopyalarından oluşan kalabalık onunla beraber püskürüyordu gökyüzüne. Öyle bir kalabalıktı ki dişi ve erkek bireyler hem birbirlerinden bu kadar uzak ve yabancı hem de birbirlerine bu kadar benzerdi. Az önce tiz sesi ile kulakları parçalayan kadın şimdi elini gökyüzüne sallayan iri yarı bir adam olmuştu. Bastonunu yere vuran yaşlı çınar bir anda çalan marşa avazı çıktığı kadar eşlik eden bir gence dönüşmüştü.
-Bizler bu devrimi ellerimizle gerçekleştirdik ve yine bizler bu devrimi beraber yaşatacağız. Aramıza girmeye çalışacak olanlara yine beraber karşı koyacağız. Bizler ne yapacağız?
-Direneceğiz!
Çevredeki evlerin camları sanki bir jet geçmiş gibi titremişti. Pek tabii bu da bir olasılıktı, çünkü daha bir kaç gün önce dış güçlere karşı savaş ilan edilmiş ve birçok genç askerlik şubelerinin önünde uzun kuyruklar oluşturmaya başlamıştı. Tank paletleri altında ezilen sokaklar zamanında bizim tarafımızdan yapılmıştı -değil mi?- ve yine bizim tarafımızdan düzenlenecekti. Bizim can sağlığımız için gökyüzünü koruyan “uçan kaleler”i biz yapmıştık ve biz uçuruyorduk. Devrimizi yıkmak isteyecek olan her vatan hainini ise yine biz, bizim mermilerimiz ile vurulacaktı. Rengin, dilin, yaşın, cinsiyetin önemli değildi artık; artık önemli olan bizle beraber savaşıp savaşmadığındı.
-Hepimiz aynı yolu yürüdük ve gerekirse aynı kurşun ile öleceğiz!
Meydan son bir kez daha inlemiş ve kalabalık marşlar eşliğinde dağılmaya başlamıştı.
-Televizyonlarını yeni açan izleyicilerimiz için Baba’mızın konuşmasını tekrar vereceğiz. Şimdi reklamlar…
-Bunlar da bozdu. dedi yaşlı ses.
Kendisiyle yaşıt gibi duran gözlük ve bastonu ile her an toprak olmaya hazır bir görünüş sergiliyordu. Döküntü odanın küflü duvar kâğıtları, tozlu kitaplığı ve üzerinde oturduğu pasaklı kanepe ile kusursuz bir takım oluşturuyordu.
-Bak bizim zamanımızda böyle değildi mesela bak…
Ucuz plastikten takma dişlerini şapırdatarak derin bir nefes aldı.
-Bizim bir Demir Yumruk vardı, adamı mum gibi yapardı!
Sesi pencereli mezarında dalga dalga yayılmış ve diğer aile bireylerine ulaşmıştı. Fakat hiç biri onu dinliyora benzemiyordu.
-Peki şimdi? dedi genç ses, yeni yeni çıkmaya başlayan sakalını sıvazlarken.
Ses yine odanın içerisinde yayılmıştı ve herkes tarafından duyulmuştu. Ama yine tepki veren yoktu.
Odanın orta yaşlı nüfusu sorunun cevabını biliyordu aslında, çünkü hepsi bunu seyrek sakallının yaşındayken görmüştü.
Sıcak bir yaz gecesi başlamıştı her şey. İlk kurşun atıldığında olay sıradan bir terör vakası -bir terör vakası ne kadar sıradan olabilirse- olarak gösterilmişti. Doğal bir refleks olarak bir çok kişi olaya cephe almıştı ama genç kuşak olayın farkındaydı.
Onlarda biraz şaşkındılar aslında. Tarihin görebileceği en asosyal ve apolitik gençlik farkında olmadan örgütlenmiş ve tek yumruk haline gelmişti.
Olaylar hızla büyümüş ve bu devrim ateşi her yeri sarmıştı. Sonuç ise bu emeği karşılamayı başarmıştı. Artık “Devrim” vardı.
Çok uzun sürmemişti Devrim. Tarih yine bir tekerlek gibi dönmüş ve gücün insanları nasıl değiştirebileceğini göstermişti.
-Biletler hazır. Akşam ilk uçakla Muz Cumhuriyeti’ne gidiyoruz.
Merhabalar.
Hikâyeniz ilgi çekici ve güzel ama olaylar biraz daha birbirine bağlı olsaymış ve hikâye biraz daha uzun olsaymış keşke. Yine de emeğinize sağlık.