Öykü

Doğal İntikam

Günlerdir yazıp yazıp siliyorum. Giriş cümlesi mahiyetinde yazdığım bir cümlenin sonuna koyduğum nokta gibi kalakalıyorum. İmleç bir görünüyor bir kayboluyor. “Hadi devam et.” der gibi. Olmuyor. Yazamıyorum. Zihnim hiçbir kurguya gelişme ve sonuç ekleyemiyor. Devam edemedikçe geriliyorum. “Olmuyorsa olmuyor bırak.” diyemiyorum. Biliyorum söz dinletemem. Başladı mı illa sonu gelmeli. Belki de yanlış soru etrafında dönüp duruyorum. Ne yazacağım değil, neden yazamıyorum? sorusuna odaklanmalıyım. Buna cevap bulabilirsem, onu ortadan kaldırabilirsem zihnimin derinliklerinde sıkışmış olan bir kurgunun kâğıda dökülmesine yardımcı olabilirim.

Peki, o zaman neden yazamıyorum? Biraz yorgunum. Bebeğim diş çıkarıyor ve geceleri uyutmuyor. Gündüz uykusu da azaldı. Evet, evet yorgunum. Aklıma ilk gelen cevap bu oluyor. Fakat hani yazmak beni iyileştiriyordu, dinlendiriyordu. Klavyenin tıkır tıkır sesi, kelimeler, cümleler… bilinçaltımı açığa çıkarma aracımdı. O zaman yorgunluğu bir kenara bırakmalıyım. Klavyenin başına geçmek için sessizlikte biraz dinlenebilirim. Hem o zaman bu sessizlikte birkaç kurgu kapımı çalabilir.

Deniyorum. Oluyor gibi. Aklıma gelen giriş cümlelerini sıralıyorum. “ Daha kötü ne yaşayabilirdik ki? Yaşanan her felaketten sonra aklımızda kalan tek soruydu.” Devam ettiremiyorum. Boyumu aşan dev bir dalga hızlıca gelip siliyor tüm yazdıklarımı. Başka birini deniyorum. “Deniz insanlığa olan öfkesini bugün kusuyordu. Öfkeli dalgalar tüm şehri yutacak kadar iştahlıydı.” Korkunç. Çok korkunç. Oldum olası denizler korkutucu gelmiştir zaten. Uçsuz bucaksız oluşu, derinliği, içinde yaşayan canlıları. Gündüz bir nebze de gece karanlıkta hiç seyredemem. Eğer dalgalıysa ve kıyıya çarpan dalgalar yükselip yola taşıyorsa değil yoldan yürümek, dışarı bile çıkmayabilirim.

Çocukluğum Karadeniz’e kıyısı olan küçük bir kasabada geçti. Karadeniz’in hırçın dalgalarına ta o zamanlardan şahidim. Kaç kere kıyı şeridindeki setler, yollar göçtü. Dalga yolda yürüyen kaç insanı içine çekti. Sayamıyorum. Aklıma geliyor fakat kelimeleri bir araya getirip cümle kuramıyorum. Denizde kaybolmak, çırpınarak can çekişmek, boğulmak bir daha bulunamamak ölümün en acı şekli gibi geliyor. Şimdi tüm bu yaşanan travmaları birer küçük olaymış gibi rafa kaldırıp okyanusları kabartacağım. Aklım almıyor, ama yazıyorum.

Dünyanın gizli bir felaketin eşiğinde olduğunu fısıldayacağım. Bilim insanlarının tüm uyarılarına rağmen nefis düşkünü insanlığın küresel bir felakete engel olamadığından bahsedeceğim. Okyanusun doğal ritminin bozulduğunu eklerken, nehrin suyunun hiç olmadığı kadar kara sularına taştığını, kıyıdaki evlerin birer birer kaybolduğunu, deniz ile kara arasındaki sınırın giderek belirsizleştiğini, şehirlerin, nehirlerin, limanların suyun altında kaybolduğunu ve insanlar felaketi fark ettiklerinde geri dönüş için hiçbir yolun kalmadığını sıralayacağım. Yazdıklarım yüzümde oluşan endişe çizgilerimi belirginleştirecek. Bırakmaya çalıştığım tırnak yeme huyum yeniden hortlayacak. Bacaklarımı ritimsiz bir şekilde salladığımı fark etmeyeceğim. Tüm bunlara rağmen kelimelerle aramın ısınmasını fırsat bilerek “hikâye bu ya” deyip, doğayı hoyratça kullanan insanlara öfkemi uydurduğum kurgusallıkla kusacağım. Yapabilir miyim, bilemiyorum? Sadece deniyorum. Doğanın da alacaklı olacağını düşünmeden hoyratça davranan insanları düşündükçe, yazmak bir borç gibi geliyor. Devam ediyorum.

Birkaç cümle önce yazdıklarım sadece bir fragman, küçük bir giriş. Yaşanacak felaketlerin sessiz bir habercisi. İnsanlık tarafından ritmi bozulan okyanus karanlık bir uyanışa hazırlanmaktadır. Denizlerin karanlık derinlikleri yıllar önce kendilerine ait olanları geri almak üzere hareket etmektedir. Uzun yıllardır denizin altında gizlenmiş eski deniz canlıları korkunç yüzlerini göstermek için suların tamamen toprakla birleşmesini beklemektedir. Suların bu yükselişi artık sıradan sayılabilecek bir felaket değildir. Bu doğal bir intikamdır. Dağın, taşın, toprağın, yer altının intikamından sonra sıra sulara gelmiştir.

Küresel ısınma buzulların erimesine ve denizlerin yükselmesine sebep olmakla kalmamış suların altındaki eski kaybolmuş uygarlıkların sırlarını da uyandırmıştır. Okyanus, bir tür “toprak” edinmektedir. Bir zamanlar yeryüzüne hükmetmiş antik deniz yaratıkları, modern dünyaya doğru yükselen dalgalarla geri dönmektedir. İnsanlardan hesap sormaya, intikam almaya ant içmiştir.

İnsanlar yaşananların ve yaşanacak olanların farkında değildir. Çığlık çığlığa dağlara, tepelere suyun erişemeyeceğini düşündükleri yerlere kaçmaya çalışmaktadır. Fakat suyun içinde barındırdığı öfke o kadar güçlüdür ki, kaçmak mümkün değildir. Öfkeli dalgaların boyu dağları aşmaktadır. Kaçmaya çalışan insanları dalgalar içine hapsedip, antik yaratıkların karşısına çıkarmaktadır. Tüm bunlar saniyeler içinde olmakta, düşünmeye, karar vermeye fırsat kalmamaktadır. Ne yaratığın karşısına çıkan yaşadıklarını anlatmak için geri dönebilmekte ne de kaçışanlar ne yaşayacağını kestirebilmektedir.

Toprağa hükmeden akıntının hızı, dünyanın gizli bir felaketin içinde olması, okyanusun bozulan ritmi, küresel ısınma, deniz ile kara sınırının giderek belirsizleşmesi, kaybolan şehirler, hesap sorma, intikam, deniz altı antik yaratıklar… Yazılanlar beni de içine almış götürürken bir ses geliyor yan odadan. Bebeğim ağlıyor. Belki de korkuyor. Gidiyorum. Yazılanların gerçek olmadığına inandırmaya. Dünyanın hala yaşanabilir bir yer olduğunu anlatmaya gidiyorum.

Gülden Bulut

Gülden BULUT, Hacettepe Üniversitesi Felsefe Bölümü mezunu. Yaklaşık on yıldır felsefe grubu öğretmenliği yapıyor. Eskişehir Anadolu Üniversitesi’nde Edebiyat üzerine yüksek lisansını tamamladı. Çeşitli dergilerde yayımlanan öykülerinin yanı sıra edebiyat yarışmalarında da öyküleriyle dereceler aldı. Felsefe ve edebiyat üzerine okumalar yapmayı, ikisinin harmanladığı konuları öykülerine aktarmayı seviyor.

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *