Öykü

Doğru Zamanın Cesetleri

Gizli mezhep tarafından öldürüldüğümde otuz üç yaşındaydım. Ah! Durun bir dakika! Yanlış oldu sanırım. Eğer öldürülseydim bu satırları kaleme alamazdım. Hafızam beni yanılttı. En iyisi yaşananları tekrar anlatmak. Anlatırken öğrenirmiş insan. Belki ben de hatıralarımı öğrenmiş olurum.

Her şey bir sokakta kendi halimde yürürken başladı. Bir kedi, iki kedi, üç kedi… Hızlı ve küçük adımlar. Kısa bacaklarımda hissettiğim yorgunluk. Uzaktan görünen ahşap evimin ölmeye hazırlanan duvarları. Önüme çıkan bir broşür ve üzerindeki soluk harfler: UBOR METENGA!

Broşürü buluşumla birlikte içine düştüğüm derin araştırmalar beni evimin dibindeki sığınakta otuz yıl geçirmeye sürükledi. O yüzden siz siz olun, yerde bir kağıt gördüğünüzde yazılanları okurken dikkatli olun.

Bir bahçe kapısı, iki çimenli yol, üç salon… Evin içinde ben ve köpeğim Heyula. Aklımda o harfler: U, B, O, R. Sanki, diyorum içimden, bunu daha önce bir yerlerde duymuştum. Sonra aklımda patlayan ampullerin parıltısı sönmeden ansiklopedilerimin U harfi için olan cildini alıyorum elime. Üç kere çeviriyorum elimde kitabı: Eski bir alışkanlık.

Tuhaf’tan Umman’a kadar olan kelimeleri kapsayan sayfalar arasında UBOR’ u buluyorum. Diğer başlıkların aksine sadece ilk harfi değil, bütünü büyük harfle yazılmış. Tanım kısmında şunları okuyorum: “Zamanın ruhunu kavramış bir avuç insan tarafından Metenga kasabasında gizlice kurulmuş bir mezhep. Şimdilerde varlığını sürdürüp sürdürmediği hususu meçhul olmakla birlikte hiç umulmadık yerlerde isimlerine rastlanılmaktadır.”

İçeri girdiğimde saat altıyı gösteriyordu. Henüz hava kararmamıştı. Çok yürümüştüm. Fazlaca adım atmak zorunda kalmıştım. Yatağıma uzanıp gözlerimi kapadım. Karanlık beynimin içine dolduğu anda artık her şeyin farklı olduğunun farkına vardım. Kelimeler beyin kıvrımlarımın arasında uçuşuyordu. Bana ait değildi hiçbirisi. Bir yerlerden uçup gelmişlerdi, belki Metenga denilen o kasabadan.

Gözlerimi açıp ayağa kalktım. Heyecandan yerimde duramıyordum. Biraz önce yaşananlar hayatımdaki hiçbir deneyimle kıyaslanamazdı. Acaba yine gözlerimi kapatsam aynısı olacak mıydı? Ama yok. İçimdeki derin coşkuya rağmen cesaret edemiyordum. Evin içinde volta atmaya başlamıştım. Kısa süreli karanlıkta UBOR mezhebine dair bölük pörçük bilgiler zihnime yuvalanmıştı. Onları yakalayabiliyordum. Ama çok çabuk soluklaşıyorlardı. Yazmak zorunda hissettim kendimi. Sait Faik’in bahsettiği o meşhur anın içerisindeydim. “Yazmasaydım çıldıracaktım!”

Kalemi elime aldığımda bir rahatlama hissettim. En sevdiğim tükenmez kalemdi bu. Kağıdın üzerinde dans eden harfler çoğaldıkça çoğaldı. UBOR mezhebinin nasıl kurulduğunu anlatıyordum.

Çok uzun uzun zaman önce kurulmuştu, insanlar günlerini daha yavaş doldururken. Kurucusu gözlerimin önündeydi. Devasa sakalı dizlerine kadar uzanıyordu. Üzerine beyaz bir manto geçirmişti. Belki bir cübbeyi tercih etse konsepte daha uygun olurdu.

Uzun sakallı, zamanla ilgili bir sırra vakıf olmuş ve bu neviden bir hâle sahip birçokları gibi o da kendisine müritler aramaya koyulmuştu. Bulmuştu da. Ertesi sabah kapısında hayatında bir heyecan arayan binlercesi kuyruk olmuştu. Ama bu kadar çok kişiye öğretemezdi. Arka kapıdan kaçtı. İçeri giren adaylar onun erdiğini, havaya karıştığını, evrenle bütünleştiğini yaydılar. Oysa beyaz mantolu adam saklana saklana bir sahil kenarına varmış ve orada kendisine küçük bir baraka inşa etmişti. Orada bekleyecekti. Kimseye haber vermeden.

İşte zihnimde beliren kuruluş sahnesi buydu. Baraka. İlk ev. Sırrın mabedi. Baraka gözlerimin önüne geldi mi zamanın bükülüşünü hissediyordum. Hatıraların biçimsizleşmesini.

Bu görü, en acı veren deneyimime bir kapı açtı: Çok önceleri kilitleyip arkasına koltuklar yığdığım bir kapı. Gıcırdadı ve arkasında ışık belirdi. Gözleri yakan, zihni tırmalayan bir ışık.

İlk aşık olduğum yaratık. Onun yüzü. Saçlarından aşağı akan binlerce yılan. Gözlerinden düşüp taş adamlara dönüşen damlalar. Bıraktığım gibiydi. Ya da kaçıp gittiğim, ne bileyim.

Aynı sınıftaydık. Ondan başka hiçbir şey yer etmez olmuştu aklımda. Ve hayatımı mahveden planları yapmaya işte o zaman başladım. Her insan gibi olasılıkların çukuruna düşüverdim. Onunla ilgili her şey zehirdi. Bir an önce konuşmalıydım. Ama doğru zamanı bekliyordum: Bir heyulayı.

Her ayrıntısını tasarlarsın. Kusursuz olsun istersin. En uygun mekânı beklersin ve en doğru zamanı. Aslında tümüyle bir kandırmacadan ibarettir olan biten. Tekrar tekrar, defalarca kendine aptal muamelesi yaptığın çıldırtan bir döngüdür. Doğru zaman bir türlü gelmez, çünkü hiç var olmamıştır. Sadece cesetler görürsün; doğru zamanı bekleyen soluk iskeletler.

Okul bittiğinde çekti gitti. Bütün herkes gibi… Belki memleketine. Bir daha hiç karşılaşmadık.

İşte böyle bitti sözde aşk hikayesi.

Hatıralarımın keskin dişlerinden kurtulmak için tekrar gizli mezhebi yazma işine döndüm. İşte yine her şey gözümün önündeydi. Baraka, beyaz mantolu adam, sahil ve deniz…

Barakanın etrafında bir tür sinek vızıldaması vardı. İlahi bir işaret gibi. Eski bir bilimkurgu filminde bir primat türünün başka bir evreye geçmesine şahitlik eden havayı hissedebiliyordum. Barakadan Kubrickvari bir enerji yayılıyordu.

Barakanın yanına ilk evi inşa eden oradan geçmekte olan bir derviş oldu. Barakayı bir tür dergah zannetmiş ve içerideki zata tabi olabilmek umuduyla kerpiçten binayı konduruvermişti oracığa. Sonra beyaz yakalı olmaktan sıkılmış birisi gelip yeni hayatının afili sığınağını biraz ötede yonttu. Tek parça ahşaptan bir sanat eseriydi. Meğer bu şehir kaçkınında ne marifetler varmış, dedirtecek cinsten.

Günler birer dalga gibi kıyıya vurdukça evler arttı. Baraka hepsinin ortasında bir tapınağa dönüştü. Böylece bir kasaba çıktı ortaya: METENGA!

Beyaz mantolu, uzun sakallı adam aylar sonra dışarı çıktığında etrafındaki kasabayı fark etti. Herkesi meydana topladı. Onlara büyük sırrı açıkladı tek tek. Ama önce hepsini bir sınavdan geçiriyordu. Başaran barakanın içine alınıyor ve ilahi sırra mazhar olup U makamına erişiyordu. Kendisi R mertebesinde olan uzun sakallı eline aldığı tükenmez kalemle çömezleri kutsuyordu.

Mezhebin ortaya çıkış hikayesi tamı tamına dokuz bin dokuz yüz doksan dokuz sayfa tutmuştu. Her şeyi yazmıştım. Uzun sakallının zamanı yudumlarken etrafa dökmesiyle oluşan başka bir evreni tüm ayrıntılarıyla anlatıyordum. Bütün evrenlerin bir barakanın etrafında doğduğu gerçeğini ispat eden bir matematiksel denklemi aynen kağıda geçirmiştim. Matematiğim o kadar kuvvetli değildir ama görüyordum. Önümdeydi. Üstelik anlıyordum da.

Tüm bunları yazmak için evin altındaki sığınağa inmiştim. Çünkü daha en başından tehlikeli bir işe bulaştığımın farkındaydım. Sakallının çömezlerinden arta kalanlar ya da kendisi bu hikayeyi anlattığım için beni cezalandıracaktı. Ama yazmak zorundaydım. Beynimdeki binlerce kıvılcımdan ancak bu şekilde kurtulabilirdim. Yazdım.

Metenga kasabasının dışarıdan gelen ziyaretçilerin gözüne görünmediği gerçeğini, mezhebin müdavimlerinin dünyayı parmaklarında oynattığı hakikatini ve de zamanı büken UBOR öğretisinin insanları kaygısız bir cennete doğru götürüşünü anlattım.

Harfler sığınağın dört bir yanına yığıldı. Sayfalar bir çete tarafından taranmış bir depodaki ölüler gibi etrafa saçıldı. Her yanımda kendi cümlelerim vardı. UBOR’un beynime işlediği tarih, ciltlerce kitap olacak vaziyete geliyordu. Mecburi yazarlık serüvenimin çok verimli geçtiği söylenebilirdi.

Önce günleri saydım, sonra ayları ve yılları. Nihayet nöronlarım arasındaki bütün kıvılcımlar harfe dönüştüğünde ve rahatladığımda tam otuz sene geçmişti. Yukarı çıktım ve aynaya baktım. Aynı adam olduğumu gördüm. Zerre yaşlanma belirtisi yoktu. Bunca zaman beni zehirlemeye yetmemişti. O halde UBOR’un sadece tarihini yazmakla kalmamış belki öğretisini de özümsemiş olmalıydım. Zamanı büken şeytanlar arasına bu şekilde izinsiz girişimin tek bir bedeli olduğunun bilincindeydim: Ölüm!

Beklemeye başladım. Günler uzadı. Mevsimler kokusunu pencereden içeriye uzattı. Beklemeye devam ettim. Sonra hissettim. Artık zamanımın sonu gelmek üzereydi.

Yazdığım her şeyi sığınağa kilitlemiştim. UBOR mezhebinin evimin altında bir sığınak olduğunu bildiğini zannetmiyordum. Kaleme aldığım satırları onlar değil binlerce yıl sonra başkaları bulacaktı. Böylece onlar da mezhebin sırrını ve etraflarındaki dünyaya olan etkisini öğreneceklerdi. Üstelik uzay çağında olacakları için bu hakikat onları şaşırtmayacak ve onu benim yaptığımdan daha ustaca ele alacaklardı. Onlara güveniyordum.

Son gün pencereden dışarıya baktım. Sislerin içinde Metenga ahalisinin bahçeme doluşmuş olduğunu gördüm. Soluk hayaletler gibi çimenlerin, duvarın üzerinde dikiliyorlardı. Sokağa da taşıyorlardı. Hepsi put gibiydi. Bir sinek vızıldaması dışında herhangi bir ses duyulmuyordu.

Derken gök gürüldedi. Metengalıların arasında bir yaratık hareket etmeye başladı. Uzun sakalı beyaz montunun fermuarına sürtüyor, dişleri dakikaları çiğniyor, gözleri evreni yutuyordu. Doğruca benim kapıma doğru yol aldığını anladım. Yapacak bir şey kalmamıştı. Ben de olacakları kabullenip mezhebin kurucusunu beklerken kendime çay demledim. Kapı açıldı ve sakallı içeriye daldı. Tüm heybetiyle içeri doğru birkaç adım attı. Rüzgar kapıyı çarparak kapattı.

Çayımdan son bir yudum alıp gülümsedim. Sakallı, silahını kaldırıp üç kez ateşledi. Bir kalbe, iki ses tellerine ve üç beyne. Sonra karanlık çöktü.

Her yer doğru zamanın cesetleriyle dolu. Dakikalardan yapılma kurşunların dağıttığı beyinlerin parçacıkları etrafa saçılmış. Saniyelerin tıkadığı damarlardan akamıyor kan. Durdurulamaz bir virüs gibi vücutlara nüfuz ediyor akrep ve yelkovan.

Gözlerimi açtım. Ölmüş olmalıydım. Peki bu projektör gibi gözlerimi alan ışıklar neydi? Bir de şu komik kostümleri olan insanlar neden öylece bana bakıyorlardı?

Kalabalık aralandı. Bir film yönetmeni olduğunu anladığım birisi gelip başıma dikildi. Bir sanat eserini inceler gibi öylece durdu bir süre.

“Çok gerçekçi bir sahne oldu.” dedi. “Adam sahiden öldü.”

Mümin Can

Mümin Can 89’un Mayıs’ında Kahramanmaraş’ın bir köyünde dünyaya geldi. Aslen Karamanlı olup şu günlerde eğitim uğruna Ankara’da takılmakta ve Kimya Mühendisliği bölümünü bitirmeye çabalamaktadır. Öyküler, şiirler yazmaya uğraşır, rock’n roll dinler, film izler, futbolla alâkadardır. Değişik coğrafyalardan bahseden, insanı hayal gücünün rıhtımından alıp düşlerin fırtınalı denizinde maceradan maceraya koşturan kitapları sever, sayar.

Doğru Zamanın Cesetleri” için 4 Yorum Var

  1. Merhaba,
    Sanırım bu ay öykücüler çok çalışmış. Sizin de seçkide okuduğum en güzel öykünüz bu oldu. Öykünün başlığı dışında her şeyini beğendim.
    Giriş ve final, kurgu çok başarılı. Temayı kesinlikle çok yaratıcı kullanmışsınız.
    ” Uzun sakallının zamanı yudumlarken etrafa dökmesiyle oluşan başka bir evreni tüm ayrıntılarıyla anlatıyordum.” Müthiş bir buluş. Çok beğendiğim yerlerden sadece biriydi bu ifade.
    Beyaz Mantolu Adam” yine Oğuz Atay’ın aynı kitaptaki bir öyküsü. Sanırım burada ona gönderme yaptınız. Güzel olmuş.
    Çok beğendim, tekrar okuyacağım kesinlikle.
    Kaleminize kuvvet.

  2. Eline sağlık güzel bir öyküydü. Benim tek takıldığım şey ölümün kurşunlarla olması oldu; sanki öykünün içinde biraz eğreti, yapay durmuş.

    Sonraki seçkilerde görüşmek üzere…

  3. Bana göre de en güzel öykünüzdü, tabii okuduklarım arasında. Farklı zamanları kullanmışsınız, hoşuma gitmeyen tek şey buydu sanırım. Metin özellikle sonlara doğru oldukça canlıydı, işlenişi, finali, üslubu her şey yerli yerindeydi. Eski ve yeni harmanlanmış ortaya enteresan bir ortam çıkarılmış, bu da etkiyi artırmıştı fikrimce. Sonunu da çok beğendiğimi söylemeliyim. Ellerinize sağlık diyerek gelecek seçkilerde de görüşebilmeyi umuyorum.

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *