I. KISIM: HATIRA
“Hey! Işıkları kim kapattı?” diye haykırdım hiddetli bir sesle. Bu seferki yankı daha yüksekti, sanki cevap vermeye çalışıyordu.
Yazıma neden buradan başladım bilmiyorum. Gerçi eninde sonunda bir yerden başlamak zorunda kalacaktım. Sanırım başı olmayan bir olaya neresinden başlarsam başlayayım, en nihayetinde bölük pörçük olacak diye düşündüm. Yine de başı olmayan bir olayı nasıl bölebilirim, bilmiyorum…
Hafızamı biraz daha yokladım. Faydası olmadı. Film şeridi hızlandırılmış modda geçiyordu gözümün önünden. “Hey sen, şişman budala! Koltuğunda sızıp kalmadan, biranı yudumlamayı kesip şu kumandaya bir el at!” dedim, ardından da birkaç küfür savurup homurdana homurdana yere oturdum. Hani bir şey olacağından da değil, yalnızlığımı ve öfkemi çıkartmaya çalışıyordum. Ama bir şey oluverdi işte o an; kareler yavaşlamaya ve olgunlaşmaya başladı. Sesimi duyan galibiyetinin kahkahalarıyla bulutlarda oturan tanrı mı yoksa karanlığın ardından göremediğim şişman televizyon izleyicisi mi bilmiyorum. Hatta beki ikisi de aynı kişidir. İşte şimdi yazıya neden buradan başladığımı anladım. Daha öncesinde dur durak bilmeden ettiğim küfürler bana yazıya dökülmek için pek cazip gelmemişti anlaşılan.
Hatıralarımdan fışkıran kareler artık büyük boy duvar kağıdı gibi karanlığa iyice dağılmıştı. Bir anda duyduğum heyecanla yerdeki, kimin bıraktığını bilmediğim not defterini ve kalemi alarak sadece bedenime vuran soluk ışıkta yazıma devam ettim. Daha doğrusu ediyorum, yani şuan ediyorum…
Olayın başını hatırlamak için değil de yazabilmek için duyduğum o derin şehvet, ayağa kalkıp anı çerçevelerimin arasında gezinecek gücü bulmama yardım ediyordu anlaşılan. Koca hiçliğin derin sessizliğini ayağıma takılı olan zincirin tıkırtısı bozuyor. Burada kendimden başka şeylerin de sesini duymak beni azıcık da olsa rahatlatıyor. Hmm, aslında şuan bunun biraz da korkunç olduğu kanaâtindeyim.
Her neyse, bir süre dolaştıktan sonra en eski tarihli resmi buldum. Oldukça yakışıklı, uzun boylu, sarışın bir delikanlı aynadan kendisine bakıyor. Gerçi yüzündeki derin çizgiler onu bu sulardan yıllar önce geçirmiş gibi, ancak kimse şahsi fikrime karışamayacağından o bir “delikanlı” diyorum. İtirazı olan varsa söylesin.
Bu görüntü kafamın içinde az buçuk hareketlenmeye sebep olsa da görüntüler çabuk buharlaşıyordu. Mâlum, hiçlik dedik ama sıcaklık her zamanki yerinde duruyordu. Sonra bir anda bu resimlerin hareketli olması gerektiği geldi aklıma. Tekrar bağırdım:
“Hamburger göbek! Artık şu “yürüt” tuşuna bassan diyorum, kızartma beyinli!”. Gölge adamın bu seferki performansını beğendim. Daha kafamı çevirene kadar görüntü hareketlenmişti. Ayrıca siz sormadan söyliyeyim; neden ona gölge adam dedim, bilmiyorum.
Videodaki uzun saçlı delikanlı sakal tıraşı olmakla meşguldü. Hâlâ ismini bilmesem de onun kendim olduğunu tahmin ettiğimden dolayı artık ona “Ben” diye hitap edeceğim. Kısa sürede tıraşımı tamamlayıp üstüme takım elbisemi giydikten sonra hızla merdivenlerden aşağı inip, kapıdan çıkarak mekânı terk ettim. Gerçi mekân yerine villa demek daha doğru olacak anlaşılan. Son model, lüks arabama binip caddelerde akmaya başladım. Kadınlar bana pek bir iyi bakıyordu, ancak ben hiç pas vermiyordum. Eğer bu bensem, kendime bunun nedenini soracağımdan kuşkunuz olmasın. Sonra caddeler… Görüntü bir anda karardı. Bir sonraki videoyu bulmak için gezinsem fena olmayacak. Evet, işte oarada, onu buldum. Tekrar kendiliğinden yürümeye başlamıştı. Anlaşılan Gölge Adam uyanmış. Bu beni sevindirdi.
II. KISIM: AYILMA
Arabamı büyük ve ünlü bir şirketin otoparkına parkettim. Güneş gözlüklerimi takarak bir süre bekledim. Sanırım bu benim şirketimdi. Giriş için gerekli olan özel izinli kartım elimde duruyordu. Aniden gururlanıp, başarımı kutladım; saygın ve zengin bir adammışım, vay be… Sonra bir telefon sesi kutlamayı yarıda kesti. Lüks cep telefonumun üzerinde “DJ Barun” yazıyordu. Telefonu açtım.
“Dünkü parti nasıldı Arda?”
“Pink Floyd’dan geçilmiyordu.”
“Güzel. Kod: 48867454217. Garaja çekilmeden dönme. Başarılar.”
Bir iş adamı için garip bir konuşmaydı. Yine de en azından adımı öğrendim; Arda. Güzel bir isimmiş.
Elimi koltuğumun altına atıp siyah bir kutu çıkardım, bir sprey kutusu. Ardından diğer koltuğu yoklayıp küçük, siyah bir silah çıkardım. Cidden küçüktü. Silahı ceket kolumun içindeki bir mekanizmaya yerleştirip arabadan indim. Şirket kapısındaki kontrol noktasından kartımı göstererek rahatça giriş yaptım. Asansöre binerek on üçüncü kata çıktım. Sola dönerek koridordan ilerledim. İdari bölümlerin olduğu kısma gelince gözüme silahlı korumaların fazlalığı çarptı. Otomatik kapıdan içeri girmeme bir kadın sesi mani oldu.
“Afedersiniz! Randevunuz var mı?”
“Evet, Murat Tevbek adına saat tam dokuza randevum vardı.” Dedim sakin bir edayla. Kartımı sekreter masasının üzerine bıraktım. Sekreter bir süre inceledi ve onay verdi. O anda şirket sahibi olmadığımı öğrenmek beni biraz üzdü ancak yine de zengin birisiydim. Hem birazdan dünyanın en zengin insanıyla buluşacaktım, kalbimin tıkırtısı hızlanmaya başladı.
Kapıdan içeriye girdim, yine bir sürü silahlı koruma emniyeti sağlıyordu. Sanırım başka bir yere gitmeyeceğimden emin olmak için peşime de ikisini taktılar. Bir süre yürüdük ve yürüyen merdivenlerden yukarı çıkmaya başladık. O zaman bu alanın, katın geri kalan kısmından oldukça büyük olduğunu farkettim. Merdivenlerin sonunda yüksek ve geniş bir şekilde tasarlanmış oyma kapı ve onun üzerindeki “Şirket Sahibi: Haktan Taykol” yazılı tabela beni bekliyordu. Anlaşılan multimilyonerimiz gösterişi seven birisiymiş. Kapıdan geçtiğimizde yine oldukça geniş bir salonla karşılaştım, fakat iş yerine uygun tasarlanmamış, daha çok zengin evlerine benziyordu. Salondaki sekreter ve oturma odalarının yanından geçerek dümdüz karşı kapıya yöneldik. Haktan Taykol’un ofisi karşımda duruyordu. Kapıyı nazikçe üç kez tıklattım ve otomatik kapının içeriden açılmasını bekledim. Bir “Tık” sesi duyar duymaz kapıyı ittirdim. İş bu ya, en heyecanlı yerinde video kesildi. Hemen diğerini bulup seyretmeye başladım. Karşımdaki koltukta hafif yaşlı, göbekli bir adam oturuyordu. Masasında kasılmış televizyon izlerken içeri girdiğimi farketmedi bile. Korumaları arkamda bırakarak kapıyı sertçe kapattım. Telefonda bana söylenen kodu kapının arkasındaki şifre bölümüne hızlıca girdim; “48867454217”. Göbekli adam sesin farkına vararak kafasını bana çevirdi. Beni görünce yüzü adeta bembeyaz kesildi.
“Sakın o düğmeye basayım deme!” diyerek öğüt verdim. Aynı zamanda ceket kolumun içindeki gizli silahın ucu artık kumaşın altından netçe görünüyordu.
“Sen, sen, ö-ölmüştün!” diye bağırdı şişko adam kekeleyerek.
“Öyle olsaydı burada olmazdım değil mi patates beyinli?” diye dalga geçtim. Aslında bu durum beni sevindirdi, çünkü hiçliğe düştükten sonra delirdiğimi sanıyordum. Eskiden de bende az buçuk varmış anlaşılan.
“Ah! Şu haline bak, hipoya yatırılmış domuza benziyorsun. Haydi, beni oyalama da şunun yerini söyle. Daha çok işim var…”
“Pe-peki, öyle olsun. Muğla’nın Yatağan i-ilçesindeki Hecate Tapınağı’nda, Hecate’nin elinde yılan tutan figürünün arkasında gizli.”
“Hıh, kendini tilki mi sandın? Yalan söylediği bilmiyor muyum? Şunu gözüne yapıştır, acele et!” Ceketimin gizli cebinden kibrit kutusu büyüklüğünde siyah bir kutu çıkarttım. Arkasındaki yeşil tuşa basarak masanın üzerine koydum. Domuzcuğun kutuya uzanırken eli titriyordu. Masadan kutucuğu aldıktan sonra sol gözüne yapıştırdı. “Tekrar et!” diye emrettim.
“Muğla’nın Yatağan ilçesindeki Hecate Tapınağı’nda, Hecate’nin elinde yılan tutan figürünün arkasında gizli.”
Kutunun arkasında yeşil bir ışık belirdi. Biraz şaşırmış gibi yeni tıraş ettiğim sakallarımı ovaladım. “Hmm, ilginç. Demek doğru söylemişsin. Aferin sana domuzcuk.” Dedim ve ceketimin cebinden siyah sprey kutusunu çıkartarak şişman adama püskürttüm. Domuzcuk bayılmadan önce bir kaç şey fısıldanacak kadar güç bulabilmişti kendinde. “Sakın onu açma Arda…”
Hemen kapıya yöneldim fakat, bazıları benden önce davranmış, açmak için kapıyı kesiyorlardı. Anlaşılan domuzcuk bayılmadan önce düğmeye basmayı başarmıştı. Ben de camdan kaçmanın iyi bir fikir olabileceğini düşünerek pencereyi açtım ve dışarı baktım. Şehri kuş bakışı seyretmek oldukça keyifliydi. Vücudumu tamamen dışarı çıkartıp kafamı içeri çevirdiğimde mutlu bir havam vardı. “Göreceğiz pudralı domuzcuk.” Dedim ve hemen ardından “Yuppiii…” diye bağırarak kendimi boşluğa bıraktım.
III. KISIM: ANAHTAR
Bu görüntüyle birlikte ilk defa bir kaydın heyecanlı bir yerde bittiğine sevindim. Bundan sonraki olaylar konusunda hazırlıklı olmalıydım. Bir süre zifiri karanlıkta ayağımdaki zinciri tıngırdata tıngırdata dolaştım. Gölge adamın erkekleri izlemeyi seven bir sapık olduğunu düşünüyorum artık; soluk ışık ben nereye gitsem beni takip ediyordu. Bu karanlık hiçlikte sadece kendimi görmek beni sinirlendirdiği için bir anda patladım. “Hey, koca bacak! Evet sana diyorum, şu ışıkları aç artık.” Ana hiçbir şey olmadı. Ardından iplerin benim elimde olmadığını hatırlayarak anı pencerelerime geri döndüm. Sıradaki hatıramı içeren penceremin kayıp olduğunu görerek rahat bir nefes aldım. Son olaydan sonraki ilk pencere bir gün ertesinin tarihini içeriyordu. İzlemeye devam ettim.
Gür ve kır sakallı, orta yaşlı bir adam konuşuyordu: “Benim için bu tehlikeye girmenden dolayı sana çok şey borçluyum Arda…”.”Afedersin, ne dedin? Senin için mi? Sence ben seni düşünecek kadar kuş beyinli miyim?”, “Afedersin, bazen gerçek yüzünü unutuyorum. İşte, paran burada.” Elindeki çeki bana uzatıyordu, üzerindeki sıfırları saymaya matematiğim yetmedi. Sinirli bir sesle “Ben para mara istemiyorum!” diye tısladım. “Söz verdiğin gibi, açarken yanında bulunacak mıyım Baron?”. Baron bir süre cevap vermedi, sonra başıyla onayladı. “Başka çarem var mı?”. Ani bir hareketle sandalyeden kalktı ve kendisini takip etmem için parmaklarıyla işaret etti.
Kapıdan çıktığımızda meşale ışıklarıyla aydınlatılmış mağara koridorlarında dolaşmaya başladığımızı anladım. Etrafta üniformasız bir sürü silahlı adam dolaşıyor, bazıları da bizi takip ediyordu. Bir süre sonra taş merdivenlerden aşağı inmeye başladık. Kaç basamak indiğimizi bilmiyorum, ben bin üç yüz dokuzdan sonra karıştırdım. Merdivenin sonuna geldiğimizde bizi kocaman, yuvarlak bir alan ve tam karşımızda dev suretteki taştan kapı karşıladı. Kapının üzerinde garip rünler yazılıydı. Yuvarlak alanın çevresinde bir sürü silahlı asker bekliyordu, fakat biri farklıydı. Kapının önünde duran yaşlı adam beyaz önlük giymişti.
Baron beyaz önlüklüye sordu “Ne kadar kaldı?”, “Üç dakika kırk iki saniye efendim.”. Bir süre herkes gibi kapıya bakarak bekledik. “Söylesene Arda, almak çok zor oldu mu?”. “Hıh, bebek oyuncağıydı. Güzel yere saklanmış fakat kendisi vermeye gönüllü gibiydi.” Beyaz önlüklü saatine bakıyordu. “Son otuz saniye efendim.”
Baron masanın üzerindeki, o zamana kadar varlığından haberdar olmadığım kırmızı kutuyu açtı. İçinden son derece bakımsız, taştan yapılma bir anahtar çıktı. Açıkçası o anda hayallerim biraz yıkıldı. Ben son derece gösterişli bir şey hayal etmiştim. Ardından dev kapıya yaklaşarak belli belirsiz, küçük bir deliğe anahtarı yerleştirdi. Beyaz önlük saymaya başladı: “On, dokuz, sekiz, yedi, altı, beş, dört, üç, iki, bir…”. Baron anahtarı çevirdi. Büyük bir çatırtı duyuldu. Baron sakin bir tavırla bağırıyordu; “Ailene merhaba de evlat!”.
IV. KISIM: SON
Neden bu son videonun diğerlerinden daha uzun sürdüğünü merak ediyorum doğrusu. Üstelik daha gerçek ve kesintisiz. Kafamı çevirip etrafıma baktım. Diğer çerçeveler yok olmuştu. Sadece önümdeki kare olması gereken yerdeydi. Ardından o da göz kırparak kayboldu. Sanırım beynim bu kadar fazla disipline dayanamadı. Ne de olsa aklım epey karışmıştı. Bu kadarını beklemiyordum demeyeceğim çünkü ne de olsa ben bir deliyim. Ancak kafamın bu kadar karışmasını gerçekten de beklemiyordum.
Sonra aniden beni daha da şaşırtan bir şey oldu. Yer sallanmaya ve çatırtı sesi duyulmaya başlandı. Öfkelenerek “Horlamayı kessene uyku tulumu! Ne yapmamı bekliyordun, dans etmemi mi?” diye kükredim. Ama gölge adam dalmıştı bir kere, sarsıntı kuvvetlendi. Ancak bu sarsıntı bana zarar veremezdi; ne de olsa hiçlikteydim, öyle değil mi? Ancak bu konuda yanıldığımı kafama düşen sert bir cisimle anladım. Kurtuluşumun olmadığını düşünerek diz çöktüm ve kafamı ellerimle koruyarak sessizce ölümümü bekledim. Ölüm! Her şeyin sonu… Aslında ne güzel kelimelerdi; hüzün değil, neşe bildirmeliydiler. Ve lakin beklediğim hâl gerçekleşmedi. Sarsıntı durdu. Ayak bileklerimdeki kelepçeler büyük bir “Klik” sesiyle açıldı. Kafamı dizlerimin arasından çıkartıp karşıya baktığımda büyük bir delik, gözleri kör edici sarı bir ışık ve hareket eden siyah noktalar görüyorum. Şimdilik neler olduğunu anlayabilmem için iki sadık dostumu burada bırakmam gerek; kalem ve kâğıt. Ama söz veriyorum, geri döneceğim.
Yine de, eğer geri dönemezsem diye siz, okuyuculara (eğer okuyan biri varsa) bir soru sormak istiyorum: Sizce ne oldu?
V. KISIM: ÇÖZÜM
Lâkin hayallerinizi kırarak geri dönmüş bulunmaktayım. Geri dönmemem okuyucuyu daha çok meraklandıracak, hattâ çıldırtacak ve ben de bundan keyif alacaktım belki ama sonuçta söz verdik. Tabi döndüğüme göre artık neler olduğunu yazmaya başlasam pek bir iyi olacak.
Bir süre yavaş adımlarla ışığa doğru ilerledim. Gözlerim alışmaya başladıkça adımlarımı hızlandırıyordum. Fakat ışık tahmin ettiğimden daha uzakmış. Adımlarım sıklaştıkça kalbim daha da hızlı çarpıyordu. Bana bir ömür gibi gelen sürenin ardından ışığa ayağımı bastım. Oldukça geniş bir alanda beni bekleyen şaşkın suratlarla karşılaştım. Hepsi küçük dilini yutmuş gibi bana bakıyordu ancak, biri farklıydı; tam karşımda damlalarla ıslanmış sinirli surat ifadesiyle bir delikanlı duruyordu. Bu çocuğu hatırlayacağım ama dilim varmıyor bir türlü. Ve çok daha ilginç bir şey farkettim o anda, izleyicilerimin sağ kolları metalden değil, etten imal edilmişti. Çok şaşırdım. Anılarımda bu durumu farketmemiştim. Aslında şimdi düşününce bunu daha önce de gördüğümü hatırlar gibi oluyorum.
Hah, işte buldum! Mızmız bebeğin adı Arda’ydı; ilk anı çerçevemde aynada gördüğüm kişi, artık aynadan değil, kapının ardından bakıyordu bana. O zaman bir şok daha geçirdim; anılarımdaki kişi ben değildim, ya da anılarım dahi bena ait değildi.
Dakikaları dolduran mezar sessizliğinin ardından sükûneti bozan bir ses yankılandı; “Efendim, kendimi tanıtmama müsade edin.”. Konuşan Baron’du, hafifçe kafamı salladım.
“Ben Baron kod adlı Romochka Michlevhey’im. Yıl iki bin yirmi yedi. Örgütümüz Tasmekarov bin dört yüz seksen altı yıldır sizin saklı olduğunuz mahzeni bulmaya çalışıyordu. Neyseki anılar zamanından önce, iki bin yedide içinde bulunduğumuz mağara bulundu. Bir gün önce de anahtarın koruyucusu Mesan ailesinden anahtarınız alındı.
Bu sözler benim için hiçbir şey ifade etmiyor, hepsi havada kalıyordu. Merakım, olayları biran önce öğrenmek istiyordu.
“Peki ama Anılar Zamanı ney? Ben buraya nasıl girdim? Neden beni arıyordunuz? Kollarınız neden etten? Ve en önemlisi; ben kimim?”
“Kutsal kitap Aradia’da mahzenden çıktığınızda hafızanızın kayıp olacağı yazıyordu efendim. Bunun için kitapta ‘Onu kurtardığınızda Labus parşömenini verin, verin ki hafızasını yinelesin.” İfadesi yer alıyordu. Labus parşömenini hazır bulundurduk, dilerseniz hemen okuyabilirsiniz. Bu parşömende ne yazdığını bin dört yüz seksen altı yıldır çözen olmadı.”
İşte hiç bilmediğim iki terim daha. Neyse ki bunları birazdan öğrenecek olmam sevindiriyordu beni. Eğer bu da gölge adamın işiyse onun bir tarafına tekmemi basacağımdan kuşkunuz olmasın diye haykırıyordum içimden. Gölge adam! Belki onu da öğrenebilirdim…
Yavaş adımlarla odanın içine girdim ve karşımdaki masaya doğru ilerlemeye başladım. Masaya yaklaşınca beyaz önlüklü elindeki kripteksin şifresini girerek metni yuvarlak kutudan çıkarttı. Oldukça eski fakat iyi muhafaza edilmiş olduğu renginden belliydi. Parşömeni elime aldım, bir şey hatırlayacak mıyım diye bir süre bekledim. Ama nafile, hiçbir pencere belirmedi aklımda. Kurdelesini çözerek parşömeni açtım. Üzerine hiç bilmediğim bir alfabenin sembolleri kazınmıştı. Karmaşık şekiller bana hiçbir şey ifade etmiyordu. Garip, zaten binlerce yıldır kimsenin okuyamadığı bir metni nasıl okuyacaktım? Bu delilik sınırlarımı dahi aşıyordu. Ancak çevremdeki insanları mahçup etmemek için bir kaç dakika daha metni inceledim; tık yoktu. Sadece garip şekiller. Artık bırakmalıyım dedim; bu saçma olayın içine nasıl girdiğim umrumda değil, artık serbestim, özgürüm, şu kapıdan çıkıp gitsem gölge adam dahi beni bulamaz. Tam parşömeni katlayıp beyaz önlüklüye uzatacaktım ki içimden bir ses bir daha bakmamı söyledi, pardon, emretti desem daha doğru olacak. İsteksizce parşömene bir daha göz attım, yine hiçbir şey yoktu. Ama sanki, bir şey, birşey…
Yavaşça eğilmekten ağrıyan başımı yukarı kaldırdım. Gözlerimi birkaç kez kırptıktan sonra görüntü netleşti. Uzun bir süre orada öyleyece kaldığım belliydi, odanın eski sessizliğinin yerini fısıldaşmalar ve yüksek sesli tartışmalar almıştı. Kafamı Baron’a doğru çevirdim. Hareket ettiğimi gören askerler tekrar eski konumlarını alarak odayı sessizliğe boğdular. Gür bir sesle konuştum:
“Yaptıklarınızdan ötürü mükâfatlandırılacaksınız Bay Michlevhey.”
“Benim için en büyük mükâfat, bunca şeyi neden yaptığımızı öğrenmektir efendim.”
“Bana efendim deme! Ona demediğin gibi. Bana ismimle hitap et. Benim ismim ne?”
Son cümlem kulakları sağır edici kuvvette çıkmıştı ağzımdan, odada yankılanırken bir süre başka bir ses işitilmedi. Ardından gür bir ses:
“Demir Yumruk!”
“Evet, siz bana öyle dersiniz. Hiç gerçek adımı merak ettiniz mi? Muhtemelen etmişsinizdir ama artık biliyorsunuz.” Son sözleri söylerken Arda’ya göz ucuyla bir bakış attım. Artık ağlamıyor, pür dikkat dinliyordu.
“İki bin yirmi yılında, yani bundan yedi yıl önce Türkiye’nin en iyi özel üniversitesini tam burslu ve okul birincisi olarak bitirmiş zeki bir makine mühendisiydim. Yurtdışından bana pek bir teklif geldi ama vatanımı terk etmek istemiyordum.” Bütün yüzler hayretli gözlerle beni izliyordu, böyle bir hikaye beklemiyorlardı anlaşılan.
“Kendime yüksek maaşlı ancak normal bir iş bulup çalışmaya balşamıştım. Dışarıdan bakıldığında şirketimi birkaç önemli başarıya ulaştırmam dışında pek dikkat çeken bir kişi değildim. Her gün rutin olarak işime gider, bazen ek mesai yapar fakat hep arkadaşlarıma vakit ayırabilirdim. Bu yüzden dışarıdan zeki ama normal bir mühendis olarak görülürdüm. Ama aslında geceleri uyumak yerine garip makineler tasarlamayı ve icatlar keşfetmeyi yaşam tarzım olarak benimsemiştim. Kimsenin aklına gelemeyecek onlarca garip makinenin yanı sıra dört adet de önemli icat gerçekleştirdim. Amacım şirket kuracak ve kendimi siyasi olarak koruyabilecek konuma geldiğimde elimdeki tüm makineleri ve icatları kendi şirket lisansım altında tüketiciye sunmaktı. Tabi bunun yanında makine tasarlamanın ve icatlar yapmanın bana verdiği keyif de azımsanacak kadar değildi.”
Biraz susup etrafımı izledim, bana bakan gözler hâlâ şaşkın ifadelerini gizleyemiyordu. Hikayenin sonunun nereye varacağının merakıyla tutuştukları aşikardı. Masanın üzerine oturarak hikayeme devam ettim:
“Fakat bir gün aklıma gelen bir fikirle tüm dünyam değişti. Fizik, bana eşsiz bir lütuf bahşetmişti, bir denklem. Denklemi başta sadece fizik merakımdan oluşturmuştum fakat elde ettiğim veriler tüm kuralları yıkacak cinstendi. Hiçbir klasik fizik kuramına uymayan veriler sağlamasını yaptığımda doğru değeri veriyordu. Bu bana bir umut verdi ve bu umutla birlikte dört yıllık uğraşımın sonucu denklemin ilk meyvelerini aldım. Zaman parametrelerini mekanik ve eterik bir sisteme oturtmayı başarmıştım; bir makineye.”
Askerlerin ve hatta donuk yüzlü Baron’un bile şaşkınlığı bedenlerine sığmıyor, dışarıdan okunuyordu. Benden bekledikleri böyle bir hikaye değildi. Devam ettim:
“Başta zaman makinesi çalışıyordu, yaptığım birkaç denemede geleceğe ve geçmişe gitmeyi başarmıştım. Fakat makineyi ve güç kaynaklarını ne kadar büyük tasarlarsam tasarlayayım on iki yıldan ileriye veya geriye gidemiyordum. Fizik kurallarına, daha doğrusu fizik kurallarını yıkmış olan denklemime göre makinede herhangi bir hata yoktu, düzgün çalışmalıydı.Makine, biyoelektriksel sinapsların devreyi tamamlaması sonucu çalışıyordu. Yani insanların nöron adı verilen sinir hücrelerinin birbirleriyle haberleşmek için kullandıkları iletiler yardımıyla. Daha sonra yaptığım ölçümlerde sinapsların tüm devreleri tamamlamakta yetersiz kaldıklarını gördüm. Devreler arası uzaklık nedeniyle dışarıdan tek bir dokunuş tüm devrelere iletilemiyordu. Biyokimyasal sinapsları taklit edecek bir sistem de olmadığından aklıma başka bir fikir geldi: Nöronları makinenin içinde değil de makineyi nöronların içinde tasarlamak. Başta iyi bir fikirdi ancak bunun tek yolunun bir uzvumu kaybetmek anlamına geldiğini biliyordum. Lakin yaratıcı ruhum yine galip gelerek bu işe koyulmamı sağladı. Nöron hücrelerinin diğer uzuvlara göre en yoğun olduğu organı seçtim: Kolumu. Makinenin iç ve dış parçalarını tasarlamam iki yılımı aldı. Sonunda işin en zor kısmına geldim. Makineyi mi koluma yoksa kolumu mu makineye monte edecektim bilemiyorum. Sonuçta tek vücutta birleşeceklerdi. Daha önceden okumaya başladığım ama yarım bıraktığım tıp fakültesinden aklımda kalan bilgileri kitaplardan ve internetten elde ettiğim bilgilerle birleştirerek son derece acemice ama başarılı bir operasyon gerçekleştirdim. Kolumda neredeyse hiç et kalmadı diyebilirim, sadece sinirler ve kemikler. Geri kalanını makine oluşturuyordu. Bu kadar canice bir şeyi kendime nasıl yapabildiğimi soracak olursanız cevabının Arda’da olduğunu belirtmem gerekir.”
Herkes dönüp Arda’ya bakmaya başladı. Arda bir süre gözümün içine baktıktan sonra başıyla onayladı.
“Ben de yapmıştım.” Sesi derinden geliyordu. “Dizlerime kadar olan kısmıma bir şeyler saklayabilmek için küçük ayak parmaklarımı kesip yerine sentetik parmak taktım. Sentetik parmakların içinde bir karıştırıcı çip var, X-Ray ve radyo dalgalarınının metalleri bulmalarını engelliyor.”
“Ve…” dedim imalı bir tonda.
“Ve aynı çip kollarımın içinde de mevcut, ancak kollarıma yerleştirebilmek için bir yerimi kesmem gerekmedi.”
Baron dışında herkes Arda’ya sanki onu ilk kez görüyormuş gibi baktılar. Baron etkilenmemişti, bu durumu önceden bildiğini tahmin ediyorum.Devam ettim:
“Makineyi başarılı şekilde koluma monte ettiğimde sıra deneme aşamasına gelmişti. O sırada İstanbul’da bulunuyordum ve aklıma gelen ilk tarihi kolumdaki numaralara girdim: “1453”. Gözümü açıp kapayıncaya kadar mekan değişmişti, çevreme bir göz attım. Aynı kitaplarda anlatıldığı gibiydi, İstanbul’daydım, nam-ı değer Konstantinopolis. Zaferimin sevinciyle narâlar attığım sırada, ben daha İstanbul’un Osmanlı hakimiyetinde olduğunu fark edemeden beni fark ettiler. Yine de paniğe kapılmadım, Ortaçağ Yunancasını da gayet iyi biliyordum. Lakin bu yeterli olmadı, demir kolum yüzünden bir şarlatan damgası alarak imparatorun önüne çıkartıldım. Kolumun kesilmesi emrini duyunca aniden çılgınlar gibi tuşlara rasgele basarak herhangi bir tarihe ışınlandım. Bu yaptığımın ne kadar tehlikeli olduğunu biliyordum; denkleme göre on yedi bin üç yüz seksen altı yıldan fazla sapma yapamazdım; atomlarım bu gerilimden sağ çıkamazdı. Fakat başka çarem yoktu. Bir anda kendimi gelecekte buldum, orada tahmin dahi edemeyeceğiniz teknolojilerle karşılaştım. Fakat daha başka tarihleri keşfetme merakım oradan da ayrılmama sebep oldu. Bundan sonraki yıllar boyunca sürekli farklı tarihleri gezerek kendime küçük bir hayat kurup, çevremi iyice keşfettikten sonra gezime kaldığım yerden devam ediyordum. Tarih turum hiç aksama olmadan devam ediyordu, kolumdaki makine beni adeta tanrı yapıyordu. Başka insanlara geleceği veya geçmişi gösterebildiğimde yüzlerindeki o ifade tüm yaşamıma bedeldi. Her gittiğim tarihte kendime tanrı dedirtecek kişiler buluyordum. Aynı zamanda sürekli tarih atlaması yaptığımda normalden otuz kat daha yavaş yaşlandığımı fark ettim.”
Çevremdekilerin bakışları artık normale dönmüş, bazıları ilgisiz ve uykulu bakıyordu bana. Dikkatlerinin dağıldığını fark ederek direk konuya girdim:
“Gezim, uzun yıllar boyunca devam etti, ta ki; gizemli bir insana rastlayana dek. Kendine Gölge Adam diyordu. ‘Bana Gölge Adam de!’ dediğinde ne söylemek istediğini anlamamıştım. Fakat kısa bir sürede fark ettim; o da benim gibi tarihler arası gezi yapabiliyordu, ancak bunu yaparken metal bir makine değil, sürekli çevresine karanlık bir pus yayan, küçük bir kabini kullanıyordu. Gölge adam itafı, giydiği siyah cübbeden gelmiyordu. Tüm gizemlerine rağmen onunla bir süre seyehat ettim. Fakat onunla gittiğimiz her tarihte cinayetten suçlanmamız beni kuşkulandırıyordu. Bir gece uyumuş numarası yaparak Gölge Adam’ı takip ettim. Karanlık, ara sokaklarda bir insanı kıyıya sıkıştırdığını ve tam kalbine siyah bir kristal sokup onu öldürdüğünü gördüm. Kristali cansız bedenden çıkartırken soluk bir ışıkla parıldıyordu. Farkettirmeden kaçmaya çalıştım fakat Gölge Adam çok dikkatliydi, aynı zamanda akıllı ve hızlı. Beni yakaladı. ‘Bunu görmemen gerekirdi!’ deyişi hâlâ aklıma geldiğinde beni ürpertiyor, ne kadar korkunç olduğunu o zaman fark ettim.”
Çevremi kontrol ettim, bu sefer herkes heyecanla, pür dikkat beni dinliyordu.
“Daha öncesinde bana sadece benim gibi, gezi amaçlı tarih atlaması yaptığını söylemişti. Fakat o geceden sonra gerçek yüzünü ortaya çıkarttı; çok daha karanlık bir amaca hizmet ediyordu. Onun makinesi insanların içinde bulunan ve çeşitli kültürlerde-dinlerde çeşitli şekilde adlandırılan yaşam enerjisiyle çalışıyordu. Uzak doğuda bu enerjiye chi enerjisi, Avrupa’da ise biyoenerji denilmiştir. Gölge adam makinesinin çalışabilmesi için insanların içindeki bu chi enerjisini çalıyor ve makinenin bataryasına hapsediyormuş. Fakat daha da ilginci bir insan makineye üç yüz kırk beş yıl çalışabilecek kadar enerji sağlayabilirken Gölge Adam her gün iki, üç kurban buluyormuş. Bunun sebebini bana açıklamak zorunda kaldı: Gölge Adam bizim gezegenimizden değildi. Kendi gezegeni olan Kyportus sakinleri ile, normal bir gün solucan deliği seyehati yaparken oluşan bir hata sonucu gezegenimize düşmüş. Kendi gezegeni solucan deliği olmadan ulaşalımayacak kadar uzak bir mesafede olduğundan geriye dönebilmek için alternatif bir yol bulmuş. Chi enerjisi depolayacak ve depoladığı enerjinin küçük bir kısmıyla zaman yolculuğu yapabilecek bir makine geliştirmiş. Makinenin asıl amacı yüksek miktarda chi enerjisi depolarken aynı zamanda Gölge Adam’ın bir kişiyi bulmasına yardım etmekmiş; Demir Yumruk’u.”
“Tarihte keyfime göre sıçramalar yaparken arkamda izler bırakabileceğim daha önce aklıma gelmedi değil, fakat bunu önemseyecek bir kişi olacağı fikri aklıma gelmemişti. İki bin kırk dört yılında Resnov adında bir bilimadamı benim hakkımda her türlü bilgili toplayarak bir araya getirmiş ve Aradia Denklemi ismini verdiği efsanevi denklemi bulduğumu ileri sürmüş. Tabi bu kişi kimse tarafından ciddiye alınmamış, bir kişi hariç: Gölge Adam.”
“Gölge adam evine dönebilmek için ihtiyacı olan solucan deliğini açmanın tek yolunun Aradia denklemi ile çalışan mekanik bir makine olduğunu anlamış. Onun için çok uzun zamandır tarihte dolaşarak beni arıyormuş. Beni bulduğunda ise enerji depoları yetersiz olduğu için harekete geçememiş, ayrıca kendisini yanlış anlayacağımı düşündüğü için de bana bu durumdan bahsetmemiş. Bana sadece yirmi kişi kaldığını söylediğinde ilk baş gönlüm razı olmadı, direndim, fakat açıkça belli etmese de Gölge Adamın tutsağı olduğumu biliyordum, bana her gece farkıma varmadan sadakat şurubu içiriyormuş. Bu durumu neden kabül ettiğimi şurubun etkisi geçtikten sonra anladım. Hatta bir kaç kişiyi avlamasına yardım ettiğimi de gizlememe gerek yok. Fakat batarya tam olarak dolduğunda işin daha farklı bir boyuta gittiğini anladım. Beni ellerim ve ayaklarım bağlı şekilde yeryüzüne açılmış dar bir tünelden aşağı indirmeye başladı, inişi yine garip bir makineyle yapıyorduk. Ayrıca şurubun etkisi de azalmaya başlamıştı. Artık epey derine indiğimizi ve Gölge Adam’ın dünyanın merkezini hedeflediğini anlamıştım. Batarya ve kolumdaki alet sadece çok daha büyük bir paradoksun tetikleyicileri olacaktı, bu büyüklükte bir paradoks yaratmak için elbette ki büyük bir gezegenin fââl durumdaki çekirdeğine ihtiyaç vardı. Bunu daha önce düşünemediğim için kendime ne kadar küfür etsem de artık bu durumdan sonra faydasızdı. Ancak iş bu ya; şansım yaver gitti ve sağ elimi gevşeyen zincirden kurtarmayı başardım. O sırada Gölge Adam ön hazırlıklarla meşguldü. Gerçek tanrının varlığına ilk o zaman inanmaya başladım, bunun başka bir açıklaması yoktu. Kendimin ve dünyanın mucizeye en çok ihtiyacı olduğu zamanda ilahi bir el zincirime dokunmuştu. Yine rastgele bir tarih ve koordinat girerek Gölge Adam’ın elinden kurtuldum.”
“Fakat özgürlüğüm uzun sürmedi. Gölge adamla ilk karşılaştığımda makinemden örnekler almıştı, bu aldığı örneklerle beni zamanda takip edebileceğini hiç tahmin etmemiştim. Aldığı örnekler aslında kaçışım için bir sigortaymış. Beni takip edebilecek bir sistem geliştirmiş. Böylece uzun bir koşuşturmanın içine girmiş oldum. Uzun yıllar boyunca o kovaladı, ben kaçtım. Fakat bu durumun daha fazla sürmeyeceğini biliyordum; Gölge Adam zaman ilerledikçe sistemini geliştiriyordu. Ben de bir hile düşündüm, kurnazca bir plan…”
VI. KISIM: HİLE
Çevremdekiler gerçekten de affallamıştı. Onlara bekledikleri mükâfatı verirken ben de oldukça eğleniyordum. Devam ettim:
“Zaman içinde yakalambaç oynarken farkında olmadan kendi zaman çizelgemizi oluşturmuştuk. Eskiden bu benim için sadece eğlenceyken zamanla işler oldukça değişmişti. Artık zamanda geriye gittiğimde, eğlence amaçlı geziler yapan, çocuk ruhlu kendimi görüyordum. Aynı zaman içinde iki tane ben, ve ayrıca iki tane Gölge Adam. Mantıken bir zamandan ayrıldığımda artık o zamanın parçası olmamam gerekirken, denklemimde insan gözüyle göremediğim bir gedikten dolayı gittiğim yerlerde zamanın bir parçası oluyordum. Bu duruma Gölge Adam’ın zaman radarı sebep olmuş olabilir diye düşündüm, önceden böyle bir şey yoktu.”
“Ve düşündüm; zamanın her yerine dağılmış olmama rağmen her şeyi bilen ve başlatan tek kişi vardı. Diğerleri gelişen olaylardan bağımsızdı. Tüm zamana dağılmış kopyaları ve gelişen kötü olayları ben başlattığıma göre Gölge Adam’dan kaçabilmemin tek bir yolu vardı: Hiç var olmamak!”
“Fakat bunu yapmak kolay değildi. Kendimi öldürürsem bu kendi zaman çizelgemin ve belki de dünyanınkinin sonu olurdu, başı ve sonu olan her şey var demektir ve benim amacım da yok olmaktı. Olaylar yaşanmadan önceki halimi öldürürsem bu kendi zaman çizelgemi yok edecek fakat Gölge Adam’ı ve gerçek beni yok etmeyecekti. Bunun için bir plan hazırladım. Kendimi tüm zamandan izole edecektim, böylece etrafımda zaman kuralları geçerli olmadığından dolayı meşhur zaman radarı da beni bulamayacaktı. Fakat böyle bir durumda zaman kendi matık kurallarını devreye sokarak başlatıcı ve dolayısıyla da gerçek olan kişiyi bundan bir önceki yılda bıraktığım kopyam olarak seçecekti. Her şeyin olduğu gibi zamanın da matematiksel bir işleyiş mantığı vardı. Değişkenler arasındaki sabitler yok olduğunda en mantıklı değişkeni sabit olarak seçiyordu. Bunun için de öncelikle kendi zaman çizelgemi yok etmekle başladım işe.”
“Arda’nın annesinin hamile kaldığı yıla geri döndüm. Yani kendi annemin. Annem uyurken ona gelecekten bulduğum bir kimyasal enjekte ettim. Ruhu bile duymadı. Bu kimyasal çocuklarda zeka geriliğine sebep oluyordu. Fakat planlarım için kendimin yine de biraz akıllı olması gerekiyordu. Bunun için az miktarda kimyasal zerk etmiştim. Bu sayede yeni Arda benim bulduğum denklemi hiç bulamayacak ve tehlikeli makineler de geliştiremeyecekti. Ama yine de benim zeka numarama yakın bir zekası olduğundan kendi başarılarımın bir kısmına erişebilecekti.”
“Ardından sonraki aşamaya geçtim: Efsane yazma aşamasına. Bana duyduğumda kendi ismimi çağrıştırması için Aradia isminde bir kitap yazdım. Ayrıca uyandığımda hiçbir şey hatırlayamayacağımdan hatıralarımı zaman parametrelerinden çağıracak bir denklem ve bir makine geliştirdim. Makineyi bir beyin cerrahını tehtid ederek beynime yerleştirttim. Makine görsel yolla bağzı şifreleri aldığında çalışmaya başlayacak ve hafızamı geri getirecekti. Şifreleri de Labus Parşömeni ismini verdiğim bir parşömene dikte ettim.”
“Ardından en kolay kısma geçtim: Kendi dinimi oluşturma. Zaman içinde bana tanrı diyen insanları tek tek bularak onlara Aradia’nın birer kopyasını verdim. Onlar bana koşulsuz inanırlardı, hepsi anlattıklarıma inandılar. Böylece beni arayan gizli örgütü ben değil, müridlerim kurmuş oldu.”
“Ve denklemi bulduğum ilk zamanlarda aklıma gelen fikri bir gecede gerçeğe dönüştürdüm; Zaman İzolasyonu. Zamanın ortasında, koca bir denizin göbeğinde duran küçük bir hava kabarcığı gibi zamandan soyutlanmış olarak duracaktım. Çevremde zaman akıp giderken bu durum bana etki edemeyecekti. Daha önce hiç gitmediğim bir yıla gittim; beş yüz kırk bir yılına. Gizli dinimin örgütlenmeleri de asıl o yıl başlamıştı. Bundan bin dört yüz seksen altı yıl önce. ‘Asıl gizli olan şey gözümüzün önündekidir.’ Düşüncesiyle Türkiye’de bir dağ buldum. Bu dağı gelecekten getirdiğim makinelerle özel olarak dizayn ettim ve içerisinde gizli koridorlar oluşturdum. Örgütüme verdiğim ipuçlarıyla beni er ya da geç bulacaklardı. Uzunca bir süre beni kimse bulamasa dahi Arda’nın zihninin nasıl çalıştığını bildiğim için beni son zamanlarda bulacağından emindim. Dışarıdan bakıldığında normal, tarihi bir süs eşyası gibi duran anahtarı yaptım. Bu anahtarın amacı Gölge Adam beni bulsa dahi içeri girememesiydi. Anahtarın içinde bir mikroçip vardı, bu çip uygun yuvaya yerleştirildiğinde odamın çevresindeki zaman bariyerini kaldıracaktı. Bu anahtarı en çok güvendiğim yandaşlarıma teslim ettim, Mesanlara. Anahtarı bu zamana kadar koruyacaklarını biliyordum.”
“En son olarak kendim için dizayn ettiğim odamın içine girerek izolasyon aletini ayarladım. Aradia’da Anılar Zamanı olarak bahsedilen zamanda tekrar çalışması ve zaman bariyerini zayıflatarak ayılmamı sağlaması için onu tam olarak bu güne kurdum. Uyandığımda farkında olmadan zaman bariyerine ellememem için de ayaklarıma zincirler bağladım. Zamanın beni tekrar bulabilmesini sağlayacak olan hafızamı kafamın içindeki makine yardımıyla bir çırpıda sildim ve aynı anda izolasyon aletini çalıştırdım. Benim hikayem bu kadar, gerisini bilmiyorum…”
“Bağışlayın Demir Yumruk, ancak bir soru sualim olacak; Neden kendinizi ve dünyayı anne karnındayken ikinci Arda’yı öldürmek yerine zeka seviyesini düşürerek riske attınız? Ayrıca neden sürekli orada kalmak yerine tekrar uyanmayı seçtiniz?”
“Anlayacağınızı ummuştum. Ben tüm bunları yaparak, Gölge Adam’ın kendi kopyalarımdan faydalanmasını önlemek için kendimin ve onun kopyalarını yok etmiş oldum. Ancak gerçek Gölge Adam ve ben hâlâ hayattayız ve gerçeğiz. Zamandan soyutlanmam gerçeklikten de izole edilmiş olduğum anlamına gelmiyor. Gölge adam uzun süreler boyunca tarihi belgelerde ve elindeki radarda izimi bulamayınca beni bulmak için farklı yöntemler bulacaktı. Ölümsüz olduğu göz önünde bulundurulursa bu hiç de zor değildi. O beni bulmanın bir yolunu buluncaya kadar benim onu yok etmem gerekiyordu. Onu yok etmemin tek yolu da zamanda ters yönde bir paradoks yaratmaktı. Çünkü onun söylediğine göre solucan deliğininden dışarı atılabilmenin tek yolu mevcut bir paradoksun olmasıydı. Zaten bunun için tekrar bir paradoks oluşturarak solucan deliğine geri atılmayı planlıyordu, ayrıca bu çok da mantıklı ve tutarlı bir plandı. Ancak zamanda ters yöndeki bir paradoks zamanın tek anını değil tüm zamanı etkileyecek ve dolayısıyla ilk paradoks yaşanmamış olacaktı. Böylece de Gölge Adam hiç Dünya’ya gelmiş olmayacaktı. Zamansal paradoksu oluşturabilmemin tek yolu da zamandaki değişkene dönüşmüş sabit rolümü aslında başından beri değişkenmiş gibi göstermekti, bu zamanın tüm matematiksel denklemlerini yıkacak ve sonsuz bir döngü oluşturacaktı; bir paradoks. Fakat zaman bu paradoksu onarabilecek kadar güçlü bir mekanizmaya sahipti, bunun için endişelenmem de gerekmiyordu.”
“Yani anlayacağınız üzere, karşımda duran Arda’ya dokunduğum anda zaman başından beri iki Arda’nın var olduğunu sanıp sabitleri ve değişkenleri şaşıracak, böylece Gölge Adam yok olmuş olacak.”
Yavaş adımlarla Arda’ya ilerlemeye başladım. Arda’nın yüzünde tarif edemeyeceğim bir ifade vardı, ancak bu kesinlikle korku değildi. Yavaş ilerliyordum, çünkü tek bir dokunuşla tüm teorimin yıkılıp, dünyanının sonunun gelip gelmeyeceğinden emin değildim. Etrafıma yaptıklarımdan son derece eminmişim gibi bir hava versem de aslında en başından beri emin değildim. Sonucu onlardan çok daha fazla merak ediyordum. Yavaş ilerliyordum. Yavaş ilerliyordum çünkü omuzlarıma milyarlarca insanın yükü binmişti. Çok yavaş ilerliyordum, çünkü daha düne kadar oyuncağım olan zamanın oyuncağı olmuştum, kendisi hızlı, ben yavaş ilerliyordum.
Elimi yavaşça havaya kaldırdım. İlahi dokunuşa çok az kalmıştı, belki bir kaç saniye, ama yavaş ilerliyordum. Ardından bir anda zaman eski canlılığına kavuştu. Kolumu tutan el tüm bedenimin baştan aşağı ürpermesine neden oldu.
“Biliyordum!” Konuşan Baron’du…
“Paradoksa karşılık paradoks…”.
Baron’un gözlerine korkuyla birlikte ilk defa o kadar derin baktım. Baktığımda anladım, gördüğüm gözler tanıdıktı, hem de çok tanıdık. Eskiden siyah cübbenin altından bakan gözler artık başka bir bedenden bakıyordu içime. Beden farklı olsa da soluk sırıtışı hâlâ aynıydı.
Kolumda bir acı hissettim, korkunun etkisinden yeni ayılıyordum. Fakat bu uzun sürmedi, etraf kararmaya başladı ve yer altımdan bir paspas gibi kayıp gitti. Uyandığımda not defterim ve kalemim yanımdaydı, ama dünya…