Öykü

Durağan Fırtına

1. Bölüm: “Sessiz Sabah”

Reykjavik’in sabahı sessizdi. Kar taneleri, lavın üzerine düşüp hemen buharlaşıyor; şehir hem yanıyor hem donuyordu. Güneş henüz perdelerin arasına süzülmemiş, şehir kendi kalbini duymadan bekliyordu. Işık, zamanın kırılmış kirişlerinden sızar gibi, odadaki toz zerrelerini dans ettiriyordu; havada süzülen her zerre, sessizliğin ritmini ölçer gibiydi. Tove odasında yalnız değildi; ama yalnız olduğunu düşündüğü anlar artık tehlikeliydi.

Tove, küçük bir apartmanın üçüncü katında, elinde fincanla pencerenin önünde duruyordu. Dışarıda denizden gelen rüzgâr, uzaktaki limanın çan seslerini taşıyordu. Fakat içeride, her şey hareketsizdi. Sadece süt damlası… parmaklarının arasından kayıp düşmek üzereyken havada asılı kaldı. Tove irkilmedi. Bunun artık olağan bir şey olduğunu kabul etmişti — sanki fizik onun ruh hâline göre eğilip bükülüyordu. Süt damlası, ışığın içinden geçerken küçük bir prizmaya dönüştü. Tove‘un gözleri o küçük ışık kırılmasını izlerken kalbi bir anlığına kendi ritmini unuttu. “Yine mi?” diye fısıldadı. Cevap gelmedi ama o fısıltının yankısı, odanın her köşesinde yankılandı; sanki duvarlar bile onu dinliyordu. Masadaki kaşık hafifçe kıpırdadı. Fincan milim milim yana kaydı. Hava yoğunlaştı — ağırlaşmadı, sadece dikkat kesildi. Tove nefesini tuttu; sanki hareket ederse bütün denge bozulacakmış gibi. Ellerini masadan çekti, ama nesneler onun elinin hareketini beklemiyordu artık. Tam o anda, pencerenin dışındaki sisin içinden kırmızı bir şey belirdi. Önce bir leke gibi, sonra bir şekil: bir balon.

Soğukta sallanıyordu, ama hiçbir rüzgâr esmemişti. Balonun kırmızısı, İzlanda sabahının gri tonları içinde yakıcıydı; göze batacak kadar canlı, neredeyse canlıydı. Tove bir adım geri çekildi. Kalbi hızlandı. O renk, o ton, o balon — sanki geçmişin içinden fırlamıştı. Boğazı kurudu. Bir şey hatırlamak üzereydi ama zihni direniyordu. Balon pencerenin önünde süzülürken ipi neredeyse görünmüyordu; sanki kendi iradesiyle havada kalıyordu. Tove elini uzatmadı. Zaten uzatsa da temas edemeyeceğini hissetti.

Birden odanın havası değişti. Süt damlası hâlâ havadaydı. Kaşık titredi. Balonun ipi, görünmez bir rüzgârla oynar gibi hafifçe kıvrıldı. Ve o an Tove fark etti: odada yalnız değildi. Kapının ardında bir gölge vardı. Henüz biçim kazanmamıştı, ama sessizliğiyle varlığını belli ediyordu. Gölge hiçbir şey yapmıyor, sadece izliyordu. Tove bunu görmedi, ama bir an için içi ürperdi — sanki birinin nefesi ensesine değmişti. Kalbinden bir titreşim geçti. Küçük bir anı — belki bir görüntü, belki bir ses — zihninde çakıp söndü. Kan kokusu… ama kan yoktu. Sadece o kırmızı renk… Balonun rengiyle aynıydı.

Tove, fincanı elinden bıraktı. Fincan yere düşmedi, sadece havada asılı kaldı. Zaman bir anlığına nefes almayı unuttu. Süt damlası, fincan, kaşık, balon… hepsi birbiriyle görünmez bir hatla bağlanmış gibiydi. Oda artık sadece bir oda değildi — bir bilinçti.

Ve o bilinç, Tove‘un değil, onu izleyen bir şeyindi. Gölge sessizce bir adım attı. Zemin gıcırdamadı, hava bile kıpırdamadı. Sadece balonun ipi gerildi; sanki görünmeyen bir el zamanı yeniden çekip düzeltiyordu. Tove gözlerini kısarak baktı. “Buradasın,” dedi, fısıldar gibi. Sanki yıllardır tanıdığı birine seslenir gibiydi. Ama sesindeki titreme korkudan çok kabullenişti.

Balon yavaşça pencereye vurdu. Ve o an süt damlası yere düştü. Düşüş sesi çıkmadı.

Oda yeniden sessizliğe büründü. Ama bu kez sessizlik bir bekleyişti. Ve Tove içten içe hissetti: bu sabah sadece bir günün başlangıcı değildi. Bir yargının da başlangıcıydı.

2. Bölüm – Geçmişin Yankısı

Reykjavik’in dar ve soğuk sokakları, Tove’un çocukluğunu hatırladığı apartmanın önünde sessizleşmişti. Bu gün, odasında bir güç fark etmişti — ilk kez nesnelerin iradesine boyun eğdiğini görmüştü.

Parmak uçları havada asılı kalmış, odanın üzerinde bir sis gibi titreşiyordu. Tove’un gözlerinde bir şey değişmişti; kontrolün verdiği sersemlik, kibrin tatlı zehriydi bu. Küçük masum bir köşede dizlerini çekmiş, nefesini tutmuştu — Tove onu görüyordu ama o bakış bir emir gibi değildi; bir ara hesap, bir test belki de.

Başladı. Önce kalemler, sonra oyuncak arabalar, küçük bir kitap; hepsi bir melodiye uyar gibi havalandı. Tove’un el hareketleri değil, ruhundaki fırtına onları yönlendiriyordu. Bir suluboya şişesinin kapağı açıldı, bir vazo hafifçe kaydı; evin içi tiyatro sahnesine dönmüştü ve o sahnenin yönetmeni Tove’du.

Kibrin sınırları zorlanıyordu. Tove sadece “göstermek” istemişti: ne yapabildiğini, ne kadar güçlü olduğunu. Güç gösterisi arttıkça nesneler daha az nezaketle dönüp savruldular. Oyuncak bir tren rayından çıkıp masum bir çocuğun dizine değdiğinde herkes bir anlığına durdu; küçük beden titredi, gözleri büyüdü.

Sonra her şey hızlandı — bir cam çerçeve masadan fırladı, bir çekmece kapandı; oturma odası bir anda bir fırtına merkezine dönüştü. Küçük varlık çığlık atmadan sendeledi. Tove’un zihninde bir boşluk açıldı: “Dur,” dedi içinden bir ses, ama o ses zafer çığlığına karıştı. Gücünü sınırlarına kadar kullandı; nesneler tıpkı bir ceza gibi bir yerde birleşti.

Bir an sonra odaya sessizlik çöktü. Oyuncaklar, kitaplar, süs eşyaları darmadağın; ama en çok kalp darmadağındı. Küçüğün gözü boşaldı; nefesi öncesinden daha ince, daha seyrekti. Bir baktılar — ve o bakış yıllarla unutulmayacak bir suçlamayı taşıdı. Odada kimse yüksek sesle söyleyemedi; ama her şey söylendi.

Kırmızı balon odanın köşesinden hafifçe süzüldü; titreyen gölgesi duvarda bir leke gibi uzadı. Balonun rengi o an odada olanı adlandırıyordu; suçun sıcak tonuydu. Tove ilk başta anlamaya direnmişti. Sonra gözleri doldu; önce şaşkınlık, sonra inkar geldi. “Olmadı,” dedi kendi kendine, kelimeler boğazında düğümlendi. Ancak gerçek hiçbir inkârla geri çekilmiyordu.

O olayın ardından Tove “sessizleşti.” Dışarıya güler, işlerine devam eder, geçmişin üzerini örter gibi göründü; ama gece yatağa uzandığında çığırığı yoktu. Zaman o ana bir açıklama getirmedi; yalnızca iz bıraktı. İz önce rüyalarda, sonra uyanık anlarda, en sonunda davranışlarında kendini belli etti: küçük hareketlerden kaçınma, nesnelerden çekilme, kalpte hiç dinmeyen bir ağırlık.

Yıllar geçti. Kırmızı balonun gölgesi duvarda solmadı; Tove’un yaşamına karanlık bir damar gibi sızdı. Geceleri elini istemsizce masanın üzerine uzatıp fincana dokunurken durgunluğun içinde o günün görüntüsü beliriyordu: küçük beden, durgun nefes, balonun kırmızısı. Gölge bazen daha yakındı sanki — bir bakış, bir esinti, bir kelime değil; ama onu bir yönlendiren güç gibi hissettiriyordu.

Suçun ağırlığı zihninde işledi. Genel yaşam akışı içinde onun içindeki kırılma zamanla büyüdü: önce yalnızlık; sonra kaçınma; sonra gecenin ortasında kendine dönük fısıltılar — “geri ver,” diyen bir ses. Tove, “geri ver”in ne olduğunu sözcüklerle tarif edemiyordu. Belki de ödemesi gereken bir bedeldi; belki de kendi vicdanının çağrısıydı.

Ve o çağrı, sonunda kırılmayı getirdi.

3. Bölüm – Sessiz Mahkeme

Reykjavik’in dar sokaklarından içeri sızan ışık, yavaş yavaş odanın köşelerini soluk bir turuncuya boyuyordu. Tove hâlâ dairesindeydi; saatler boyunca süren yılların yüklediği suçluluk ve pişmanlık zamanı akışından koparmıştı. Pencere camları ardında görünen şehir artık uzak, soğuk ve yabancıydı; bir zamanlar güvenli hissettiği her köşe şimdi tanımadığı bir labirent gibi geliyordu.

Tove, sandalyeyi masanın yanına çekti. Kibrit kutusunu eline almadı; sanki seçim yapıyormuş gibi görünüyordu ama gölgenin sessiz fısıltısı, görünmez bir ip gibi onu yönlendiriyordu. Düşünce yetisi kaybolmuş, sadece çaresizlik ve korku kalmıştı. Her nefes, kalp atışı odada yankılanıyor, geçmişin suçları ve günahları sanki fiziksel bir ağırlık gibi omuzlarını eziyordu. Elleri titredi; gözleri boşluğa kilitlenmişti; zaman ve mekân kavramı bulanıktı.

Tove’un aklı bulanıktı; iradesi yokmuş gibi hissediyordu. Bir anda alev, hiç kimsenin dokunmadığı bir noktadan yükseldi; önce küçük bir parıltıydı, ardından kıvılcım hâline geldi. Kumaşa değdiğinde dili uzayan, sızan bir ateşe dönüştü; odanın içinde sessiz bir çıtırtı yayıldı. Kırmızı balon odanın köşesinde asılı dururken hafifçe sallandı; gölgesi duvarda, alevlerin kıpırdanışıyla dev bir karaltıya dönüştü. Bu karaltı, Tove’un kendi geçmişinden kaçamadığı suçlarının ve pişmanlıklarının görünür bir izdüşümüydü, odanın dört köşesine sızan bir hayalet gibi.

Alevler yavaşça mobilyalara, aynalara ve kumaşlara yayıldı; her dokunuş bir zamanlar yaptığı hataların yankısını taşıyordu. Tove’un elleri hâlâ boştu ama gözleri boşluğa kilitlenmişti; nefesi ağır, kalbi ise geçmişin suç yüküyle sıkışmıştı. Havanın yoğunluğu, dumanın kokusu ve ateşin sıcaklığı zihnini yavaş yavaş parçalıyor, onu boğuyordu.

Reykjavik’in soğuk gecesi, pencerelerin ardında sessizce uzanıyordu; dışarıdan hiçbir ışık, hiçbir ses bu içsel kıyameti duyamıyordu. Komşular kapıyı kırdığında Tove hareketsiz yatıyordu. Tove, yatağına uzandığında, tüm yılların yükü sessiz bir çığlık gibi göğsünde birikti; ama sesini duyuracak biri yoktu. Kırmızı balonun gölgesi duvarda sanki Tove’un yokluğunu ilan ediyordu.

Cenaze günü geldiğinde, tabutun üstünde tek bir kırmızı gül nazikçe eğildi. Reykjavik’in rüzgârı sanki o gülün eğilişini kutsar gibi hafifçe esti. Gül sanki selam veriyordu. O anda herkes bir adım geri çekildi. Sessizlik derinleşti; insanlar nefeslerini tutmuş, neye tanık olduklarını çözmeye çalışıyordu.

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *