Öykü

Düzmürd

ilham alınan hikâye
KAZILIK KOCA OĞLU YİĞENEK

Bayındır Han ayağa kalktı. Oğuz boylarıyla ilgili gündemdeki tüm meseleler konuşulup iyi kötü karara bağlandığına göre artık bugünkü sohbeti nihayetlendirebilirdi. Toprağa serilmiş binlerce ipek halı üzerinde muhabbet edip eğlenen halk, Hanlarının ayaklandığını görünce yavaş yavaş sessizleşti. Herkesin gözü, gökyüzüne yükselen koca çadırının önündeki yiğide kaydı. Şaraplar, etler, bin bir çeşit yemişler ağır ağır sofralara bırakıldı. Bayındır Han, makul sessizliğin oluştuğunu görüp son sözlerini diyeceği an, vezirlerinden biri yerinden kalkıp sendeleye sendeleye Han’ın önüne yürüdü. Diz çöktü.

“Kim ola ki o?” dedi uzaklardan, gözü görmez çok yaşlı bir adam.

“Kazılık Koca,” dedi yanındaki adam.

“Dur bakalım ne diyecek. İş görmüş, işe yarar adamdır Kazılık Koca.”

Kazılık Koca, fazla şaraptan zayıflamış bedenine hiç uymayan sert ve dik bir bakışla baktı Bayındır Han’a. Gür ve güçlü bir sesle konuştu: “Bir akın diliyorum Han’ım senden. Uzun zaman oldu ki dağlar tepeler geçmedim, kaleler burçlar görmedim, çarpışmadım yaban savaşçılarla. Çok zaman oldu ki kılıcıma kan değmedi, yiğitliğimi unuttum Han’ım. İzin ver bir akın yapayım, topraklarımıza toprak, gücümüze güç katayım. İzin ver Oğuz adını yere göğe bir daha duyurayım. İzin ver Han’ım adına kılıçlar şangırdasın, atlar şaha kalksın, kanlar dökülsün. İzin ver Han’ım.”

Bayındır Han şaşırmıştı ama gururlanmıştı da. Şöyle bir baktı beylere, halkına. Kimseden çıt çıkmıyordu. “İzin veriyorum Kazılık Koca. Nereye dilersen git.”

* * *

“İzin verildi Komutan Quasilic. Stratejik ortaklıklarımızın bulunduğu asteroitler dışında hangisine dilersen gidebilirsin.”

Komutan, kralı selamladı ve memnuniyetle yerine geçti.

“Konsey’in bugünkü oturumunu kapatıyorum. Hologramla aramıza katılmış veya bizzat burada bulunan tüm üyelerimize teşekkürler.”

Masalardaki insanların çoğu bir anda ortadan kayboldu. Hâlâ fiziksel olarak orada olan bir düzine konsey üyesiyse şakaklarına yerleştirilmiş mikro-kuantum bilgisayarlarını konseyin network’ünden çıkarır çıkarmaz yerlerinden ayrıldılar. Salondan son çıkan, Enceladus şarabını biraz fazla kaçırdığı için kendini tuhaf hisseden Quasilic oldu. Emrindeki tüm tecrübeli askerleri acil bir toplantıya çağıran notu göndermeden masasından ayrılmak istememişti.

Titan yörüngesindeki yirmi beş uzay aracı, sefer için hazırlıklarını tamamlar tamamlamaz asteroit kuşağına yöneldi. Asteroitlerdeki yüzlerce yerleşimden Düzmürd adındakini seçmişti Komutan Quasilic. Düzmürd herhangi bir asteroit birliğine bağlı değildi. Hacmen küçüktü ama kaynaklarının bol olduğu söylentileri dilden dile yayılmıştı. Buna rağmen onca güçlü uzay kuvveti tarafından ele geçirilmemiş olması şaşırtıcıydı. Ama bu çok uzun sürmeyecekti.

Quasilic, komutanlara hücum emrini verdi. Birbirinden güçlü, donanımlı, silahlı yirmi beş gemi aynı anda harekete geçti.

* * *

Binbaşı Kazelik, sağ ve sol elleriyle kavradığı mekanik kolları ileri geri hareket ettirdikçe, içinde olduğu dev makine Düzmürd Kalesi’ne doğru ağır ama güçlü adımlar atıyordu. Makinenin metal bacakları yere çarparken çıkan tok ses komutanın her zaman çok hoşuna gitmişti. Arkasında ve yanında ilerleyen, benzer makine kullanan yüzlerce askerin de muhtemelen hoşuna gidiyordu. Yoksa bu buharla çalışan ağır ama güçlü cihazlarla uğraşmak yerine daha çevik makineler kuşanır, daha hafif silahlar kullanır, makine yağı kokusuna katlanmak zorunda kalmazlardı. Ama hantal da olsalar bu makinelerin silahları hepsinden güçlü, darbeleri hepsinden şiddetliydi. Tepesindeki top, onlarca askeri birkaç saniye içinde telef edebilir, ön kısmındaki koçbaşı, en sağlam kale kapılarını yıkıp geçebilirdi. Dolayısıyla onlar yürüdükçe sisler içinde belirginleşen Düzmüzd kalesinin hiçbir şansı yoktu. Buhar makinelerinin gücüne gece çökene kadar bile dayanamazlardı.

Kazelik’in zaferden emin gülümsemesi sadece birkaç dakika daha sürdü. Kale kapıları açıldı. İçeriden altın ve gümüş renklerine boyanmış, iki düzine makine arka arkaya çıktı ve kalenin önünde sıra oldu. Güneşin altında pırıl pırıl parlıyorlardı, sanki fabrikadan az önce çıkmışlardı. Makinelerin hiçbir eklemi gıcırdamıyor olmalıydı ki, her hareketleri süzülür gibiydi. Kendi makinelerinden biraz daha ufak ama daha zarif ve hızlıydılar. “Silahları hazırlayın,” diye bağırdı Kazelik. Makinenin tepesinden ses güçlenerek etrafa yayıldı ve herkes emri duydu. Makineler gümbür gümbür seslerle birbirlerine yaklaştılar. Silahlarını ateşlemeye hazırlanarak kaleye yaklaştılar.

“Ateş!” diye emretti Kazelik. O anda öyle bir kıyamet koptu ki, yer üstündeki ve altındaki tüm hayvanlar kaçıştı. Onlarca top mermisi, altın ve gümüş renkli düşman makinelerine çarptı. Makineler sarsıldı, bazılarından dumanlar çıktı ama çoğu sapasağlam kaldı. Makineler el benzeri uzuvlarını kaldırdılar ve bu kez onlar Kazelik’in makine ordusuna ateş ettiler. Neyse ki, Kazelik’in makineleri fazlasıyla sağlamdı. Bu minik mermilerden neredeyse hiç zarar görmedi. İki taraf da birbirine bu şekilde pek zarar veremeyeceğini anlayınca göğüs göğse çarpışma için hücum ettiler. Makineler çarpıştı, metalik sesler yeri göğü inletti. Saatlerce savaştılar, birbirlerinin uzuvlarını kopardılar, hareket edemez hale getirdiler, ezdiler, büktüler, kırdılar. Bir o tarafın makinesi kullanılmaz hale geldi, bir bu tarafın. Bir türlü kimse üstünlük sağlayamadı. Derken kale kapısı tekrar açıldı. Kapıdan üç makine boyunda, elinde dev bir gürz olan bir şey çıktı. Rengi gece kadar siyahtı. Görünüşü zırh giymiş dev bir insan gibiydi. Kazelik görür görmez bu yeni düşmana yöneldi. Zor olacağını biliyordu ama bir yerden başlamak lazımdı.

* * *

Tek gözlü dev ininden çıkar çıkmaz, savaşçı Kazes saldırdı. Hazırlanmasına fırsat vermeden yere yapıştırmak istiyordu yaratığı. Dev sağa sola böğürürken sol tarafından yaklaştı. Yerden güç alıp öyle bir zıpladı ki devin ensesine kadar yükseldi. Kılıcını ensesine tüm gücüyle indirdi. Ama kılıç bir kayaya çarpmış gibi geri sekti. Dev, darbeyi hissedince arkasını döndü ve şaşkın şaşkın bakan Kazes’in başına gürzünü salladı. Kazes darbeden kaçınmak için elinden geleni yapsa da gürz başını sıyırıp omzunu ezdi. Boynunun arka tarafından kan fışkırdı, dedesinden yadigâr kılıç yere düşüp şangırdadı. Bayılmadan önce gördüğü son şey kılıcından yansıyan güneş oldu.

Kazes’in, devin yandaşlarıyla savaşan askerleri bunu görünce can derdine düşüp kaçıştılar. Kaçarken birkaç düşman daha öldürdüler ama o dev oradayken ne Kazes’i kurtarabilirlerdi ne de yaratığın inini ele geçirebilirlerdi. Son gördükleri, devin askerlerinin Kazes’i alıp ine taşımaları oldu. Kazes’in yandaşları sonraki on altı sene içinde altı kere daha onu kurtarmaya gelecek ama hepsinde de başarısız olacaklardı.

* * *

Yigenek su kubbesinin doğu tarafında, uçsuz bucaksız okyanus altı manzarasını seyrediyor, ara sıra içkisini yudumluyordu. Dalgındı her zamanki gibi; mutsuzdu, anlam arayışı içindeydi. Yüz binlerce kişiyi Atlas Okyanusu’nun dibinde sağ salim tutan şu kubbeyi yaratabilmiş teknoloji, onun mutsuzluğunu gideremiyordu. Keşke eski bir yöneticinin oğlu olacağına, fakir bir ailenin çocuğu olsaydı. Sık sık baş gösteren kubbelerarası savaşlara katılamıyordu mesela, belki alt sınıf bir asker olsaydı hayat daha anlamlı gelirdi. Babasız büyümüş olmak mı yaratmıştı acaba içindeki bu tarifsiz boşluğu? Yoksa açık havayı, gökyüzünü, güneşi, ayı, yıldızları, bulutları hiç görmemiş ve görmeyecek olmak mı? Keşke bu kubbeden çıkıp yukarı çıkabilmenin bir yolu olsaydı. Yukarı çıkar, derin bir nefes alır ve ölürdü. Son. Mutluluk.

“Oo Yigenek, yine içiyorsun,” dedi arkasından bir ses. Düşüncelerinin bölünmesinden hoşlanmamıştı ama sesin sahibini tanıdığı için zoraki gülümseyerek döndü. Kendinden beş yaş büyük ama tavırları çocuktan farksız olan kuzeni Budak ve iki arkadaşını gördü. Zoraki selam verdi. Budak tam beklediği hareketi yaparak teklifsizce yanına oturdu. “Biz de aldık birkaç şişe. Hep beraber götürelim,” diye güldü. Arkadaşları da geri kalmadılar.

Bir iki saat boyunca havadan sudan konuştuktan ve kafalarını güzelleştirdikten sonra Budak iğneli laflarla Yigenek’i sürekli rahatsız etmeye başlamıştı. İstese kalkıp evine dönebilirdi ama onu da istemiyordu. Yüzlerce balığın dans ettiği, kubbeden yayılan yapay ışıkla parıldayan manzarayı seyrederek biraz daha düşünmek istiyordu.

“Budak, güldük eğlendik yeter. Ben biraz daha kalacağım ama siz kalkarsınız herhalde.”

Budak’ın sırıtışı eridi. “Dünkü bebe bizi yerimizden kovuyor, baksana şuna,” diye tekrardan kahkaha attı.

“Peki, ben kalkayım o zaman. Siz keyfinize bakın.”

“Yok öyle. Daha muhabbetimizi bitirmedik. Daha anlatacak yatak maceralarım var, dinle de feyiz al abinden.”

Yigenek bir şey söylemeden ayağa kalktı. Boş şişeleri toparlarken Budak ensesine bir şaplak indirdi. “Nereye gidiyorsun oğlum, otur dedik. Gören de babasını Düzmürd’den kurtarmaya gidiyor sanır.”

“Ne saçmalıyorsun gene sen ya? İyice zıvanadan çıktın.”

“Oğlum, hakikaten bak, bana laf atacağına git babanı kurtar. On altı senedir hıyar gibi yatıyorsun.”

“İyice kafa gitti değil mi senin? Kim bilir kimle karıştırıyorsun beni? Hadi siz keyfinize bakın, ben gidiyorum.”

“Kazılık oğlu Yigenek’sin sen. Benden beş sene sonra doğmuş kuzenimsin. Doğru mu?” diye bağırdı birkaç adım atmış gencin arkasından. “Babası savaşta esir düşmüş, ama kurtarmaya kalkıp da başına iş açmasın diye kimsenin söylemediği saftiriksin. On altı sene önce baban o Düzmürd Kubbesi seferinde ölmedi, esir düştü. Her sene de mesaj gönderiyorlar Bayındır Başkan’a. Yiyorsa gelin, adamınızı alın diye.”

Yigenek’in dudakları kurudu, yüreği sarsıldı. Şişeleri orada bırakıp Kubbe’nin ortasına doğru koştu. Kubbe Başkanı Bayındır’ın yanına.

* * *

Altıncı dereceden çırak büyücü olan Yegiin, hiç olmadığı kadar kararlı bir şekilde baş büyücünün odasına girdi. Gümüş sakallı baş büyücü Ba-Ender masasının başında Anka kuşu tüyünden yapılmış kalemle bir parşömene yazı yazmaktaydı. Başını kaldırmadan tüyü mürekkebe daldırırken ağır bir sesle konuştu: “Hoş geldin Yegiin, bu konukluğunu neye borçluyuz?”

Genç adam yutkundu. Ters bir şey söylemesine ramak kalmıştı ama baş büyücüye ses yükseltmek bile yakışık almazdı. “Konuyu biliyorsunuz efendim. Siz ki duygularımı, düşüncelerimi daha ben içeri girmeden okuyabilecek kadar kudret sahibisiniz.”

Ba-Ender kalemi bıraktı, genç büyücünün yüzüne baktı. “Bu günün geleceğini biliyordum. Babanın ölmediğini elbet öğrenecektin Yegiin. Bana kızgınsın farkındayım, ama bu okulda sana azıcık empati yeteneği verebilmişsek, bunu neden yaptığımın da farkındasındır.”

Yegiin cevap vermek için dudaklarını araladı ama ne diyeceğini bilemedi. Aslında anlamıyordu bunun neden ondan saklandığını. Babası kara büyü üstatlarından birinin elinde on altı senedir esirken nasıl bu bilgiyi gizleyip rahat edebiliyorlardı? O Budaika denen beceriksiz bile bildiği halde kendisinin nasıl haberi olmazdı?

“Babanı kurtarmak için en güçlü büyücülerimiz altı kere sefer düzenledi Yegiin. Öyle elimiz kolumuz bağlı oturmadık. Defalarca denedik ama başarılı olamadık. Gücümüzü arttırmadan tekrar denemek hiçbir işe yaramaz. Sadece aptallar hiçbir değişkene dokunmadan tekrar dener.”

“Ama bu sefer ben varım,” dedi Yegiin güçlü bir sesle. “Geleceğin en güçlü büyücülerinden biri olacağımı siz bizzat söylemiştiniz bana. Arkadaşlarımın gözü önünde defalarca övdünüz. O dediğiniz değişken benim. Kazelik daha önce gidenlerin babası değildi, ama benim babam. Büyünün nasıl işlediğini bize öğretirken asıl mevzunun inanç olduğunu, büyücüler arası farkın sadece manevi gücü fiziksel boyuta yansıtabilmek olduğunu öğretmiştiniz. Şu an içimdeki ateş, inanın bana, beni en güçlü kara büyücüden daha güçlü kılacak kadar kuvvetli.”

Başını salladı baş büyücü. Önündeki parşömeni hafifçe üfleyip ona uzattı. Sakin bir sesle “Bu yazdığım neydi biliyor musun?” dedi. “Sana Düzmürd seferinde eşlik edecek yirmi dört büyücü için ferman.”

Yegiin, parşömeni aldı ve başını saygıyla eğip odadan çıktı.

* * *

Babasından kalan yeleği hiç çıkarmadığı için adı Yelek Ali kalmıştı. Beyoğlu’nun müstakbel kabadayılarından biri olarak görülüyordu. Senelerdir öldü sandığı babası Kazıklı Adem’in Edirne’deki bir külhanbeyinin elinde on altı yıldır esir olduğunu öğrenince küplere binmiş, Konstantiniyye’nin baş kabadayısı Çekiç Orhan’ın yanına varmıştı. Çekiç Orhan, Yelek Ali’yi doğduğu günden beri tanırdı. Haksızlığa göz yummayan, gözü pek bir delikanlıydı. Tek zayıf noktası biraz fazla duygusal olmasıydı. Bu yüzden de babasının peşine düşüp telef olmasın diye babasının esaretinin çocuğa söylenmesini yasaklamıştı. Ama bir boşboğaz yüzünden az önce çocuğa gerçeği itiraf etmek zorunda kalmış, çocuğun gözlerindeki alevin hiddetine karşı duramayıp şehrin yirmi dört has kabadayısının adını vermişti. Ve şimdi cihan devletinin tarihinde görülmemiş bir şey olacak, yirmi dört kabadayı, bir çocuğun babasını kurtarmak için asker misali sefere çıkacaktı.

Karaköy’den Tünel’e hüküm süren Kör Memed’den Unkapanı’nın namı yedi düvelde bilinen yiğidi Karga Osman’a, Eyüp’ün namlı kabadayısı Çeşmeci Recep’ten Üsküdar civarının haracını toplayan, günde üç okka tütün içmesiyle meşhur Sarıbıyık Ömer’e, tokadının önünde durulmayan Kadırgalı Seyfi’den aynı anda iki yerde birden olabildiği rivayet edilen Bursalı Deli Dündar’a, tam yirmi dört yiğit ne kadar silahları varsa topladılar ve kendilerinden en az yirmi yaş küçük Yelek Ali’nin arkasında Edirne yoluna düştüler. Trakya’yı tek başına haraca bağlamış, acımasızlığıyla ve yenilmezliğiyle bilinen, mekânına Düzmürd adını vermiş Direk Tayfur’u Allah’ına kavuşturup, neden bilinmez yıllardır esir tuttuğu eski namlı kabadayı Kazıklı Adem’i kurtarmak için ant içtiler.

* * *

“Hiç uslanmayacaksınız değil mi?” diye güldü Düzmürd vampiri. “Uslanmayın tabii. Baştan beri biliyordum, sizden birini kaçırıp esir tutmak, sizin tamamınızı bir seferde öldürmekten daha mantıklı. Her sene tekrar tekrar geliyorsunuz ve bana kanlarınızı taze taze içme fırsatı sunuyorsunuz. Eğer ilk savaşta hepinizi öldürseydim, bir seferliğine ziyafet çekmiş olacaktım. Ama şimdi, tekrar tekrar çekiyorum.” Yeri göğü inleten bir kahkahayla bitirdi sözlerini. Karşısındaki zavallı insanlara baktı kızıl gözleriyle. Ellerini kaldırdı. Şatosunun pencerelerinden çığlık çığlığa onlarca yarasa birden çıktı. Ellerindeki kazıklar, sarımsaklar, bulabildikleri tüm kutsal eşyalarla gelmiş yüzlerce insana hücum ettiler.

“Bu sefer bir fark var,” diye kükredi Yegenek. “Bu kez ben de geldim.”

“Sen kimsin insancık?”

“Ben o esir tuttuğun Kazlek’in oğluyum.”

“Hahaha. Demek sütten kesildin.”

“Bugün yok olacaksın Düzmürd vampiri.”

“Ne kadar güçlü olduğumu bilmiyorsun anlaşılan, zavallı insanoğlu.”

“Asıl senin bilmediğin bir şey var. Babam sıradan bir insan belki ama… Annemin kanında kurt kanı da vardı.” Genç adamın dolunayın ışığında görünen parlak yüzü bir anda tüylendi. Saçları uzadı, boynu kamburlaştı. Kolları, bacakları, tüm vücudu irileşti, kaslandı. Giysileri parçalanıp yere döküldü. Pençeleri, daha vampir ne olduğunu anlayamadan ensesine saplandı. Kurt adam, vampiri yere serip birkaç saniye içinde paramparça etti. Efendilerinin öldüğünü fark eden yarasalar savaşı bırakıp kaçıştılar. Kurt adam, şatonun kapısından girerken tekrardan insana dönüşmeye başlamıştı bile. Dışarı çıktıklarında Kazlek ve çıplak vücudunu bir battaniyeyle sarınmış oğlu göründü.

* * *

Yigenek babası ile nihayet buluştu. Sarıldılar, öpüştüler, koklaştılar. Issız yerin kurdu gibi uluştular. Döndüler, evlerine geldiler.

Dedem Korkut gelip destan söyledi, deyiş dedi. “Bu Oğuznâme Yigenek’in olsun,” dedi.

Dua edeyim Han’ım:

“Yerli kara dağların yıkılmasın. Gölgeli koca ağacın kesilmesin. Ak sakallı babanın yeri cennet olsun. Ak pürçekli ananın yeri cennet olsun. Ahir sonu arı imandan ayırmasın. Ak alnında beş kelime dua kıldık kabul olsun. Günahınızı adı güzel Muhammed Mustafa’nın yüzü suyuna bağışlasın Han’ım hey!”

Gökcan Şahin

Hem hayalperest, hem sayısalcı bir kafayla dünyaya geldim; hem mühendis hem yazar oldum. Başta bilimkurgu ve fantastik kurgu türlerinde olmak üzere pek çok öyküm, çeşitli edebiyat ortamlarında yayınlandı, ödüller aldı. Bir yandan mesleğimi yaparken bir yandan da yazmaya, hayal kurmaya ve yaratmaya devam ediyorum.

Düzmürd” için 6 Yorum Var

  1. Harika bir öykü olmuş demek yanlış olur, onun yerine harika bir öykü demeti olmuş demek lazım. Potpori gibi olmuş, ne ararsan var. Eline sağlık. 🙂

  2. Hmmm beklemediğim kadar iyi bir öyküydü, ufak hatalar olsa da konunun gidişatı o açığı çok güzel kapatıyor. Konu olarak daha uzun bir öykü olmasını temenni ederdim gerçi, şöyle aksiyonu bol. Kalemine sağlık ;).

    1. Ben de daha uzun bir öykü olmasını temenni ederdim aslında ama orijinal öyküye bağlı kaldım, bu kadar çıktı. 😛 Çok teşekkürler yorum için.

  3. İlk defa gördüğüm(birkaç yerde benzerine denk geldiğim halde bu kadar istikrarlısını pek görmemiştim) ve çok beğendiğim bir anlatım tekniği benimsemişsin. Bu tarz bir öykü için muhteşem olabilirmiş.
    Bazı yerlerde(belki bilerek ama)kelime tekrarlarına girmişsin. Birbirinden ayrılan öyküleri, geçtikleri diyara göre bir tarzda yazmaya çalışmışsın ama o diyarın kokusu pek sinememiş, çok hafif kalmış. Anlattığın şeyleri çok hızlı geçmişsin ki okurken herhangi bir duyguya giremedim ben.

    Yine de, teknik çok güzeldi ve ara öykülerdeki diyarları çok doğru yerleştirmişsin.

    Daha eli yüzü düzgün bir eleştri yazmak isterdim 🙂 kusuruma bakma. Biraz hastayım bugünlerde.
    Tebrik ederim, yaratıcı bir öyküydü ve bana bir şey kattı. Bu yüzden, teşekkür de ederim:)

    1. Düşününce ben de bu tarzın direk bu şekilde kullanımına hiç rastlamadım sanırım. Aslında biraz kolaya kaçmaktan kaynaklandı. Düşündüm düşündüm, ben bunu nasıl bir ortama uyarlasam; vampirler mi olsun, uzay savaşları mı olsun, Osmanlı dönemi mi olsun, steampunk esintili bir şeyler mi olsun, okyanus altı post-apokaliptik bir dünya mı olsun vs.? Karar veremedim, hepsi olsun dedim. 🙂

      Bence yeterince eli yüzü düzgün bir eleştiriydi, teşekkür ederim. Geçmiş olsun ayrıca. 🙂

Gökcan Şahin için Yorum Yap Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *