Öykü

Evliya Çelebi Mahlukâtnâmesi

KIYMET GAZETESİ

Erdal Eskici

13 Eylül 2023

 

Seyahatnâme aslında bir mahlukâtnâme mi?

Bugün ilginç bir konuyla köşeme dönüş yapmak durumunda kaldım. Uzun bir süredir inzivaya çekilmiş yazılacak yeni konular ararken ne hikmetse konu geldi beni buldu. Yaşı henüz kemale ermemiş bir genç kapımı çalıp beni inzivamdan alıkoymaya çalışırken onu ilk başta ciddiye almayıp yanımda işlerimi gören Selim Efendi vasıtasıyla defalarca yollamak zorunda kaldım. Fakat iş içinden çıkılacak gibi olmadığı an en azından bir kahvenin hatırına daha da kapımı çalmaz diye genci buyur etmek zorunda kaldım. Kaldı ki Selim Efendi de artık sabrının sonuna gelmişti. Benim gibi eski bir kulağı kesiğin evinden yaka paça bir genci dışarı attırdığı gibi bir haberle bir başka köşe yazısına konu olmaktansa en azından şu meraklı genci dinleyeyim dedim.

Kütüphaneye geçtiğimizde gözleri önce kitaplığıma takıldı kaldı, içeride kahvelerimiz pişerken göz hakkını iyice alsın diye ses etmedim. Biraz kitaplıkların etrafında dolandıktan sonra sanki o kapı çalışların yarattığı yorgunluktan mıdır nedir derin bir nefes koyuverdi.

“Sizi ne zamandır görmek istiyordum Erdal hocam,” deyiverdi.

“Estağfurullah hoca değil gazeteciyim.” Üstünde durmadı, doğrudan konuya girdi.

“İlginç bir şey keşfettim ama bunu sizden başka kimse dinlemez diye,” gencin sözünü o an kestim.

“Önce bir soluklan da bir tanışalım genç adam,” dedim.

Oturduk tanıştık, heyecanlı bir çocuk. İsmini tam anlamıyla yazı içinde zikredip etmemek için sual ettiğimde ismini kısaltarak soyadını ise açık bir şekilde verebileceğimi söyledi. Soyadı sıklıkla kullanılır bir soy admış. A.C. Özdemir adında, bilinmez tarih ummanından çıkmadan hayat galebeleriyle boğuşan bir çocuk. Çocuk dediğime bakmayın benim için öyle, otuzu ya var ya yok. Bir iki hasbihal ettikten sonra hayat hikâyesini de öğrenmiş bulunduk. Etik gereği hepsinden bahsedemiyorum ama tahsilli bir tarihçiymiş, çeşitli zamanlara göre ilginç şeyler bulup çıkarırmış ama şu ana kadar hiçbirini benim önüme getirememiş, son buluşuna kadar.

Osmanlı arşivinden çıkmadığı zamanlar olurmuş, işte o zamanların birinde artık nasıl gözden kaçtıysa kalınca bir kitap bulduğunu söyledi. Yanında getirmesine izin vermemişler ama teknoloji malumunuz hepsinin fotoğrafını çekmiş, hemen bilgisayarımın başına geçip fotoğrafları teker teker açtım. Bulduğunu söylediği kitabın üzerinde herhangi bir imza yok, ama IV. Murad’a ithafen yazılmış, başlığı da MahlukâtnÂme. Bazen böyle metinlerin çıkacağını bunda ilginç olanın ne olduğunu sordum. İlginç çıkarımlarda bulundu, bazı fotoğraflar gösterdi. Yazan kişi kendisinin doğrudan Evliya Çelebi olduğunu beyan etmekle beraber orijinal seyahatnameyle de doğrudan ilişkili birtakım bilgilerle dolu. Haliyle hem köşemizin karakter sınırından hem de genç arkadaşın hepsini kendisinin yayınlamak istemesinden dolayı – ki bir takdir görür ve keşfedilirse bu kitabın tamamını yayınlayacağını iletti – bütün bilgileri veremeyeceğim. İlgimi çeken noktaları da sizlerle paylaşmak istiyorum. Öncelikle orijinal seyahatnamenin içerisinde Evliya Çelebi’nin seyahat etmesinin temel unsurlarından birisinin gördüğü bir rüya olduğundan bahsedilir. Bu rüyada bir sahabeyle karşılaşır ve sahabenin telkiniyle seyahat etmeye başlar. Önümüzdeki kitapta da benzer bir başlangıç var ama bu rüyanın öncesinde Evliya Çelebi’nin kendisini uzunca anlattığı bir kısım da var, o dönemin İstanbul’unda yaptığı işler sarayla ve saray halkıyla olan ilişkileri, ailesinin serveti gibi şeyler. Bu kadar mühim bir eserin arşivin derinliklerinde kalıp genç bir adamın eline geçmesi ise çok ilginç. Gencin gösterdiği şeyler zırva, kandırmaca değilse bu olaylar çok su götürür, demedi demeyin.

Evliya Çelebi’nin rüyasına gelirsek, seyahati başlatan olay önümdeki Mahlukâtnâme adlı eserde şöyle anlatılıyor.

“….”

Vakit geldi de geçiyor. Önümde Musa Amca’nın hediyesi değerli bir kitap vardı. Mumlar sönmeye yüz tutmuş kendimi ayakta tutmaya çalışırken birden içim geçivermiş. Gözümü açtığımı zannettiğim yer koca bir cami, yüzlerini nurdan göremediğim cemaat kafasını hemen mihraba çevirmiş imamı bekliyor. Belki de gerçekten gözü rüyada açıyoruz, Allah hayırlısını eylesin.

Cemaatin en arkasında kalmışken önümdeki koca boşluk beni cemaat safının en önüne davet ediyor gibiydi, her ne kadar bu kadar nur yüzlü insanın içerisinde benden çok hak eden vardır diye gidemesem de kendimi safların en önüne doğru yürürken buldum. Nur yüzlülerin arasından geçerken hem ürküyor hem de kendimi huşu içerisinde hissediyordum. Sonunda cemaatin ön safına varmıştım. İmam daha mihraba gelmemiş dizlerimizin üzerinde bekliyorduk. Sonra yanımdan bir ses duydum.

“Geldin mi Evliya?”

Yüzümü dönmeye ilk başta korksam da sonradan selam verir gibi kafamı sağa çevirdiğimde sürme gözlü yaşlıca bir zat yüzüme bakıyordu.

“Siz kimsiniz?”

“Ben Ebu Vakkas oğlu Saad’ım. Tatar Han’ın yardıma ihtiyacı vardır.”

Rüyanın içerisinde son hatırladığım an buydu. Uykuyla uyanıklık arasında sertçe vurulan bir şey beni uyandırmıştı. Gözümü araladığımda sönmeye yüz tutmuş mumumun hâlâ yandığını gördüm, kitabım ise döşeğimden yuvarlanmıştı. Kapı çalıyordu, hem de çok sert. Aklıma kötü şeyler gelmişti, birine bir şey mi olmuştu, bu saatte çalınan kapı uğursuzluktu. Hemen ayağı kalktım koşa koşa kapıya meylettim. Bir de baktım ki kapıda üç tane yeniçeri.

“Ne oldu ağalar,” diye sormaya kalkmadan “Kalk hele Evliya Çelebi, bizle gelirsin. Hünkarımız seni bekler.”

Bu saatte çalınan kapı gerçekten uğursuzluktu. Hünkarın bu saatte bir kuluyla işi olması hayır işi değildi. Kalktım, hazırlandım. Yeniçerilerle beraber saraya doğru yürüdük ve Divan’ın içerisinde büyük bir kalabalık sanki beni bekler haldeydi. Büyük bir kış günü, lapa lapa kar yağarken titremem soğuktan değil korkudandı. Hele orada hünkarın sert bakışlarıyla karşı karşıya kaldığımda ne yapacağımı bilemez haldeydim. Henüz o dönemde sadrazam olmayan Topal Recep Paşa beni ithafen hünkara tanıttı ve anlatmaya başladılar.

Dün gece vakti padişah uykusundayken ayak yoluna gitme ihtiyacı hissetmiş ve kalkmış. Sonradan dinlediğim hikâyelerde ayak yolu ihtiyacı değil de sabah namazı için abdest almaya kalktı diyenler de var. Her neyse. Sarayın içerisine nasıl girdiği bilinmeyen iki tane suret hünkara saldırmış ama o sırada arkasından onu takip eden kapıkullarından birinin gürzünü kapan hünkâr kafalarını ezmiş geçmiş. Acıyamadım, Allah taksiratlarını affetsin de diyemedim. Saray doktoru Haim Efendi ve Şeyhülislam Müftü Efendi saldıranlara bakarken dişlerinde bir farklılık, vücutlarında da insana ait olmayan şeyler keşfetmişler. Sonra da meftalar buharlaşmış, uçmuş gitmiş. Herkes şaşkınlık içindeyken geçmişi kurcalayan Müftü Efendi bunların obur olduğuna hükmetmiş. Eflak’da Bogdan’da çok görülür, insanların kanlarını içer mahlukatlarmış. Uzun süredir ses soluk yokmuş ama onlardan başkası da olamazmış gelenler. Artık nasıl olduysa – benim tanıma göre olayın sarsıcı etkisinden – padişahı da buna ikna etmişler, en azından bu işten anlayan birilerini olayı soruştursun diye görevlendirelim demişler.

Topal Paşa da benim kitaplara olan ilgimi bildiğinden ailemin de sarayla olan ilişkilerine güvendiğinden dolayı benim adımı söylemiş.

Uzunca süre konuştuk, ettik. Planladık ve yola çıktık.

İşte bu kulun Devlet-i Aliyye topraklarını dolaşma fikri böyle ortaya çıktı. Hünkara da bu seyahati yazacağımı, ortaya çıkan kitabı da ona ithaf edeceğimi söyledim. Allah utandırmasın.

Esirgeyen ve bağışlayan Allah’ın adıyla.”

A.C. Özdemir’in yayınlamama izin verdiği kısımlar bundan ibaret. Keşke gerisini de gösterebilseydim ama özellikle bu yazıdan sonra bu metni çözümleme işine ağırlığını daha çok vereceğini bir seneye kalmadan ilk kısmını çıkaracağını söyledi.

İki farklı Evliya Çelebi kitabının şayet gösterilen şey doğruysa olmasının aklıma gelen temel bir sebebi var. Günümüzün de problemlerinden birisi. Sansür. Mahlukâtnâme adlı bu eserin ağırlığından kaynaklı olarak ya Evliya Çelebi ya da ondan sonra gelen herhangi bir müellif bu eseri hafifletip korkutuculuğundan arındırarak günümüzdeki seyahatname haline getirmiş olabilir. Her ne olduysa ilginç bir ikilem.

Fırsatçıların, mahlukâtların içerisinde kalan, saray komplolarına karşı durmaya çalışan bir Evliya Çelebi profili çizilen bu eserde yıllardır gördüğümüz, bildiğimiz seyahatnamenin dışında bir Evliya Çelebi’yle tanışıyoruz. Sherlock Holmes’u andıran keskin bir zeka, Nef’i gibi nüktedan tavırlı bir Osmanlı hazerfeninin hayatının büyük bölümü önemsiz bir genç tarafından bulunduğu iddia edilen bu eserin içerisinde yer alıyor. Umuyorum ki ilerleyen zamanlarda bu eser gerçek çıkar, umarım kandırılmamışımdır, ömrümün sonlarında da olsam bu yeni Evliya Çelebi’yi tanımayı çok istiyorum.

Bir dahaki yazıda görüşmek dileğiyle.

Alaattin Cem Özdemir

Öne Çıkan Yorumlar

  1. Avatar for Tharnel Tharnel says:

    Eline sağlık çok beğendim. Umarım Cem bizi çok bekletmez de bu Mahlukâtnâme’nin ilk kısmını yakında görürüz. Merakla bekliyorum :smile:

Söyleyeceklerin mi var? Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.

Yorum Yapanlar

Avatar for Tharnel Avatar for acemozdemir

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *