Son bir haftadır İstanbul’a yıllardır görülmemiş şekilde lapa lapa kar yağıyordu. Kar kalınlığı yüksek semtlerde bir metreyi çoktan bulmuştu. Cinayet büro başkomiserliğine terfi ettirilmiş olan Dörtcihar Yılmaz, emniyetteki en yakın kadın arkadaşı olan kriminal laboratuvarı teknisyeni Hülya Baştaş’ın evine misafirliğe gitmişti. Hülya, Hülya’nın kedisi Popdı Fransis ve köpeği Martin Lüter’le beraber kaloriferlerin, dışarıdaki soğuğu içeri sokmamaya ant içmiş sıcağında her beraber oturmuş, sohbet ediyorlardı. LG hoparlöre bağlı telefonun playlist’inde The Communards’tan bu şarkı çalmaya başlamıştı.
Soon we will be together
Until then so cold the night
Soon we will be together
Until then so cold the night
Hülya: İstanbul’a böyle bir kış geldiği zaman insan, sokaktaki binlerce kediden biri gibi bir kalorifer dairesi bulup sığınmak istiyor.
Dörtcihar: Amma da yaptın! Bir kedi gibi kıvırılacaksan lüks bir evde bakılan bir kedi olmak iste bence. Niye bir apartmanın kirli kalorifer kazan dairesini seçeceksin ki?
Hülya: İyi de bir sürü kedinin lüks ve yumuşacık koltuklarda yatma şansı yok. Bunların çoğu sokakta yaşıyorlar ama bazıları biz insanlar onlara yer sağladığımız sürece mutlular işte.
Dörtcihar: Tamam tamam bana hayvav-sever propagandası yapma. Müstakbel kocanla balayında nereye gidecekseniz gidin siz, ben bakarım hayvanlarına. Kendi aramızda çok anlaşamayız ama idare ederiz.
Hülya: Balkanlar diyor Hüdayi.
Dörtcihar: Bu kara kışta mı?
Hülya: Neden? Sen ocak ayında, soğuğunu da göreyim diyerek Moskova’ya gitmemiş miydin?
Dörtcihar: Hadi ben manyağım da… Ya siz?
* * *
Hülya’nın Kayserili iş adamı Hüdayi Rahmetoğlu ile iki ay içinde tanışıp evlenme kararı alması Dörtcihar’ın pek hoşuna gitmmişti. Yine de başından üç nişanlılık geçtiği halde kırk yaşında ve hâlâ bekâr olduğu için evlenme arzusuyla yanıp tutuşan arkadaşının muradına eriyor olması onu sevindirmişti. Hülya’nın annesi ve babası bir trafik kazasında ölmüş ve tek erkek kardeşi çekilişle Green Card kazanıp Amerika’ya yerleşmişti. Çok sevdiği işinden ve iş arkadaşlarından başka kimsesi yoktu. Genç kadın bir de göğüs kanserine yakalanmış ve sağ göğsünü ameliyat masasında bırakmıştı.
Damat adayı Hüdayi Rahmetoğlu ise, muhafazakâr bir aileden geliyordu. Uzun yıllardır Türki cumhuriyetlerde ve Rusya’da mobilya fabrikaları kurarak oralarda yaşamış olan adam, ellili yaşlarını sürüyordu. Vefat etmiş ilk karısı Ukraynalı, boşandığı ikinci karısı Azeri idi ve ikisinden de çocuğu yoktu.
Dörtcihar: Silikon ameliyatı olmaktansa dolgulu sutyen giymeye kararlı mısın hâlâ?
Hülya: Herhangi bir ameliyatla kanserin tekrar tetiklenmesini istemiyorum Dörtciharcığım. Vücudumu böyle seviyorum ben.
Dörtcihar: Bak insanlar sevgiliyken heyecan olsun diye falan tamamen soyunmadan sevişirler. Ama evlendikten sonra daha ne kadar “Sutyenle sevişmek beni heyecanlandırıyoraşkım…” mavalını okuyacaksın bu adama?
Hülya: Sağ göğsümün altında yatay şekilde duran haç şeklindeki yara izini görünce benden soğur diye korkuyorum…
Dörtcihar: Kızım, adam sağ göğsünün orada haç şeklindeki izi görünce senden değil dinden soğuyacak bence!
* * *
Dörtcihar bilirdi ki, Hülya, hayallerinin gelinliği olarak kare yaka dekolteli ve güpür dantelden karpuz kollu gelinliklere bakardı. Nikâhtan üç gün önce soğuğu ve kar yağışını bahane eden damat adayı tarafından kendisine hediye edilen çok pahalı ama hâkim yaka ve uzun kollu gelinliği giymek zorunda kaldı. Gelinliğin içinde bir kuğu kadar güzel ve ziyadesiyle ürkek görünen Hülya, beline kadar upuzun kumral saçları, kuaförün bir hatası olarak telefon teli gibi şekilsiz buklelerle omzuna kadar kısalınca, kocası tarafından hapsedileceği kuleden saçlarını sarkıtarak kurtulmasına imkân kalmadı.
Hülya, nikâh boyunca Dörtcihar’la göz göze gelmemeye çalıştı. Çünkü daha nikâhtan önce hangi gelinliği giyeceğini dayatabilen bir erkeğin, evlenince sevgi dolu bir koca olmak yerine patronluk taslayacağının o da farkındaydı. Nikâhtan sonra Dörtcihar, gözlerinin dolduğunu emniyet mensubu arkadaşlarından gizlemeye çalışarak Hülya ve kocasını balayı için Balkanlar’a uğurladı. Adam bütün Avrupa’yı saran kötü hava şartlarına rağmen “Tuna Nehri’ni gelinliğiyle donmuş olarak görmek her geline nasip olmaz!” diyerek kızı adeta kolundan sürüye sürüye dörtçeker cibine bindirmişti.
Dörtcihar “Nikahta keramet mi kerahet mi vardı acaba?” diye sorgulamadan edemedi. Türki cumhuriyetler ve Rusya yavrusu ülkelerde takılan bir adamın neden gelip Hülya ile evlendiğine yine de bir anlam verememişti. Kansere yakalanmadan önce zayıf uzun boylu ve güzel bir kızdı ama hastalıktan sonra maalesef sıska seviyesinde zayıflamıştı. Kendi adına evlilikten pandemi misali uzak duran Dörtcihar bu işlere kafa yormaması gerektiğini düşündü. Hem onun artık evini paylaşması gereken iki tane evladı vardı. Şişko bir kangal yavrusu iriliğindeki siyah-beyaz erkek kedi Popdı Fransis ve krem rengi kıvırcık tüylü dişi Kaniş köpeği Martin Lüter artık Dörtcihar’a emanetti.
Dörtcihar: Hadi bakalım, geçici yeni evinize hoş geldiniz. Bu evi sizinle paylaşacağız. Öyle yatağın üstüne çıkmak, yorganı kıl etmek, sağı solu dağıtmak filan yok ha! Herkes haddini bilecek.
* * *
TV’ler son yılların en soğuk günleri yaşanacağına dair meteoroloji uyarılarını verirlerken, Dörtcihar, kedi ve köpek birbirlerine alışmaya çalışıyorlardı:
“20. yüzyılda toplam yedi kere ağır kış geçiren İstanbul, 21. yüzyılın ilk 24 yılında toplam dört kez ağır kış şartları geçirmiştir. Bu da demektir ki küresel ısınmaya rağmen daha soğuk kışlar bizi beklemektedir.”
İzmir Dokuz Eylül Üniversitesi Deniz Bilimleri ve Teknolojisi Enstitüsü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Doğan Yaşar’ın 25 Şubat 2021’de yaptığı açıklama şöyleydi sayın seyirciler: “Küresel soğuma ile yakın zamanda mini soğumaya geçeceğiz. Boğaziçi donacak ve karşıdan karşıya yürüyerek geçebileceğiz.”
Boğaziçi Üniversitesi İklim Değişikliği ve Politikaları Merkezi Müdürü Prof. Dr. Levent Kurnaz ise o tarihten 2 gün sonra yani 27 Şubat 2021’de şu açıklamalarda bulundu: “Herhangi bir şekilde İstanbul Boğazı’nın donması söz konusu değil. Dünya hızla global ısınmaya maruz kalırken 2-3 yıl içinde boğazın dolacak olduğunu iddia etmek doğru değildir.”
Gazeteler soğuk hava dalgasıyla dalga geçen başlıklar atmada sınır tanımıyorlardı:
EL NIÑO: ERKEK ÇOCUK, EL NIÑA: KIZ ÇOCUK, EL AMAN: BİZİM SOĞUK
Başkomiser, “Hava bu kadar soğuk olunca hangi kedi hangi kalorifer kazanlı binaya sığınabilir ki acaba…” diye düşündü. Demek ki insanlar kedilerle birlikte yaşamayı bunun için seviyorlardı. Ayaklarının ucunda yatmış olan siyah-beyaz tombul kedicik, ayaklarını bir sıcak su torbası misali ısıtırken telefonuna beklenen mesaj düştü. Tecrübeli bir cinayet büro komiseri olarak gecenin bu saati telefonuna gelen mesajın hayra alamet olmadığını biliyordu. Bu karda kışta sıcacık evinden apar topar çıkarken tek tesellisi Ankara’da görev yapmakta olan dönem arkadaşı ve eski sevgilisi Alp Arslansever’in başkomiser yardımcısı olarak cinayet şubeye atanmış olmasıydı.
* * *
Dörtcihar, misafir kedi ve köpeğin mama kaplarına bolca kuru mama doldurduktan sonra soluğu Emniyet Müdürlüğü’nde aldı.
Başkomiser yardımcısı Alp Arslansever: Sayın başkomiserim bu sefer işler biraz ciddi.
Dörtcihar: Neymiş özetleyin bakalım.
Polis memuru 1: Yapılan son değerlendirmelere göre; İstanbul ve çevresinde görülecek son 100 yılın kar yağışı ve ısı düşüşü beklenmektedir. 200 santimetre beklenen kar yağışı 1992 Türkiye Geneli Yıllık Ortalama kar yağışı olan 162cm’den ve 80 gün beklenen kar örtülü gün sayısı Türkiye kar örtülü gün ortalaması olan 54’ten fazladır. -5 beklenen ortalama sıcaklık, 1992 yılının maksimum sıcaklık ortalaması olan –2 dereceden düşüktür. Kuzey Atlantik salınımı pozitif faza geçmiş Amirim. Sibirya Termik Yüksek Basıncı Erzurum Kars bölgesinden Türkiye’ye girer. Bu sefer daha batıdan Türkiye’ye gelecek.
Dörtcihar: Bi dakka dur dur. Türkçe anlatın lan bana şunu! Neler olacakmış bu kış?
Polis memuru 2: Donmuş Tuna Nehri’nden kopmuş buzul kütleleri Karadeniz’den İstanbul Boğazı’na sürüklenerek tahmini olarak 14 Ocak 2025 günü 03.00 saatlerinde boğaz trafiğinin kapanmasına sebep olacaktır.
Dörtcihar: Yani?
Başkomiser yardımcısı Alp: Yanisi şu, götümüz donacak Amirim.
Koşa koşa Dörtcihar’ın odasına gelen polis memuru 3: Sizi valilik kriz masasından bekliyorlar amirim! Orayı siz yönetecekmişsiniz!
Dörtcihar: Vali nerdeymiş oğlum?
Polis memuru 3: Toplantı için Ankara’ya gitmiş. Bolu tüneli kapandığı için gelemiyor Amirim.
Dörtcihar: İl Jandarma Komutanı?
Polis memuru 3: Buzda ayağını kırmış hastanede yatıyor Amirim.
Dörtcihar: Büyükşehir Belediye Başkanı?
Polis memuru 3: O da Beylikdüzü’nde mahsur kalmış. Yardımcısı görev başında.
Dörtcihar: Peki ya Emniyet Müdürümüz?
Polis memuru 3: Yurtdışında okuyan oğlu rahatsızlanmış. Onu görmek için gittiği Berlin’den hava muhalefeti nedeniyle dönemiyor.
Dörtcihar: Desene şehirdeki tüm yetkililer suya düştü, ağaca çıktı, kala kala şehir başkomiser Dörtcihar Yılmaz’a kaldı. Alp! Sen de benimle gel. Benim gibi 1.90 boyunda çam yarması bir kadından emir almak istemeyenlere senin gibi iki metre boyunda bir adamı öne sürerim!
Polis memuru 1: Amirim izninizle bier şey söyleyeceğim…
Dörtcihar: İçinde kalmasın söyle!
Polis memuru 1: Kalu beladan beri yaşamış olan babaannem, Boğaz’ın donduğunu görmedim ben yalan diyorlar, diyor.
Dörtcihar: Nerede oturuyorsunuz babaannenle sen evladım?
Polis memuru 1: Avcılar amirim.
Dörtcihar: Vampir vampir konuşma lan! Babaannen ta Avcılar’dan boğazı nasıl görsün? Bir önceki hayatında limanlar genel müdürü müydü bu kadın!
Polis memuru 2: Peki siz kriz masasını yönetirken bizler ne yapacağız Amirim?
Dörtcihar: Nuri Bilge Ceylan değilsiniz ya kar yağacağı için “Bir zamanlar İstanbul’da” diye film çekecek! Hadi! Hepimiz işimize bakacağız hanımlar beyler!
* * *
2025 kışının tüm Avrupa’da çok soğuk geçeceği söylenmişti ama İstanbul Boğazı’nın 1954 yılındaki gibi Tuna Nehri’nden kopup gelen buz kütleleriyle dolacağı kimsenin aklına gelmemişti. Şehir sanki yeterince seyirlik değilmiş gibi bir de boğazda yüzen buz kütleleri olunca, işine gücüne gidemeyen insanlar boğaz kıyısına bu olayı seyretmek için akın ettiler. Buz kütlelerinin hemen erimeyeceği ve şubat ayının daha da soğuk geçeceği Meteoroloji tarafından duyurulduğunda buz kütlelerini görmek için geç kalmış olanlar dahi çevre şehirlerden İstanbul’a akın etti.
Buzlar yüzünden bütün deniz taşımacılığı durdu. Vapur seferleri iptal oldu. Boğaz’a giren buzlar Marmara Denizi’ne aktı. Botlar ve tekneler Karadeniz ve Marmara Denizi’nde mahsur kaldı. Boğaz’ın dışında buzlar arasında kalan gemiler parçalandı. Barajlar dondu. Elektrik ve su kesintileri başladı.
İnsanlar bütün gün Boğaz kıyısında boş boş oturup “Acaba buzlara basarak karşıdan karşıya geçebilir miyiz?” diye düşünüyorlardı. Polis ve jandarma insanların buzlara basıp böyle bir aptallık yapmasına engel olmak için ekstra önlemler almıştı. Sahil kordonu boyunca nöbet bekleyen askerler soğuk da bizim başımıza bela oldu içlerinden hayıflanıyor olmalılardı.
2025 şubat ayına gelindiğinde sokak hayvanları barınaklarda açlıktan ölmesin diye tel örgüler kesildi. Köpekler serbest bırakıldı. Serbest kalan hayvanlar kedi-köpek maması depolarına saldırdılar. Depo sahipleri birer bıçak darbesi vurdukları on beşer kiloluk mama paketlerini şehrin muhtelif yerlerine dağıttılar. İstanbul civarı köylerde bakılan tavuklar ve inekler soğuktan donarak öldüler. Köylüler ineklerin etlerini elektrikli testere ile sonra da elektrik kesilince balta ile doğrayıp sattılar. Doğalgaz da kesildiğinde belediyeler, evlerine gidinceye kadar donmadan içebilsinler diye insanlara özel kamyonlarla kaynar su dağıtmaya, Norveç, İsveç, Finlandiya ve Danimarka Kızılhaç’ları ve gönüllü yardım kuruluşları battaniye, bot ve kaban dağıtmaya başladılar.
Üç gün süren doğalgaz kesintisinde hastanelerde yoğun bakımlarda yaşatılmaya çalışılan bebekler kurtarılamadılar. Çevre illerden taşıma yoluyla getirilen doğalgaz, hattın tamirinden sonra tekrar şehre verilmeye başlandığında, yaşlılar ve çocuklardan hastalanmayan kalmamıştı.
Dörtcihar atı veya eşeği olanların bir yerden bir yere gidebileceği, tarlasında buğday ekili olanların hayatta kalacağı zamanlar geldi diye düşündü. Beklediğinden biraz daha erken gelmişti o kadar. Bu otuz gün boyunca balayında olan Hülya ve Hüdayi’den hiç haber alamamıştı. Fakat şehrin güvenliğini sağlamakla o kadar meşguldü ki onların peşine düşemedi.
Ocak ayında otuz gün boyunca süren sıfırın altındaki soğuklar yerini sıfır üstü 2 ve 3 derecelere bıraktığı zaman Boğaz’daki buz kütleleri hareket etmeye başladı. İşte o an bir kadının çığlığı bütün şehri paniğe gark etmeye yetti:
BUZUN İÇİNDE BİRİSİ VAR! BUZUN İÇİNDE BİRİSİ VAR! İNSAN VAR BUZUN İÇİNDE!
Tüm deniz taşımacılığının durduğu İstanbul Boğazı’nın ortasında buzların içine gömülü bir cesede nasıl ulaşılabilirdi ki? AFAD ekibi helikopterle yanaşıp buzu keserek cesedin içinde hapsolduğu buz kalıbını bir buzhaneye sevk ettiler. O sırada dronla İstanbul boğazını görüntülemekte olan bir vatandaş bütün uyarılara rağmen dronu uzaklaştırmadı ve buzun içindeki cesedin sanki az sonra 18. yüzyıl Fransa’sında Marie Antoinette’in Versay Sarayı’nda vereceği bir baloya gidecekmiş gibi giyinip makyaj yapmış kafasına da o döneme ait kocaman bir peruk takılmış bir kadın olduğunu görüntüledi. Görüntü online olarak canlı yayınlanınca tüm dünyada patladı. Ve aynı gün Viyana, Bratislava, Budapeşte, Belgrad ve Bükreş’te de Tuna Nehri üzerinde yüzen buz kütlelerinde cesetler tespit edildi.
Sonraki gün, buzulların içinde balo kıyafeti giymiş ve saçlarına sanki bir sarayda yaşıyormuşçasına şekil verilmiş kadınlardan bahsi geçen şehirlerde ve İstanbul’da birer tane daha görüldü. Basın hemen bu cesetlere isim takıvermişti:
BUZ KRALİÇELERİNİN SERENCAMI
TABUTLARI BUZDAN CAMLI
Şimdi artık şehirler buzlardan öte, buzların içinden çıkan buz kraliçelerinin seyri için kocaman bir tiyatro sahnesi haline gelmişti.
* * *
Yedi gün boyunca altı şehirde de her güne bir ceset düştü. Boğaz’dan en son çıkarılan ceset kimlik teşhisi ve otopsi için buzhaneye alındı. Dörtcihar, yardımcısı Alp’le beraber cesedi görmeye İstanbul Emniyet Müdürlüğü tarafından el konulan balıkçı buzhanesine gitti. İlk altı cesedin aksine hâkim yaka ve uzun kollu gelinliğiyle buzun içinde uzanan bu kadın Dörtcihar’a tanıdık geldi. Otopsiye gönderilmek için gelinlik kesilerek üzerinden çıkarıldığı an kadının sağ göğsünün altındaki yatay duran haç şeklindeki yara izini gördü. Bunca yıllık cinayet büro tecrübesinde ilk defa bir cesedin önünde fenalaştı. Yardımcısı Alp’in bileğinden sıkıca tutunmasa muhtemelen bayılacaktı. Kedi Popdı Fransis ve Kaniş Martin Lüter’in anneleri, 10 yıllık dostu, ne idüğü belirsiz bir adamla iki ay içinde evlenmeye karar verip balayına gitmiş olan kriminal laboratuvarı teknisyeni Hülya Baştaş, zayıfçacık vücudu ve uzun kumral saçlarıyla buzlar üzerinde yatıyordu.
“Tuna Nehri’ni gelinliğiyle donmuş olarak görmek her geline nasip olmaz!”
Upuzun saçları buklelerinden kurtulmuştu ama bir prensin içinde hapsolduğu buzdan kuleden onu kurtarması için artık çok geçti. Çünkü bu bahtsız kadının kocam olacak diye öptüğü prens bir kurbağaya dönüşmüştü.
Dörtcihar: Son maktulün kimliğini göğsündeki yara izinden teşhis ettim.Hülya Baştaş. Kriminal laboratuvarı teknisyeni. Bizden biri. Bu iş artık fazla uzadı. Gidip bulalım bu masum kadınların melun katillerini!
* * *
Dörtcihar en son bulunan cesedi yani arkadaşı Hülya’yı hayattayken en son görme ihtimali olan adamdan yani kocası olacak şeref yoksunundan araştırmaya başladı. Çünkü adam telefonunu kapattırmış ve sırra kadem basmıştı.
Hüdayi Rahmetoğlu: Türkiye’de yaşamış veya ölmüş böyle bir isme, Hülya’nın adamın fabrikalarında üretiliyor diye bahsettiği mobilya markasına ve nüfus sisteminde Hülya ile Hüdayi’nin evlendiğine dair herhangi bir kayda rastlayamayınca başını duvarlara vurdu. Başını gerçekten duvarlara vurdu.
Başkomiser yardımcısı ve diğer polisler kan revan içinde kalmış amirlerine ilk yardım yaparlarken o bağırarak emirler yağdırıyordu:
Dörtcihar: GÖZLERİNDEN BİRİSİ KALK GİDELİM DİYEN DİĞERİ BOK YEME OTUR DİYEN BİR ADAMA ARKADAŞIMI KENDİ ELLERİMLE VERDİM! KENDİ ELLERİMLE HÜLYA’YI BİLE BİLE ÖLÜME GÖNDERDİM BEN! Son yıllarda Avrupa’da veya Türki cumhuriyetlerinden herhangi birinde veya Rusya’da kayda giren büyük dolandırıcılıklar, hırsızlıklar ve seri işlenmiş kadın cinayetleri dosyalarını bir araya getirin bana! ÇABUK!
Polis memuru 2: Almanya Dresden’de Avrupa’nın en büyük hazine koleksiyonlarından birisini barındıran yeşil Kasa -Grünez Gewölbe Müzesi 25 Kasım 2019’da sabaha karşı soyulmuş. Her biri 37 parçadan oluşan 3 elmas set çalınmış Amirim. Bu bir çete işi. Çetenin üyeleri INTERPOL tarafından aranıyorlarmış. Bakın eşkalleri burada!
Dörtcihar ekrana baktı. Masayı yumruklarken dişlerinin arasından konuştu:
Dörtcihar: Hüdayi Rahmetoğlu namıdiğer “OROSPU ÇOCUĞUNUN ÖNDE GİDENİ” meğer bir çete üyesiymiş! Ben de bu yüz bana nereden tanıdık geliyor diyordum!
Avrupa’daki kriz ayrı, şehirdeki kriz ayrı, cinayet bürodaki kriz ayrı ve Dörtcihar’ın sinir krizi ayrı ayrı yönetilmek isterken İNTERPOL’den patır patır son dakika uyarıları düşmeye başladı:
Tüm Avrupa için acil durum uyarısıdır:
Avusturya’nın başken Viyana’da Oesterreichische Nationalbank,
Slovakya’nın başkenti Bratislava’da Národna banka Slovenska,
Macaristan’ın başkenti Budapeşte’de Magyar Namzeti Bank,
Sırbistan’ın başkenti Belgrad’da Národna banka Srbije,
Romanya’nın başkenti Bükreş’te Banca Natională a României.
Devletlere ait bu merkez bankalarında bulunan toplam 953 milyar dolar değerindeki altın rezervi fiziki olarak çalınmıştır.
Alp: Demek soğuk dalgasıyla beraber şehirlerdeki tüm hayatın durmasını bir kalkan olarak kullanıp yerin altından kazarak bankalara girdiler. Tuna Nehri üzerinde dizilmiş başkentlerin merkez bankalarını eş zamanlı olarak soymak… Devletler bile ayarlasalar böyle bir tahliyeyi legal olarak tasarlamak aylar alırdı.
Polis memuru 2: Allah’tan bizim merkez bankamız Tuna Nehri üzerinde değil!
Dörtcihar ekranda Ankara’dan gelen acil durum uyarısını okurken arkadaşını kaybettiğinden beri ilk defa gözlerinden yaşlar akmaya başladı:
Dörtcihar: Mesele Ankara’nın Tuna Nehri kıyısında olması değildi ki! Mesele ülkenin bütün emniyet güçlerinin, askerî personelinin, afet ve acil durum yetkililerinin nereye baktığıydı…
Tüm Avrupa için acil durum uyarısıdır:
Türkiye’nin başkenti Ankara’da Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası’ndan 128 milyar dolar değerindeki altın rezervi fiziki olarak çalınmıştır.
* * *
Madonna’nın Rain isimli şarkısının klibinde yağmurdan sonra açan güneşi temsilen çok güçlü projektörler birdenbire yanar ve gözlerinizi alır. Gözlerinize böyle bir ışık tutulduğu zaman ışığın arkasında neler olduğunu göremezsiniz. Buzların içine konarak Tuna Nehri’ne ve Boğaz’a gönderilen kadın cesetleri ile tüm dünyanın gözüne ışık tutulmuştu. Olayların arkasında ne olduğunu görememişlerdi.
* * *
Kadınların öldürülmesi politikti. Neden politikti? Çünkü kadının sürekli bir korku ve eziklik içinde yaşaması, kadının erkekten dayak yiyeceğim diye korkması, kadının kendini erkekten aşağı bir insan olarak görmesi bazı rejimlerde özellikle hedeflenirdi. Kadın eğitilmez, kocaya, babaya veya ailesine bağımlı bırakılırdı ki o da çocuklarını eğitemesin. Çocuklarının önüne yeni ufuklar açamasın. Böylece silsile halinde devam eden bir cahiller ve erkek egemen topluma bağımlılar ordusu yetiştirilirdi. Eğer kadını serbest bırakır, dansa, müziğe, sinemaya, edebiyata hayran eder, ona yabancı dil öğretir, dünyayı görme arzusu aşılarsanız ve kadının kendi kendine ayakta durmasını sağlarsanız, o zaman gün gelir maazallah Finlandiya’daki gibi kadınların çoğunlukta olduğu bir meclisiniz olabilirdi.
Elbette bu, beş yaşındaki çocuklarla nikâh kıymak isteyen Allah’ın belası pedofili tarikat şeyhleriyle, kadının her türlü iş gücünden faydalanıp posası çıkınca da eskisini atıp yenisini alan toprak ağalarının işine gelmezdi. Bu gelişim belki elli belki yüzyıl alırdı ama kötülük de kendi yatırımını elli yıl ilerisi için yapardı zaten. Erkeğin kadın üzerindeki hükümranlığı ta dinlerden başlardı ve sonsuza kadar sürmesi istenirdi.
* * *
Bu kışın tüm Avrupa için çok soğuk geçeceği bekleniyordu. Her şehir için yedişer kadını öldürüp sonra da buzların içinde dondurup diğer şehirlerde Tuna Nehri’ne İstanbul’da ise boğazın Karadeniz girişinden Boğaz’a salmışlardı. Böyle bir seyir karmaşası yaratıp şehirlerin hatta ülkelerin bütün emniyet güçlerinin bununla ilgilenmesini sağlarken kendileri tüm zamanların en büyük soygununa imza atmışlardı.
Biz ülkecek önce Orta Çağ’a, sonra da Buzul Çağı’na doğru geri geri ilerlerken, onlar kadınları seyirlik bir şekilde öldürerek önce İstanbul sonra ülke emniyetini oyalamayı başarmışlar ve Merkez Bankası’ndaki 128 milyar dolarlık altını çalmayı başarmışlardı. Ve maalesef bu bir La Casa de Papel hikâyesi değildi. Bu gerçek hayattı.
After credits scene / Jenerik sonrası sahne:
LG hoparlöre bağlı telefonun playlist’inde Madonna’dan bir şarkı çalmaya başlamıştı.
You only see what your eyes want to see / Gözlerin neyi görmek isterse sadece onu görürsün
How can life be what you want it to be? / Hayat nasıl istediğin gibi olabilir?
You’re frozen, when your heart’n nor open / Kalbin açık olmadığında donmuşsun demektir
Dörtcihar cinayetleri çözememişti, çete elemanları INTERPOL’ün arananlar listesinde en üst sıraya çıkmışlardı. Canım arkadaşı Hülya’yı evleniyoruz diyerek kandırıp kaçıran pislik de bunların arasındaydı. Arkadaşına 15 günlüğüne bakacağına söz verdiği emanet kedi ve köpeği artık evlat edinmişti.
Dörtcihar: Hülya anneniz öldü güzellerim. Siz artık bana ondan yadigârsınız. Biliyor musunuz anneniz evlenmeyi o kadar çok istemişti ki, herhangi biriyle evlenmeyi sevdiği biriyle evlenmek sandı. Benim hatam ise gözüm hiç tutmamasına rağmen o adamla Hülya’nın göz göre göre ülkeyi terk etmesine izin vermem oldu. Kendimi hiç affetmeyeceğim. Neden öldürülen her kadının katili ona bir söz vermiş bir erkektir? Bunu başka bir yerde de sormuştum. Burada da sordum. Sonra da soracağım. Biliyorum cevap alamayacağım ama erkek egemenliği denen bu örgütlü kötülükle yel değirmenleriyle savaşan bir Don Kişot gibi hiç yılmadan savaşacağım.
- F.R.O.Z.E.N - 15 Ocak 2025
- 2084 - 1 Eylül 2024
- Nervel El Arap - 23 Mayıs 2024
- Mezon Ante - 1 Şubat 2024
- 8ekiz Uyurlar Elbet Uyanırlar - 1 Kasım 2023
Henüz yorum yok. Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.