Öykü

Felamur Ağacı

Pervazın ıslaklığı kollarımı üşütüyor. Bakmaya devam ediyorum. Sık ağaçların geçit vermez örtüsü uzanıyor, alabildiğince. Ufak telaşlar hariç rahatsız edilmeden kalıyor, aynı. Kuşlar havalanır veyahut zamana meydan okuyan teleferik çalışırken. Başıbozuk domuzlar homurtularıyla arazinin izin verdiği kadar düzenli bahçeleri talan ederken. Bildik bağırışlar evin ön tarafından arkadaki odama ulaşıyor; sabah erken, hava demini almamış. Yalnızca baykuşlar uyuyor. Derin uykularını sabaha hevesli şen şakrak kuşlar örseliyor. İlk vakitlerin yekûn cilvesini ezbere biliyorum. Çünkü tam üç senedir aynı uykusuzlukla ağırlaşmış aynı çürümüş gözlerle mevsimlerin birbirlerini kovalayışlarını bu bıkmış pencereden izliyorum. Boyaları çıkmış, nesillerdir dert yüklü çehrelerin kahrını çekmekten bıkmış usanmış. Gürül gürül akan derenin taşları devirerek giden sularını görebiliyorum. Zaten bu odayı da o yüzden seçtim. Kardeşim Meral’i üç sene önce yutan suyu yakınımda tutmak için. Ona duyduğum öfkeyi dizginleyip bana rehber olması için.

Gencecikti Meral, üniversiteye yeni başlamıştı. Biliyorum ki en kolay yol “niye bunlar başımıza geldi”lerle zamanın akışına, doğanın elinin tersine hayıflanmak. Yine de kendimi kaptırıyorum. Şart mıydı küçükken birkaç kez geldiğim bu dağın başındaki köyü ziyaret etmek? Üstüne üstlük yanımda kardeşimi getirmek? Şimdi ise hayatımı geride bırakmış, askıya almış vaziyette, mahkûmiyetimi yaşadığım yerdeyim. Keşke Meral’in sadece kızgın derenin kurbanı olduğuna inanabilseydim. İnanıp da bu toprağı zor, havası zor, anlaması zor yerden topuklarımı yere vura vura kaçabilseydim. Ama içimdeki dikenli ağırlık gün geçtikçe daha fazla yaralarken, tek çarem işin iç yüzünü öğrenmek. Sonra hayatıma devam edebilmek, belki.

Şimdiye kadar üzerinde ellerimi gezdirmekten her girintisini çıkıntısını, kıymık batıran kıvrımlarını tanıdığım pelit ağacından masanın ortasında duran ve sanki yüzyıllardır orada durmaya devam edecekmiş gibi hava çalan eski püskü deftere bakıyorum. Onu bulmam kolay olmadı. Günlerce süren telefon konuşmaları, ilçe kütüphanelerinde ve bilgisayar başında geçirdiğim saatler beni hiç yıldırmadı. Uydurulan bu kofti hikâyenin arkasındaki insan doğasına aykırılıkları birer birer fark etmeye başladığımdan beri yani.

Havanın bozmadığı nadir bir günü yakalamıştık, ne heyecanlıydık! Derenin karşı kıyısındaki ağaçlığı keşfe çıktıktan sonra doyasıya yüzüp eve, sobanın yanına gelecektik. Patikayı takip ederken birbirimizi kaybettik. Başlarda endişelenmeden, sakince yürüyerek Meral’e seslendim. Sonra göğsümde eziklik, burnumda hayal meyal bir sızıyla etlerimi koparan ısırganların arasından bata çıka aklıma gelen her yere baktım. Çaresizliğe düşünce köylüye haber verdim. Jandarmayla gece boyu süren arayışımız, sabah Meral’in soğuk bedeninin dereden çıkarılmasıyla son buldu. Onu kollarıma alıp içimi parçalayan hıçkırıklara boğulurken fark etmiştim. Elini, elimde tutuyordum. Evet. Yabancılığını bu dünyadan göçüp gitmesine yormuştum. Ama kucağımda hareketsiz duran, ince saçları suyla ıslanmış o kişi Meral değildi. Tarif edemiyorum, açıklayamıyorum. Hani bazen her şeyin yerli yerinde, tamı tamına olması insana huzur verir ya, işte onun esamesi okunmuyordu. Dokunuyordum, saçlarını okşuyordum ama parmaklarımın ucuna iğneler batıyordu.

Sonrası… Dur durak bilmez acı ve doldurulamaz boşluklarla geçen aylarda herkesin bana bakışlarında tespit ettiğim hayal kırıklığı. Gözlerine batıyordum, gözleri bana batıyordu. Nasıl bir his ki bu, yargılayanların zihninde rezil bir fiyasko olmak? Sorumluluğun altında ezilip kalmak. Ben de kafamdan uydurduğumu düşündüğüm bu tekinsiz önseziye tutundum ve kalktım geldim buraya. Şimdi deftere bakıyorum ve gözüm duvara astığım maskeye ilişiyor.

Onu bulmam kolay olmadı. Defterde yazanları deşifre etmek ise hiç kolay olmadı. Akıntıya karşı yüzmediğime kendimi her gün ikna etmeye çalışırken hiç tanımadığım bir dili öğrenmeye çalışmak, çok zordu. En sonunda, defterde tarif edilen bölgeyi buldum. Bunca yıl ayakta kalması imkânsız görünen, yosun kaplı, su deposuna benzeyen yapının muhtelif yerlerini çekicimle, balyozumla deştikten sonra ellerime aldım maskeyi. İki oval üçgen üst üste ters biçimde oturtulmuş, ağız ve göz boşluğuna aynı şekilde üçgenler oyulmuştu. Grimsi, ahşaba benzeyen bir maddeden yapılmıştı. Ama ahşap değildi.

Duvardan alıp yüzüme takma arzumu bastırıyorum. Şu anda olmaz. Meral’e otopsi yapılması için verdiğim uğraşlar geliyor aklıma. Apar topar büyük şehre yollanmasına engel olamayışım. Devlet dairelerindeki suratsız memurlar, yüzüme kapanan renksiz ağır kapılar. Mevkilerde sezdiğim gizli eller, köye dönünce de peşimi bırakmamıştı. Uykusuz gecenin zifiri karanlığında bahçeden gelen hışırtılar, parlayan yeşil-sarı gözler, hareket eden karartılar. Hiçbiri beni yıldırmadı. Aksine derinlerime oturan ağırlığın hafiflemesine yardımcı oldu, beni daha çok çalışmam için kamçıladı. Benim hatam değildi’yi kanıtlama hevesi, düşününce çok bencilce gelse de insanların bencil yaratıklar olması hayırlara vesile de olabilir. Ama, elbette bu kadar incelikli hesaplar yapmak yerine, kardeşimi canımdan çok sevdiğim ve bu yüzden de başına ne geldiğini öğrenmeyi hak ettiğime kanaat getirmiştim.

Maskeyi kararsız ellerimle taktığım yerden çıkarıyorum ve önümde tutuyorum. Ne işe yaradığını bilmiyorum. Defterden öğrendiklerim Bizans’tan kalan antik bir kalıntının nasıl bulunacağından ibaret. Daha başka beni ilgilendirmeyen pek çok şey var: ölüleri kızdırmadan gömme şekilleri, ticaret yapmanın incelikleri, çevredeki büyücülere ulaşma yöntemleri, değerli taşlar…

Korkuyorum, maskenin işe yarayacağına emin gibiyim. Beni olduğumdan daha farklı bir ucubeye dönüştürür mü diye korkuyorum. Vücudumda ve ruhumda geri döndürmesi zor izler bırakır mı diye. Kendimi rahatlatıyorum, üzerime yapışan stigmadan daha kötüsünü hayal edemiyorum çünkü. Maskenin bana ne faydası olacağını da bilmiyorum. Evdeki ocak taşında gördüğüm anlaşılması zor sembollerden deftere, defterden de elimdeki bu maskeye kadar gelebildim. Güç odaklarını sarsacak, dengeleri şaşırtacak değişken bu mudur? Etrafında görünmez güvensizlik hareleri varmış gibi duran, kulakta hafif çınlamalar yaratan ne idüğü belirsiz çocuk oyuncağı. Erişkinliğimi ispat etmenin ironikliğine dair kozmik bir şaka. Onu yünlü beyaz hırkamın içine saklıyorum. Kukuletasını kapatıp, uzunluğu ve genişliğiyle beni sarıp sarmalamasına sığınıyorum. Bomboş ahşap evin tahta kurularıyla kaplı döşemeleri ayaklarımın altında uyumsuz sesler çıkarıyor. Mutfaktan dışarı çıkıp köyden aşağıya doğru inen ve sık ormana varan patikaya ilerliyorum. Güneş, sabah ıslaklığını telafi ediyor ve yanağıma tatlı sıcaklığını gönderiyor. Maskeyi göğsümde tutuyorum hâlâ.

Limon ağaçlarını, kivileri geçiyorum. Heybetli dut ağacından sapıyorum. Kan emici böcekler, helikopterler, yaban arıları hışımla geçişimden rahatsız. Patika daraldıkça etrafımı saran sık çalılar beni sıkboğaz etmeye başlıyor. Kulak verenlerin duyabildiği atmaca çığlıkları derenin sesini bölüp parçalıyor. Nemin kokusu var, ellerimde, kollarımda yapışıp kalan. Son sabır taşımı yokladığımda açıklığa ulaşıyorum. Dinginlik karşımda duruyor. Bin yaşına yakın demişlerdi Felamur ağacı için. Tatlı balından ayrı kalamayan arılar yakınlarında dans ediyor. Yüksekliğini takdir ederken başım dönüyor. Efsunlu kokusunu etrafa yayıyor ve sadeliğinden hiçbir şey kaybetmiyor.

Felamur’un dibine oturup sırtımı acıtan sert kabuğuna yaslanıyorum. Gözlerimi kapatıp ormanı dinlerken zamanın nasıl geçtiğini anlamıyorum. Göğsümdeki hafif dürtme beni daldığım hülyalardan uyandırıyor. Güneş tepeye çıkmış. Kalbim gümbür gümbür, vücudumda üşüme. Hırkanın içinden maskeyi çıkarıyorum. Artık düşünmeye, hesaplar yapmaya gerek yok. Yüzüme oturacakmış gibi değil. Suratıma yapıştırıp bekliyorum. Maskenin önündeki ters üçgen iki gözümü yarı yarıya kapatıyor. Bekliyorum ve umudumu kaybettiğim anda başıma denk gelen üçgenin uç kısmının kıpırdadığını anlıyorum. Akışkan gibi dokungaç gibi sıcak sıcak başımın üstüne yayılıyor. Ağzımdan, kapıldığım dehşete karşılık bir inilti yükseliyor. Aklımı kaybetmemek için Felamur’a tutunuyorum. Ters üçgenin başımın yanlarına denk gelen kısımları harekete geçiyor. Kulaklarımı kapatırken duyduğum çınlamadan neredeyse bayılacağım. Ağzımda ve gözümdeki üçgenlerin hâlâ açık olması iyi mi kötü mü kestiremiyorum. Akışkan, lastik gri çenemden boynuma iniyor, ensemi kaplıyor. Çok geçmeden omuzlarıma yayılıyor. Çınlama bittikten sonra yalnızca ıslaklık kalıyor geriye. Yavaşça sakinleşiyorum. Grinin vücudumu kaplamasını bekleyerek yere uzanıyorum.

Toprağın ve bitkilerin üstünde, belki de böceklerin, tanınamayan, oraya ait olmayan bir şey gibi biraz yüksekte duruyorum sanki. Doğa beni reddediyor, imkânsızlığımı kabul etmekte zorlanıyor. Hiçbir şey duymuyorum ama zamanın geçtiğini görebiliyor, ağzımla nemin değişkenliğini ölçebiliyorum. Gri sonsuzlukta yüzüyorum. Derken ağzım ve gözlerim kapanıyor. Pişmanlığımın bile üstü örtülüyor. Sağır, dilsiz uzanıyorum. Geçmişim ve geleceğim yok, yutulmuş. Unutulmuş. Hareketsizliğim lastik gibi eğilip bükülmemle bölünüyor. Kollarım toprakta yayılırken kemiklerim sayısız yerinden kırılıyor gibi. Hissettiğim acıya tepki verebilme imkânım yok. Çığlıklarım gri maddenin boşluğunda emilip yok oluyor. Acı tüm vücuduma yayılırken bilincimi kaybediyorum. Rüyaya benzer yanılsamaların içine dalıyorum. Toprağa karışmışım. Felamur’un kökleri beni selamlıyor. İnce köklerini uzatıp gri bedenime sokuluyor. Birden sertleşip ağaca dönüşüyorum. Tırtıklı vücudumu ellerimle yoklayınca rahatlıyorum. Ağacın merhametine sığınmak ve onun parçası olmak kalbimdeki karanlık, düğüm düğüm örgüleri gevşetiyor. Kendi varlığımı bile unutup ağacın kökleriyle salınıyorum.

İrkilerek uyanıyorum. Hava kararmak üzere. Ellerim nemli toprağın üzerinde geziniyor. O zaman fark ediyorum, ellerimin ellerim olmadığını. Bana ait değil. Cebime uzanıp küçük fenerimi buluyorum. Her yere bakıyorum ama maskeden iz yok. Pantolonum çok bol geliyor. Belimde tutmakta zorlanıyorum. Vücudumu yoklayınca anlıyorum ki gariplik sadece ellerimle sınırlı değil. Ormanı gri bir pus kaplamış fakat bunun ormanla değil gözlerimle ilgili olduğunu anlıyorum. Her şeyi gri bir örtünün arkasından izliyorum. Sakar adımlarla ağaçların arasına giriyorum. Felamur geride kalıyor. Amaçsızca nemli toprağı ezerek ilerliyorum. Dikenli çalıların arasından geçerken hışırtılar çalınıyor kulağıma. Alacakaranlıkta bile seçilen kopkoyu, cam gözlere bakakalıyorum. Hayvan donup bekliyor. Soluğu duman duman yayılıyor etrafa. Annemin, “Ceylanın gözlerinin içine bakma!” uyarısı zihnimde yankılanıyor. Çok geç. Başımı başka tarafa çevirmek için mücadele ediyorum. Ceylan, narin hareketlerle dönüp benekli sırtını gösteriyor. Kaçmaya başlarken peşinden gitme arzusu beni esir alıyor. Arkasından takip ediyorum ama başıma giren ağrıyla yere çökünce takip sona eriyor. Burnumdan gri madde akıyor. Ayağa kalkıp evin yolunu bulmaya çalışıyorum.

Kimselere görünmeden eve giriyorum. Aynaya bakma ihtiyacıyla banyoya koşuyorum. Çığlığım, Meral’in çığlığı. Karşımdaki kadının gözlerinden yaşlar boşanıyor. Onca zaman sonra ulaşmak istediğim kişi aynadan bana bakıyor. Hayır, ben oyum. Meral değil bu. Yine de özlemin karşı konulmaz açlığına yenik düşüyorum. Kollarımı Meral’e, kendime sarıyorum. Ellerimi öpüyorum. Nasıl oldu da ormandayken anlayamadım? Kafamda sorularla öylece aynanın karşısında dikiliyorum. Zaferimi kabul ediyorum, maske işe yarıyor. Maskeyle bir olmuşum. Nasıl çıkarabileceğimi düşünmek istemiyorum.

Yatağıma uzanıp uyuyorum. Rüyalarım rahatsız. Uyandığımda kendime dönüşmüş hâlde buluyorum kendimi. Maske ortada yok. Yeme, içme derdine düşüyorum. Ağzımdaki huzursuz tat gitmek bilmiyor. Zaman zaman titreyip irkiliyorum. Aklıma annem geliyor. Meral olarak karşısına çıksam ne tepki vereceğini düşünüyorum. Hayatıma Meral olarak devam etsem, ablam öldü, beni kurtardı desem. O zaman affeder mi beni? Ağlıyorum, kendi kendimin kaybına. Anneme ağlıyorum, acımasızlığına. Vücudum dalgalanıyor. Acı duymuyorum, sadece tuhaf gıdıklanmalar beni yere seriyor. Zangır zangır titriyorum eğilip bükülürken. Dünya etrafımda son hızda dönüyor. Bu defa giysilerim patlamak üzere, pantolonum üç dört yerinden yırtılıyor. Hantalca aynaya yollanıyorum. Annemi görünce karnımı tuta tuta gülmeye başlıyorum. Demek bu kadar kolay başkasının suretine bürünmek. Yine de kabuğun içindeki ben, değişmiyor.

Farklı insanların suretine girmekle geçiyor günlerim. Yeterince uğraşınca büyük hayvanlara bile dönüşebiliyorum. Hatta uzuvlarımı gri maddeye dönüştürebiliyorum. Fiziksel acının yokluğu içimdeki acıyı daha da derinleştiriyor. Cesaretimi toplayıp başkalarının kılığında evlere girip çıkıyorum. Kahveye giden erkekleri gözleyip suretlerini alıyorum. Şehre inenleri, otobüsle uzaklara gidenleri, dağa çıkanları tespit edip türlü bahanelerle geri dönmüş numarası yapıyorum. Çok geçmeden tuhaf hikâyeler anlatılıyor. Karşıki dağda kendisini görenler türüyor. Üst üste aynı kişiyle selamlaştığına yeminler edenler çıkıyor. Ahalinin hafızasındaki boşluklara kimseler anlam veremiyor. Ama anlam verebileceklerin uyanması an meselesi. Bulabildiğim en iyi ipucu, köyün bitimindeki Bozbağ konağı hakkında fısıltıyla konuşulanlar. Üç senedir buranın varlığından bile haberdar değilim. Ancak bütün evlere davetsizce girip çıktıktan sonra öğreniyorum. Doğrusu, anlatılan da pek bir şey yok. Konağın bahçelerinden bahsedilirken bile tuhaf bakmalar, ağızları ellerine tutup konuşmalar dikkatimi çekiyor. Bozbağ ailesinden geriye sadece yaşlıca bir anne ve münzevi denilebilecek Nazmi adında bir oğul kalmış. Adamın uzaklaşacağına dair haberi alır almaz önce hiç görmediğim gizemli kişiyi yakından görmenin yolunu buluyorum. Sıska, uzun boylu, gözleri yemyeşil olan bu genç adam, sürekli huzursuz tavırlarıyla içime sıkıntı düşürüyor. Şehirlerarası otobüse bindiğine emin olunca köye dönüp adamın suretine bürünmek çok kolay oluyor. Konağa giderken üzerimde gencin giydiği kıyafetler var. Dönüşümde öyle ustayım ki kıyafetleri bile kopyalayabiliyorum. Büyükçe bir ev çıkıyor karşıma. Kırmızı boyaları dökülmüş, gri sıvaları görünüyor. Niye konak denildiğini anlayamıyorum zira diğer evlerden biraz büyük yalnızca. Pencereleri siyah, kalın demir parmaklıklarla kapanmış. Girebileceğim bir açıklık bulmak için evin etrafında geziyorum. Ağaçtaki incirler yere saçılmış, ayağımın altında eziliyor. Evin arkasındaki küçük, kare pencereyi fark ediyorum. Küçüklüğü dert değil. Bulduğum kalınca kütüğü hizalayıp pencereye tırmanıyorum. Pencereden içeriye akıp evin banyosunda cisimleniyorum. Ses çıkarmamaya çalışarak ahşap kapıyı aralıyorum. Ortalıkta kimse görünmüyor. Evin girişine varınca kapıyı açıp kapatıyorum. Yukarı katta zemin gıcırdıyor. Merdivenlerden çıkıp gıcırtının geldiği odaya giriyorum. Geniş bir salon burası. Gözlüklü, beyaz tülbentli yaşlı kadın gülümsüyor. Sesindeki bezginliği seçebiliyorum.

“Otobüse yetişemedin mi oğul?”

Anne, valide, anacığım gibi sözcükleri kullanmamak konusunda deneyimliyim. Kimliğimi ele verebilecek her şeyden cımbızlıyorum ağzımdan çıkanları.

“Ya, evet. Başka zamana artık. ”

Kadın beni iyice süzdükten sonra tığ örgüsüne geri dönüyor. Dantellerle kaplı salondan çıkıyorum. Aralık kapılardan yukarıdaki üç odayı dikizliyorum. Odalardan birinde, masanın üzerinde, taktığım maskenin tıpatıp aynısı var. İçeriye süzülüp kapıyı kapatıyorum. Simsiyah perdeler zerre ışık geçirmiyor. Yatağın yanındaki duvar boydan boya kitaplıkla kaplı. Kırmızı pullu yatak örtüsünün üzerine oturuyorum. Maskeyi gördüm ya, kalbime çöreklenen karanlıklar dağılmaya başlıyor, uzuvlarım gevşiyor. Yatağa uzanıp ne yapacağıma karar vermeye çalışıyorum. Yattığım yerden maskeyi gözlüyorum. Benim gibi kıpırtısız bekliyor.

Seslerden anladığım kadarıyla yaşlı kadın aşağıda, mutfakta yemek yapıyor. Ayağa kalkıp pencereden dışarı bakıyorum, hava kararmak üzere. Masaya ilerliyorum. Maskeyi elime alıyorum. Elimde kıvılcımlar çakıyor, sonra geçiyor. Morumsu ışık odanın bütün havasını değiştiriyor. Masanın yanında çıtalarla kapı şekli verilmiş anlamsız dekorun içinden geliyor. Akışkanlığı gri maddeye çok benziyor. Uzun uzun bakınca gözlerim yanıyor. Ani kararımla elimde maskeyle içeri dalıyorum. Odanın kapısını kilitlediğime seviniyorum. Adımımı attığım anda mor ışığın jelimsi soğukluğu bacaklarımı kesiyor. Devam edip kafamı içeri sokuyorum. Gözlerim kapanıyor ve sonsuz kere sonsuz yerlere düşüyorum. Ağzımda morun tadını alıyorum. Çıplak ayaklarım soğuk, pütürlü taşlara basıyor. Elimde maske, etrafa bakıyorum. Meşaleyle aydınlanmış basık koridorda vahşet, çarpık suratlar, sivri dişler, grotesk figürlerle dolu tablolar asılı. Arkamı dönünce bir yere açılmayan dekor kapıyı görüyorum. Koridorun sonundaki açıklıktan konuşmalar geliyor. Arkadan gelen düzenli mırıltılar duayı andırıyor. Kalbimdeki gümbürtüyü, yanaklarımdaki ateşi kontrol altına almaya çalışıyorum.

Fırsatı değerlendir. Dönüm noktalarında, insan soğukkanlılığını koruyabilirse eğer rahata erebilir. Pişmanlığın çileden çıkarıcı yankılarından kurtulmak sadece anlık cesaretlerle mümkün. Şimdi, yaşıyorum. Şu an, yapabilirim. Maskeyi sıkıca tutup açıklığa doğru yürüyorum. Yüksek tavanlı geniş salonun antika kuş kafesini andıran devasa pencerelerinin gerisinde buğudan başka şey yok. İçerisi bitimsiz sonbaharda kısılıp kalmış gibi. Koku, zamanın buradaki yavaşlığını ele verircesine rutubetli, nefessiz bırakan bir esinti. Yıllarca var olmuş yine de bir gün bile yaşlanmamış bu mekân.

Hissedebiliyorum. Maskenin kabuk kabuk bağlanmış katmanlarında, bilgeliğin sızıntısı bana ulaşıyor. Burası sonsuzlukta tek ve benzersiz uzanıyor. Pencerenin önünde sayısız canlıdan alınıp sıyrılmış, kurutulup birbirine eklemlenmiş olduğunu tahmin ettiğim girift masanın etrafında taştan, upuzun arkalıklı sandalyelere oturan figürler var.

Donakalıyorum. Emin olmak istercesine gözlerimi kırpıştırıyorum. Kırmızı perdelerden yapılma ufacık sahnenin önünde yeşil, üç küçük yaratık sakallarını sıvazlayarak az önce duyduğum dua gibi şarkılarını mırıldanıyorlar. Arada kıkırdayıp birbirlerini dürtüyorlar.

Masadaki figürlerin hepsinin önünde birer maske var. Kalan boş yerin bana ait olduğuna dair içimdeki sese kulak verip oturuyorum. İnce uzun masada dört kişiyiz. Yalnızca karşımdaki yaşlı kadının yüzünü detaylıca görebiliyorum. Kırmızı tülden eldivenleriyle örtülü avucunun içinde kristal bir top duruyor. Konuşmaya başlıyor. Dilimde konuşmadığı için boş boş bakıyorum fakat sonra kulaklarımdaki hafif pıhtılaşma beni hızla kadını anlamaya itiyor. Maskeyi oturduğum an önüme yerleştirmiştim. Bendeki farklılığı sezmelerine imkân vermemek tek çıkış yolum.

“ … gelmezsiniz diyorduk. Lafı uzatmanın alemi yok. Beşincimiz maskeyi bulmanızı hâlâ bekliyor. Tefekkürünüzün nihayetinde bu bilgiye nail olacağınızı söylemiştiniz.”

Son kelimesi soru sorar gibi havada asılı kalıyor. Tatmin etmekten çok uzak gevelemelerle cevaplıyorum.

Masanın sol baş tarafındaki kahverengi kalpaklı, boynunda arması, uyumsuz kovboy kıyafetiyle gamsızca oturan adamın gamsız sesi pencereleri çatlatacak incelikte. “Ay sessizken bilge ağaç kesilecek. Yeni ay olmak üzere. Sözünüzü tutup önceki yeni aydan bu ana dek, tek bir ağaca bile el sürmeyecektiniz.”

Cevap vermiyorum. Kararsızlığımdan olacak, karşımdaki kadın kalemle çizilmiş kaşlarını çatıyor. “Maskeleri buldunuz, kendinizi ispat ettiniz. Fakat gerekeni yapmak niçin bu kadar zor geliyor, canım? Ağaç kesilecek, kurban verilecek ve beş maske bizi dönüştürecek. Götürecek istediğimiz yere, istediğimiz cisimde. Öyle değil mi?”

Üç küçük yaratık mırıldanmalarını bitirip bilmecevari bir tekerlemeye başlıyor. Kulağımı tıkayamıyorum. Konuşulanlara odaklanmak zorlaşıyor. Masadakiler de gösteriden keyif alıyor gibi. Bilge ağaç kesiliyor, masum kanı akıyor, maskeler yerine ulaşınca zamanda derin yırtık açılıyor. Diyarın kapılarını kanatlı kuş kapatıyor. Bölük pörçük cümlelerden anlamlı olabilecekleri aklımda evirip çeviriyorum. Masadakiler gösteriyi alkışladıktan sonra maskelerin gizemini tartışmakla meşgul. Sağ uçtaki adam baştan beri hiç konuşmamışken, maskenin aslında ruhun en ihtiyaç duyduğu şeye bedeni dönüştürdüğünü anlatıyor hararetle. Karşıdaki kadın, maskenin dönüşümünün kişinin nasıl bir yaşam sürdüğüyle alakalı olduğunu savunuyor. Armalı adam damdan düşer gibi soruyor bana. “Kızın diyetini aksatmıyorsunuz ya?”

Bakakalıyorum. Adam sabırsızlanıyor. “Kız sizin denetiminizde.”

Başımı sallıyorum. Daha fazla bilgi almak için tavsiyesini istiyorum.

“Arada temiz havaya çıkarın, aşağıdaki odadan çıkmadı ne zamandır. Kurbanın sağlığı yerinde olmalıdır.”

Kafamda şimşekler çakıyor. Kulaklarımdaki uğultuyu bastıramıyorum. Avaz avaz bağırmak istiyorum. Titreyen ellerimi masanın altında tutuyorum. Tek tek inceliyorum hepsini. Yüzleri şeytana dönüşüyor zihnimde. Dudaklarını oynatıp ağızlarından salyalarını akıtarak konuşan ve sadece zehir saçan iblisler. Dünyaya ve evrene, insanlığa ve tüm kâinatın canlılarına karşı bir yükten ibaret, ebedi bencilliğin ve aptallığın musallat olduğu lüzumsuz yaratıklar. Hayrete düşmelerine bile izin vermeden, hızla, korkutucu bir leopara dönüşüyorum. Pençelerimle yere seriyorum hepsini. Yaratıklar kaçışır, onlar baygın yatarken aşağıya inen merdiveni buluyorum.

Parmaklıkların arkasında solgun, süzgün bir kız duruyor. Elindeki iplerle oynuyor. Saçları kirden kapkara. Beni görünce irkilip duvara siniyor. Meral! Bu sefer bedenimin illüzyonu değil. Capcanlı karşımda duruyor. Pençeli hayvanı bırakıp kendi suretime bürünüyorum. Yine de Meral’i ikna edip oradan çıkarmam kolay olmuyor. Salonda kıpırtı yok. Maskeleri topluyorum. Titreyerek bekleyen Meral’i kapıya götürüyorum. Maskeleri elindeki iple bağlayıp boynuna asıyorum. Mor ışık canlanıyor. Odaya adım attığımız anda Meral kollarıma yığılıyor. Karanlık odada kıpırdıyor bir şey. Bıçağın parıltısını son anda görüyorum. Meral’in kalçasına saplanıyor. Nazmi bu. Şekil değiştirip üstüne atılıyorum. Öldürdüm mü bilmiyorum. Kardeşimi daha yeni bulmuşken kaybedemem. Öfkenin içinde kaybolmuş gibiyim. Kurt suretim uluyor. İri yarı bir adama dönüştürüyorum kendimi. Kardeşimi kucağıma alıp evden fırlıyorum, yarası ciddi. Herhangi bir arabaya ulaşabilmek için ormana, kestirme yola sapıyorum.

Dikenli, dikensiz bütün bitkileri yararak geçiyorum. Etrafımızda tuhaf hareketlenmeler yakalıyorum. Nereye gideceğimi biliyorum. Karanlıkta üzerimize atlayan simsiyah, zifte benzer mahlukları savuşturuyorum. Çemberi gittikçe daraltıyorlar. Meral’i sırtıma yükleyip ata dönüşüyorum. Burnumdan gri madde boşanıyor. Sınırlarımı zorluyorum. Felamur’un önüne varıyoruz. Meral’i, yumuşak başlı, mağrur ağacın dibine bırakıyorum, kendi suretimdeyim. Ağacın kökleri kanla ıslanıyor. Maskeleri Meral’in boynundan çıkarıyorum. Başka çarem yok. İyileştirmesi umuduyla maskenin birini Meral’in yüzüne yerleştiriyorum. Kalan üç maskeyi birleştirip suratıma geçiriyorum.

Nereden aklıma geldi bu, bilmiyorum. Sonuçlarını umursamıyorum. Karanlık şekiller üstümüze çullanmak üzere. Bembeyaz bir ışık yayılıyor. Nereden yayıldığını anlamak için bakınıyorum. Kafamdan çıktığını fark ediyorum. Yine de etrafımı görebiliyorum. Çok geçmeden gözlerim kör oluyor. Maskeler özüme karışıyor. Kulaklarımdaki çınlama gümbürtüye dönüşüyor. Çığlık atıyorum ama sesim yayılmıyor, etrafımda dönüyor. Gözlerim ışıkla görmeye başlıyor. Görmeye alıştığım gri pus yerini capcanlı bir ışık banyosuna bırakıyor. Maskeler yüzümde değil, benliğimin parçası.

Meral’e dönüyorum ama onu bulamıyorum. Kafamı kaldırınca tepemde ışıklarla bezeli bir varlık görüyorum. Gümüşi, keskin kanatları Felamur kadar geniş. Vücudu pürüzsüz, lekesiz. Yüzü, Meral’in yüzü. Gördüğüm solgun kızın yerini hayat dolu, huzur dolu bir kız almış. Zift mahluklar Felamur’un gövdesini epey yaralamış. Hepsi yerde çorbaya dönmüş artık. Meral, önündeki yırtığa bakıp gülümsüyor. Alçalıp beni ayaklarıyla yakalıyor. Beraber yırtıktan içeri giriyoruz. Süzülürken geçmişi ve geleceği geride bırakıyoruz. Bambaşka bir diyara varıyoruz. Yırtık arkamızdan kapanıyor. Meral beni yere bırakıyor. Şenlikli bir alandayız. Etrafımızdaki varlıkların hepsi gri maddeyi tatmış, dönüşmüş varlıklar. Ortamın uğultusunda kalbimi yatıştıran bir şeyler var. Her şeyi tamamlamış olmanın verdiği rahatlık beni sarmalıyor. Bazıları bizi selamlıyor. Her birimiz içimizde birbirimizin parçasını taşıyor gibiyiz. Burada kaostan eser yok. Burada birbirini bilmenin getirdiği anlayış var.

Büşra Erturan

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *