NOT: Bir önceki bölüm GÜNEY DENİZLERİNDE için BURAYA tıklayınız.
GALAKTİK KOMİSYON
(Büyücünün Ada Sefası Üçlemesi-2)
Silah taşıyan ve büyü yapabilen birisi teknik olarak korkutucudur. Ancak tahtaları uğultulu rüzgârda gıcırdayan, üst kattaki oda kapıları çarpıp duran, karanlık ve ıssız bir ev bu ikisinden daha da korkunçtur. Kalp atışlarınızın hızını etkileyecek, soluk almanızı etkileyecek, göz yanılgılarından kaynaklı sanrılarınızın sayısını arttıracak denli somuttur. Üstelik orasıyla ilgili kanlı ve kaynağı belirsiz hikâyeler dinlemişseniz ve kurumuş kan lekeleri ay ışığı altında sizlere sırıtıyorsa…
Eli daha önce hiç kullanmadığı Mısrus işi kılıcın kabzasında iğreti bir şekilde duran bitki ve ot püsür araştırmacısı İhmit ile karanlık sanatlar kurcalayıcısı Wyern, işte tam da böyle bir yerdeydiler ve gözleri kırılmış haldeki kapının ardındaki karanlığa kilitlenmişti.
İhmit: “Nedense burası bana ormana göre daha korkutucu geliyor…”
Wyern: “Kanlı cinayetlerin, korkunç katliamın hatıraları?”
İhmit: “Eh… O da bir etken. Ama benim hissettiğim daha çok ürperti. Burası sana da biraz tekinsiz gelmiyor mu?”
Wyern: “Şey… Herhangi bir enerji hissetmiyorum ama cidden dediğin gibi, tekinsiz görünüyor.”
İhmit: “Korkuyorsun?”
Wyern: “Kısmen…”
İhmit: “Korkman saçma değil mi? Sonuçta büyülü bir ırka mensupsun ve karanlık sanatlarla uğraşıyorsun…”
Wyern: (sinirle) “İyi bir silah ustası olmak derini oklara ve mızraklara karşı kalınlaştırmaz. Sinir bozucu derecede terk edilmiş bir ev, benim gibi birisi için bile yeterince rahatsız edicidir…”
Karanlığın içinden belli belirsiz ayak sesleri işitildi. İçeriye hızla siyah bir şey girdiğinde İhmit çığlık çığlığa merdivenlere doğru zıplarken Wyern denk getirdiği ilk laneti okumaya başlamıştı bile. Siyah şekil hızını yavaşlatıp şaşkın bir hale ikisine bakındığında bunun Esgar olduğunu fark edip sakinleştiler.
Wyern: (hiddetle) “Eğer her yere böyle girip çıkıyorsan sana kaçık demelerine şaşmamak lazım.”
Esgar: (endişeyle dışarıyı işaret ederek) “Ormanda bazı karaltılar görünce tek başıma duramayıp yanınıza geldim!”
İhmit: “Ormandaki karaltılardan korktuysan neden denize açılmak yerine buraya geldin?”
Esgar: (hiddetle) “Paramı vermediniz!”
Wyern: “Adadan kaçacak halimiz yok ya?”
Esgar: “Doğru ancak prensip prensiptir. Ücret oldukça önemli bir husus, ekmek kapımız neticede.”
Zuhur eden sessizlikte uzun uzun rüzgârın uğultusunu dinlediler. Esgar kafasını salladı: “Gerçi ormana kıyasla burası daha fazla ürkütücü ya neyse…”
İhmit: “Ah evet… Tekinsiz ev meselesi…”
Esgar: (şaşkınlıkla) “Nereden biliyorsunuz size anlatmadım ki?”
Wyern: “Sinir bozucu kapı çarpmaları ve ahşap gıcırdamasıyla kafa kerten, duvarlardaki kan lekeleriyle ay ışığının adeta dans ettiği böyle bir binanın tekinsiz olduğunu anlamak için turizm broşürüne gerek duymazsın…”
Esgar: “Öldürülenlerin ruhları buraya hapsolmuş derler. Bazı geceler ruhların iniltileri işitilir ve hayaletlerin pencerelerde görüldüğü söylenir!”
Tam o esnada dışarıdan bazı tuhaf sesler geldi. Sanki birileri çakıl taşları üzerinde koşturuyor gibiydi. İhmit korkuyla bir merdiven boşluğuna bir de kapının dışına bakındı: “Hayaletler mi?”
Wyern, parmakları mor ışıltılı kıvılcımlar saçarken yanıtladı: “Perili bir mekânda hayaletlerin dışarıya çıktığını pek zannetmiyorum. Kanlı canlı bir ziyaretçi…”İhmit paslı kılıcı kınından çekmeye çalıştıysa da kılıcı kıpırdatamadı. Her birinin aptalca cesaretine sövüp duran Esgar ise yere devrilmiş bir masanın ardına geçerek saklanmaya çalıştı.
Kaptan Buzdağı, elindeki tuhaf tüfengi ile nefes nefese içeriye daldığında bu onları daha fazla korkutmuştu. Namı dünyayı tutmuş bir kahramanın bir şeylerden kaçması ve nefes nefese kalması pek çok gerçeklikte: “Şimdi hapı yuttuk!” şeklinde algılanırdı. Kaptan Buzdağı dizleri üstüne çöküp nefes almaya çalışırken, İhmit korkuyla sordu: “Neden… N-neden kaçıyorsun?” Kaptan Buzdağı, kapının dışında görünen ağaçları işaret etti: “Orada… Ağaçların arasında… Karaltılar! Hareket ediyorlar!”
İlk başta ne olduğunu algılayamadılar. Ancak kapıya saplanan bir balta ve iki ok her birinin kafasında gemicilerden yadigâr vahşi kabilelerin korkutucu imgeleri uyandırmaya kâfi geldi. Kaptan Buzdağı, tüfenginin namlusunu karanlığa doğrultup birkaç kez ateşledi. Wyern haykırdı: “İnsan yiyenler! İnsan yiyenler! Ellerine düşmemiz pek de iyi olmayacaktır!” Kaptan Buzdağı suratında muzaffer bir sırıtma ile ateşi kesmeden kapıya yöneldi: “Bize ulaşabilirlerse tabi!” Kaptan Buzdağı, karanlığın içinden duyduğu çığlık sesleriyle daha da şevke gelip birkaç adım daha attı. Belindeki buhar haznesine çarpan bir mızrak nedeniyle tüfengi çalışmaz olunca suratındaki muzaffer ifadenin silinmesi çok uzun sürmedi: “Beylikdağı’nın buzulları adına!” Üzerine doğru fırlayan baltalardan sıyrılıp binaya geri girdi. Wyern parmaklarında mor ışık haleleri dolaştırarak bir adım öne çıktı: “Bazı efsaneler bir mızrak atımıyla son bulabilir. Beni alt etmeleri için mızraktan daha fazlasına ihtiyaçları var!”
Kapıya doğru yaklaşan Wyern karanlığın içine doğru okkalı bir lanet savurmaya yeltendi. Laneti çağıran duanın son sözlerini söyleyemeden kafasına çarpan bir taş baltayla önce sendelemesi, ardından yere yıkılması bir oldu. Esgar: “Demek baltayı kastediyormuş. İş başa düştü!” diyerek belinden bıçağını çekip tükürdü. İhmit, ter bulaşmış gözlüklerini temizleyerek belindeki paslanmış Mısrus işi kılıcı güç bela çekti. Dışarıya seslenirken sesi titriyordu: “Ya-ya-yaklaşmayın! Si-si-silahlıyız! Hemen hemen silahlıyız!” Esgar da tınısından korku akan bir tehdit savurdu: “Evet silahlıyız! Elimizin altında bir kahraman ve bir büyücü var! Elimizi kana bulamaktan çekinmeyiz!” Cevaben birkaç ok daha kapı pervazına saplanınca İhmit’e döndü: “Akdiyar dilini anladıklarını pek sanmıyorum…” Kaptan Buzdağı saklandığı karanlık köşeden çıkarak: “Anlayabilecekleri tek dil var!” deyiverdi. Merakla nasıl bir kahramanlık yapacağını beklerlerken elleri havada dışarıya çıkmasına ilkin bir anlam veremediler. Namı dünyayı tutmuş bir kahramanın kendisine yaklaşan tuhaf sembollü dövmelerle bezenmiş yerlilere teslim olmasının tek bir anlamı olabileceğini düşünerek silahlarını yere atıp aynı şekilde dışarı çıktılar.
Yerliler sarmaşıktan urganlarla ellerini bağlarken baygın büyücüyü de hem ellerinden hem de ayaklarından bağlayıp diğerlerine bağlayarak yerde sürüklenir vaziyette bıraktılar. Böylece sürekli sıçrayıp dans ederek kendi itikatlarındaki tanrılarına şükrederek sevinen yerlilerin arasında balta girmemiş karanlık ormana girdiler. Sarmaşıkların ve yaprakların hışırtısından ziyade uzaktan uzağa davulların tam tam sesleri işitilmekteydi. En önde Kaptan Buzdağı, onun ardında İhmit, onun da ardında Esgar yürütülüyor, asıldıkları bir urganla Wyern’i de yerde sürüklüyorlardı.
Kaptan Buzdağı: “Dilimizi bilmiyorlar ama başımıza gelecekler aşağı yukarı belli.”
İhmit: “Ne gibi?”
Kaptan Buzdağı: “Bizi önce öldürecekler. Ardından kazanlara atıp kaynatacaklar. Midelerini boylayacağız!”
Esgar: “Bu en iyisi olacaktır. Daha da kötüsü var…”
İhmit: “Öldürmeden kazana atıp kaynatmak gibi mi?”
Esgar: “Teknik olarak o da korkutucu tabi ama bahsetmek istediğim bu değil. Bir şeylere kurban edilebiliriz…”
Kaptan Buzdağı: “Bir şeyler?”
Esgar: “Kendi tanrılarına falan işte…”
İhmit: “İnsan kurban etme çağlar öncesinde kalmış bir uygulama değil mi?”
Kaptan Buzdağı: “Bu insanların bizimle aynı dönemde yaşadıkları pek söylenemez…”
İhmit: “Hem bildiğim kadarıyla sadece bakireler tanrılara kurban edilir, korkulacak bir durum yok!”
Kaptan Buzdağı: “O zaman kurtulduk demektir!”
Esgar: “Kurtulabiliriz. Büyücü hariç. Onların kadınlara korkuyla yaklaştığı söylenir. Gerçi eski hikâyelerde sürekli prenses kaçırdıklarından da bahsedilir… Her neyse büyücü uyanınca bir prenses kaçırıp kaçırmadığını ona sorarız…”
Kaptan Buzdağı: “Yalnız bir sorunumuz var. Bunu onlara nasıl anlatacağız?”
Esgar: “El işaretleriyle anlatabilirim ama küfür zannedebilirler…”
Ağaçların çevrildiği bir açıklığa geldiklerinde etrafta yarım ay şeklinde dizilmiş sazdan kulübeler ve yanan meşaleler sallayan insanlar gördüler. Açıklığın en ucunda basamaklarla çıkılan taştan, büyükçe bir sunak gördüler. Sunak rahatsız edici derecede bir masayı andırıyordu. Sanki üzeri sürekli çiğnenmişçesine aşınmıştı. Ön tarafına yuvarlak bir şekil çizilmişti. Şekil sanki ışık saçan güneş tasviriymiş gibi alt tarafında sayısız çizik barındırmaktaydı. Kaptan Buzdağı, İhmit ve Esgar, kaidenin önüne geldiklerinde yerliler onları durdurup hızla vurulmakta olan davullar ve çıngırakların eşliğinde tuhaf bir dansa giriştiler.
Esgar, Wyern’i sürükledikleri ipi bırakıp elleriyle masayı gösterdi: “İşte! Orada! Bizi kurban edecekleri şeyin sureti!”
Kaptan Buzdağı: “Tanrıdan çok güneşe benziyor?”
İhmit: “Ay da olabilir. Işıklı bir şey… Yıllar önce bir kitapta okumuştum. Akdiyarlı kaçık bir bilgin tarafından yazılmıştı. “Tanrıların Kürekleri”ydi adı.”
Esgar: “Arik vun Danikian?”
İhmit: “Evet o. Nereden bildin?”
Esgar: “O kaçık buralara dek gelip gitmişti. Yazacağı kitaptan ve gökten gelen ziyaretçilerden bahsediyordu.”
Kaptan Buzdağı: “Tanrılar mı?”
Esgar: “Şey bazı yerliler açısından öyle ama Beylikdağı’ndan gelmiyorlar. Gökten geliyorlar. Başka bir dünyadan. Güya onlara dair izler mi ne varmış…”
İhmit: “Tanrıların Kürekleri’nde bu ziyaretçilerden bahsederken, bizim gibi onlara göre gelişmemiş uygarlıkların daha gelişmemiş uygarlıklarca ziyaret edildiğini, bunların da tanrı zannedildiği yazılmıştır.”
Kaptan Buzdağı: “Çok saçma! Biz de başka bir uygarlıktan geliyoruz, bunlara göre çok da ileriyiz. Bize neden tanrı muamelesi yapmıyorlar?”
Esgar: “Tanrılar hakkında pek bilgim yok ama herhalde silahını atıp teslim olacak kimseler değillerdir…”
İhmit: “Normal. Bizi insan olarak gördüler. Ama ya büyüleyici şekilde gelseydik? Kitapta bahsedildiği gibi büyük gök cisimleriyle…”
Esgar: (yutkunarak) “Kast ettiğin şey tam olarak büyük, tepsi gibi yuvarlak, dönerken ses ve ışık çıkartan, parlak bir şeyler mi?”
İhmit: “Aynen öyle. Kitabı okumuş muydun?”
Esgar: (elleriyle yukarıyı gösterir) “Hayır. Ta kendisi şu an tepemizde de!”
İhmit ve Kaptan Buzdağı, kafalarını gökyüzüne çevirdiklerinde, tepsi misali yuvarlak ve şişkince bir cismin ışıklar içerisinde dönerek kendilerine doğru yaklaştığını gördüler. Kelimelere dökülemeyecek bir ses çıkaran şey taş sunağın tepesine doğru alçaldığı sırada diğer yerlilerin de ayinlerini bırakıp korkuyla gelen şeye baktıklarını gördüler. O esnada Wyern de kendine gelmiş, olduğu yerde doğrulmuştu. Tepelerine yaklaşan ışıltılı cismi görünce şaşkınlıkla sordu:
Wyern: “Ne oldu bana? Bu da ne?”
İçlerinden bir tek Esgar ona dönüp baktı: “Adanın yerli ahalisi tarafından bayıltıldın. Sonra da bağlanıp buraya bir ayin için getirildin…”
Wyern: “Onu sormuyorum. Tepemizdeki şey ne?”
Esgar: “Galiba tanrıları. Şu sunağa çizdikleri ışıklı şey. Bunu hep yapıyorlar galiba, Acunal dışından gelen ziyaretçiler geyiği işte…”
Wyern: “Arik vun Danikian? Ben onu bir kaçık zannediyordum. Demek gerçekmiş… Ama bir tuhaflık var…”
Kaptan Buzdağı sinirle ona döndü: “Yapma yahu! Neymiş?”
Wyern: “Yerliler bu duruma alışkın olsa sevinirlerdi yahut tapınırlardı. Ne olduğunu onlar da anlayabilmiş değil bence…”
Gökten inen şeklin altında parlayan bembeyaz bir ışık huzmesi neredeyse gözlerini kör edecekti. Bazı yerliler ellerindeki silahları atarak inen şeklin önünde diz çöküyor, bazıları ağaçlara doğru koşarak beyhude yere ağaç tepelerine tırmanmaya çalışıyorlardı. Işık huzmesi parlaklığını yitirdiğinde sunağın üzerinde tuhaf giysili bir adamın beklediğini gördüler. İnsana benzeyen ancak iki göz, iki kol, iki ayak fazlasıyla dolaşan, tarzı son derece yabancı bir gömlek ve ceket giymiş olan “ziyaretçi”nin kafasının da ortası kel olup, kenarları saçlıydı. Elindeki tuhaf görünüşlü çantasını açarak içinden bir kutu çıkarıp kendince kurcaladıktan sonra kalabalığa dönerek şöyle dedi:
Ziyaretçi: “Phryqk wzl çhlşr?”
Dediklerinden kimse bir şey anlamamıştı. Bir tek Wyern, kendinden emin bir şekilde: “Takribi yirmi bin yıl öncesinde olmadığımızdan hayır bu dili pek konuşmuyoruz. Bu Antik Akdiyar lisanıdır. Lisan bile değil mağara insanların homurtusu!”
Ziyaretçi: (elindeki kutuyu biraz daha kurcaladıktan sonra) “Lisan-ı umumiye vakıfsınız?”
Wyern: “Cinlerin dili yaklaşık 2000-3000 yıl öncesine kadar yaygındı ama artık bürokratik yazışmalar haricinde pek zikredilmiyor. Akdiyar’a gelen Törkünlerden itibaren dil onlara kaydı.”
İhmit: “Adam başka dünyadan gelmiş, hiç mi tuhaf gelmiyor?”
Wyern: “Bir kara büyücüye ne tuhaf gelebilir ki? Boyut kapılarından aşinayız neticede bazı şeylere…”
Ziyaretçi: (tekrar elindeki kutuyu bu sefer biraz daha uzunca kurcaladıktan sonra) “Dilinizi artık biliyorum. Fakat siz neden bağlısınız?”
Wyern: “İyi hatırlattın!” diyerek önce ellerindeki ve ayaklarındaki ipleri kendiliğinden çözüverdi. Ardından Esgar’ların bağlı oldukları ipleri de çözerek onları kıvrılan yılanlar misali kabile üyelerinin üzerine gönderdi. Ziyaretçiden dolayı zaten yeterince gergin olan yerliler, bu ip numarasıyla birlikte dehşete düşerek hep birden ağaç tepelerine hücum ettiler. İp gösterisinin dozunu kaldıramayan birkaç tanesi ise kendini kaybederek olduğu yere yığıldı.
Wyern, hareket eden ipleri kendi haline bırakarak gökten gelen ziyaretçiye döndü: “Sanırım sizi tanrıları zannediyorlar. Daha önceki bir ziyaretinizle alakalı…”
Ziyaretçi: “Daha önce geldiğimi sanmıyorum? Bu ilk…”
Wyern: “Taşın üzerine çizdikleri şey başkasına ait o zaman. Neyse… Biz de kendimize geldiğimize göre dönebiliriz, size iyi eğlenceler…”
Kaptan Buzdağı: “Hazine bu sunağın altında olmalı. Almadan şuradan şuraya gitmem!”
Wyern: “Uyanır uyanmaz ellerini bağlı gördüğüme göre artık bu kahramanlık işine bir son vermenin zamanı gelmiş olmalı. Yerliler adamın tanrı olmadığını anlamadan gidelim!”
Ziyaretçi: “Aslında daha tenha bir yere inmeyi bekliyordum. Karışıklık çıkmaması açısından. Başka başka dünyalara gittiğimizde bizleri yakalayıp kesip biçtiklerini duymuştum, onlara tuhaf geliyoruz, merak ediyorlar falan filan…”
Wyern: “Kader diyelim… Biz de zaten memleketlerimize geri dönüyorduk.”
İhmit: “İyi de daha bitki örneklerine bakmadım ki?”
Wyern: “Pekiyi. Kaçık tekneci?”
Esgar: “Paramı vermediler henüz ben de kalıyorum.”
Wyern: “Güzel. Ben tek başıma da gidebilirim…”
Esgar: “Sen de hala paramı vermedin?”
Ziyaretçi: “Bir dakika dinler misiniz? Ben gezegeninizin sahibiyim aslında.”
Hepsi birden dönüp ziyaretçiye baktı. Esgar kafasını kaşıyarak sordu: “Tanrı gibi mi?”
Ziyaretçi: “Hayır daha çok ev sahibi. Satın aldım.”
Kaptan Buzdağı: “Bütün bu dağları, denizleri?”
Ziyaretçi: “Evet. Aslında çok zengin biri değilim ama kendi gezegenimden görevlendirildim. Bizimkisinin kaynakları tükendiğinden birkaç ışık yılıdır satılık bir gezegen aramaktaydık. Milyarlarca katalog arasında buraya denk geldik…”
Esgar: “Işık yılı?”
Wyern: “Nasıl yani? Başka bir uygarlık bizimkini satın mı aldı? İyi de kimden?”
Ziyaretçi: “Galaksiler Arası Emlak Federasyonu olarak dilinize çevrilebilir. Sahipsiz gezegenler yani sahipleri tarafından sahipli olduğu ibraz edilmemiş gezegenler bu oluşumca sahiplenilir ve satılığa çıkarılır. Bazen çevreye çok zarar verecek savaşlar için kiralanabilir de savaş meydanı vazifesi görmesi açısından.”
Wyern: “Gökten parlak bir cisimle geldin diye sana inanmak zorunda değiliz biliyorsun değil mi?”
Ziyaretçi: (Çantasından büyükçe bir cam parçası çıkarıp onlara gösterir. Üzerinde sarılı yeşilli tuhaf semboller yanıp sönmektedir) “Bu görmüş olduğunuza “galaktik komisyon” deniyor. Yani ücret ödendi. Yani ben buranın sahibiyim. Koordinatları sürekli değiştiğinden burayı güç bela buldum ve şimdi galaksime bildirmem gerekiyor.”
İhmit: “Afedersiniz size ziyaretçi deyip duruyoruz ama adınız neydi?”
Ziyaretçi: “1xwz9#>. Ama siz bana kısaca “vız” diyebilirsiniz.”
İhmit: “Eee… Vız bey, şunu merak ediyorum. Bir uygarlık olarak gezegeni aldıktan sonra, eskisine ne yapıyorsunuz?”
Ziyaretçi: “Eskisini? Kaynakları tükenmiş olduğundan terk ediyoruz ama bir hastalık falan varsa patlattığımız da oluyor…”
İhmit: “Onu sormuyorum. Satın aldığınız gezegendeki eski uygarlıklara ne oluyor?”
Ziyaretçi: “Şey… Bu kısmı biraz can sıkıcı… Kısmen temizlik yapıyoruz, yerleşmeden önce tabi…”
Wyern: (gözleri tuhaf bir kırmızı ışıkla parlamaktadır) “Seni uyarıyorum ziyaretçi!”
Esgar: “Onun adı Vız.”
Wyern: “Her neyse! Ben kudretli bir büyücüyüm! Benim dünyamdan uzak durmanı ve kendi gezegenine çekip gitmeni emrediyorum!”
Kaptan Buzdağı: “Adamların ışıklı şeylerle geziyorlar, ne yapacaksın? Kaçak bina yıkımını engellemek için çocuğunu rehin alıp çatıya mı çıkacaksın?”
Ziyaretçi: “Evet, lütfen tatsızlığa gerek yok. Acısız bir temizlik olacak. Hem kölelere de ihtiyacımız olacak, yani ölmeme şansınız da var!”
Wyern: “Daha önce bir büyücüyle karşılaşmadın sanırım. Yoksa bu tehdidimi kulak ardı etmezdin!”
Ziyaretçi: “Büyü? Biz daha çok ışınlar, yok edici silahlar, saldırı amaçlı kullanılan salgın hastalıklar ve kısmen de eski aşk acıları gibi şeyler kullanıyoruz. Uygarlığımızın yabancısı olduğu bir şey…”
Wyern: “İyi. Tanıdığın ilk ve son büyücü ben olacağım o halde…”
Ziyaretçi: “Ama hiç yardımcı olmuyorsunuz ki?”
Wyern ellerinden saçılan tehditkâr kıvılcımlarla taş sunağa doğu kayarcasına ilerledi. Onun bu korkunç görüntüsü karşısında diğerleri de gerilemişti ki Wyern ışıltıları yarıda keserek sunağın üzerindeki şekle odaklandı. Kendi kendine mırıldanarak parmaklarını kâh şeklin üzerinde kâh aşınmış basamaklarda ve köşelerde gezdirdi. Yerlilerden birine dönerek şekli işaret edince, yerli ellerini yukarıya kaldırıp sağa sola sallayarak garip sesler çıkarmaya başladı. Ardından hayali bir şeyi yutarmış gibi yaptı.
Wyern, kafasını kaşıyarak diğerlerine döndü: “Resmedilen şey ve sunağın aşınmış köşeleri dikkatimi çekti de… Burada resmedilen şey galiba ışık saçan ziyaretçiler değil.”
Kaptan Buzdağı: “Güneş? Ay?”
Wyern: “Bir şey. Galiba büyük. Sanırım bir şeyleri yutuyor. Sunak olduğuna göre bunlar daha önce o şeye insan sunmuşlar ve o şey yemiş…”
Esgar: “Bir canavar! Yıllar önce söylencesini duyduğum bir canavar vardı ama hikâyesini tam hatırlamıyorum. Hırsla alakalı bir şeydi. Uzun fayton sürücülerinin para hırsıyla sürekli yolcuları “arkaya ilerletmesi“ yüzünden ortaya çıkmış bir yaratıktı sanırım. Yok karıştırıyorum. Hırsla kazan yecücler ateşli bir şey mi uyandırıyordu?”
İhmit: “Canavar? Şekil nasıl? Yani orada ne olarak resmedilmiş? Ejderha falan mı?”
Wyern: “Ejderhaya benzediğini pek sanmıyorum.”
İhmit: “Belki nesli tükenmiş bir ejderhadır?”
Wyern: “Taş sunağın ardındaki sahile bakan açıklık ve hiç ağaç olmaması sanırım bir fikir verebilir. Çok başlı bir şey galiba…”
Esgar: “Aha! Bir hidra!”
Ziyaretçi: “Konuya dönebilir miyiz? Gezegeninizin sahibiyim!”
Wyern: “Bir müsaade et!” (Yine aynı yerliye dönerek önce sunağı ardından ayı gösterir. Yerli cevaben meşaleleri işaret edip dans figürleri göstererek denizi gösterince diğerlerine döner) “Bu şey yeryüzünü işitebiliyor sanırım. Dansları duyup meşale parıltılarını duyunca sunağa gelip kendisine sunulanları yiyor olmalı.”
Ziyaretçi, galaktik komisyonu çantasına geri tıkıştırdıktan sonra bir başka kutu çıkarıp kendince kurcalamaya başladı: “Kabul edin veya etmeyin. Yeni ev sahiplerinize hoş geldin deme…”
Denizin dibinden bir volkan patlamasıymışçasına gelen kulakları rahatsız eden bir uğultu ve akabinde vuku bulan sarsıntı ziyaretçinin sözünü kesti. Sesin geldiği yere döndüğünde denizin fokurdadığını ve dalgaların arttığını gördü.
Ziyaretçi: “Şey… Yaklaşan karaltıya bakılırsa o bahsettiğiniz şey geliyor olmalı…”
Kaptan Buzdağı: “Beylikdağı’nın trafiği adına! Bu hengâmeden kurtulursam kahramanlığı falan bırakıp kilisede rahip olacağım! Sakin, can sıkıcı ama güvenli bir kilisede!”
İhmit: “Neye benziyor?”
Ziyaretçi: “Tam emin değilim ama galiba vantuzlu kollar gördüm sanırım…”
Devam Edecek
- Çeşmenin Duldası - 1 Ekim 2021
- Paşa, Voyvoda ve Cadı - 1 Nisan 2021
- Şalgamika Nasıl Dağıldı? - 15 Haziran 2017
- Balkanski Grob - 15 Mayıs 2017
- Tahta Kılıçlar Mezarlığı - 15 Ekim 2016
Ellerinize sağlık. Güzel ve ilginç bir öykü olmuş. İlk bölümünü de okudum. Gelecekte birgün UFO’lar şehir merkezine inipte: “Selam dünyalı bu gezegenin sahibi biziz” deseler. Aklıma bu öykünüz gelecek. 🙂