Eski bir kitapta ahir zamanda yaşayan ruhların birçok şeye kudretlerinin yettiğine değinilir. Mavi de onlardan biriydi. Yedi büyük rengin en ılık ve en özgür olanı. İsimler savaşında, kendine ad vermeye hak kazanan.
Tam olarak ona ne olduğunu bilmiyoruz, fakat Mavi bütün çağı değiştirip, insanların içinden yükselen bir tanrı olmayı başarmıştı.
Bu aykırı ruh, Huş dağından indiğinde yanında iki yüce ruhla belirmişti:
Kiranya ve Hianmar.
Bu iki dost, Ak Dağlarındaki yolculuğunda ona yoldaş olmuşlardı.
* * *
Göğün hemen ortasında bir yerlerde; Valmar Vadilerinin en derin uçurumlarından da derin ve dipsiz, rüzgâr tanrısı Hianmar’ın rüzgârları kadar şiddetli, karadan da kara bir girdap, yıldızlara asılmış bir deniz gibi orada duruyordu. Bu girdap Gece Ruhu olarak da anılan; Karnas’ın nöbetçi arslanı Meln’in açlığıydı.
Açlık, her akşam sahibi uyurken, onun bedeninden ayrılır ve bütün geceyi ona lezzetli etler bulmakla geçirirdi. Sahibinin sivri dişlerini, keskin pençesini ve taşları dahi sindirebilen midesini ödünç alan Açlık, onun bu devasa organlarını karanlık bedenine iliştirerek koca bir ucubeye bürünür, korkuya kılıf olurdu.
Sabırdan yoksun olan Açlık henüz Meln’in vücuduyla bir iken, ormandan esen bir rüzgârla aitliğinin bedenini titretti. Kara Orman’da hayvan mahlukatı dışında kokulara pek rastlanmadığından, burnuna çalınan iki taze et kokusu ona anılarında gizli kalmış bir lezzeti hatırlatmıştı.
Gün batımının hemen ardından kendini var eden yaratık, derhal iki veledin kokularını takip etmeye koyuldu. Hem böylesi bir ziyafet belki de koca çağda birkaç kere olmuştu.
Bir sis gibi gizliden gizliye havada süzülen çirkin mahlukat, ormana girmek için birbirine bağlı gölgeleri buluyor, çok korktuğu ışıktan uzak kalmaya gayret ediyordu.
* * *
Halk arasında Gece olarak da bilinen Açlık, bütün sinsiliğiyle otların arasında sürünürken, ağaçlara tırmanıp karanlık kavuklarından içeri dalıyor; yapraklarını bir mengene gibi kıstırıp, dans eden huzurlu şıkırdamaları sona erdiriyordu. Onun bu dondurucu dokunuşlarıyla hareketsiz kalan hayvanlar, kırılan buz tabakaları gibi çatlıyor, karanlığın yoğun ve ıssız derinliğine çekilerek birer birer yok oluyordu.
“Koş Hatca koş! Geliyor. Eğer ona yakalanırsak neler olacağını büyükbabam anlatmıştı. Söylediklerini hatırlıyorsun değil mi?”
Yakut, bütün hızıyla koşuyor, bir yandan da Hatca’nın eline sarılmış, onu da kaçtığı tarafa çekiştiriyordu.
Gece, bu iki çocuğu kıstırmak için orman boyunca ilerlerken, geriye çekilen Gün ise bir yol bulabilmeleri adına var gücüyle karanlığa direniyordu.
Bir süre daha koştuktan sonra, Yakut’un bakışları aniden dik bir yamacın gövdesine saplandı. Eteğindeki ağaçların çok da belirgin olmadığı bu yüksek dağ, sanki onları kıstırmak için yerden öylece bitivermişte, önlerini kesmişti. İrkilen bakışlarını Hatca’nın fark etmemesi için önüne eğen Yakut, yeleleri okşanan bir at gibi onları hemen sakinleştirdi. Onun bu afyonlu hali, Hatca’yı daha güçlü kılıyor, umutlarını kaybetmeden koşmalarına yardımcı oluyordu.
* * *
Arkalarına dönüp baktıklarında, yitirmeye başladıkları gün ışığı, ormanı suskunluğa teslim etmişti. Gece, tüm hızıyla önüne gelen her şeyi yutuyor, galip geleceği oyuna doğru devam ediyordu.
İkili az daha ilerlediğinde, ağaçların gövdeleri ve çalıların arasından parlayan devasa buz rengi bir kayaya rastladılar. Yakut, hızlıca bu dev kayanın üzerine çıkarak Hatca’yı yanına çekti. Sonra buradan birlikte atlayıp, bir düzlüğe doğru yuvarlanadurdurlar.
Bu sırada Gün ışığını yitirdikçe, Gece hızını ve gücünü daha da arttırmaktaydı. Karanlığın sert adımlarını enselerinde hisseden ikiliyse, biraz önce yuvarlandıkları yerden ancak bir ağaca toslayarak durabilmişti.
“Hadi kalk!”
“Kalkıp da nereye gideceğiz! Galiba bizi uyardıkları şey buydu. Neden yanımıza kimseyi almadan böyle bir maceraya atıldık ki?”
“Sakin ol Hatca. En azından Valmar’ın Büyü Kitabını bulduk değil mi?”
“Ve Hermleri uzaklaştırabilmek için tüm sayfalarını yaktık…”
“Önemli olan senin tüm sayfalarını bir kez de olsa görmendi. Büyükbabamın dediği gibi, senin görüşün değerli ve diğer herkesin sahip olduğundan daha özel.”
Bir önceki gece Şahin Mağaralarında bir keşişin elinde buldukları kitabı, ışıktan korkan yarasa örümceklerinden korunmak adına yakmışlardı. Şimdi kitapsız devam eden yolculuklarında, bir günlük mesafedeki köylerine ulaşmaları için yalnızca yarım güne daha ihtiyaçları vardı.
* * *
Karanlık tekrar çökmeye başlarken arkalarından yaklaşan sığ gürültü, onları iyice ürkütmüştü.
“Üşüyorum” dedi Hatca.
“Koşmaya devam et yoksa Gece‘ye yakalanmak mı istiyorsun? Hem dinlenmeye de vaktimiz yok zaten. Sana söz veriyorum. Bir yolunu bulup, kendimizi güvende hissedeceğimiz bir yer bulacağız.”
İki arkadaş, avuçlarında tuttukları küçük umutlarıyla, önlerinde beliren dik yamaca doğru ilerlemeye devam ettiler.
Peşleri sıra gelen Gece, onları kıskacına doğru çekiyor; önüne çıkan her tür mahlukatı çiğnemeden yutup, bir hortum gibi midesine çekiyordu.
Bu sık, bitişik ve ışıksız ormanın izsiz yollarında ilerleyen çocuklar, yollarının bir patikaya bağlanmasıyla süratlerini daha da arttırdılar. Islak orman zemininde koşmak zor olduğundan, Hatca ayağındaki pabuçlardan birini yapışkan toprağa kaptırıvermişti. Yakut ise ormana girdiklerinden beri pek arkasına bakmadığından, çelimsiz kızın düşüşünden bihaber, onları bu durumdan kurtaracak bir çıkış yolu arıyordu.
Az ileride yamacın dibinde, insan yapımı duvar ve sütunların yükseldiğini görünce; ardına bakmayı tamamen unutup, Hatca’yı düştüğü yerde yapayalnız bırakmıştı.
* * *
Yakut’un yolun kenarı sıra devam eden taşlarının, bir şehrin siluetine doğru karıştığını fark etmesi; Feln dağındaki antiloplar gibi sıçrayarak koşmasına sebep olmuştu.
Biraz daha devam edip şehrin giriş kapısına ulaştı. Burada önünü kapatan sarmaşıkları sıyırmaya koyulmuştu ki arkasındaki küçük adımların bir süredir onu takip etmediğini fark etti. Hızla geriye dönüp, korkuyla kafasını etrafında bir tur çevirdi. Fakat kimsecikleri göremedi.
Biraz sakinleşmek adına derin bir nefes aldı ve gözlerini biraz önce geldiği yolun ucuna doğru dikti. Küçük kız tam da burada, geldikleri patikanın hemen gerisinde bir serçe kadar ufalmış varlığıyla ona göz kırpıyor; dona kalmış vücuduyla Gece‘nin onu yutmasını bekliyordu.
Yakut bu ürkünç manzara karşısında tüm cesaretini kaybetmişti. Hemen kendisini tokatlayarak, süratle kızın düştüğü yere doğru geri koştu. Hatca’nın yanına vardığında kızcağız korkudan tir tir titriyor, iki sesi yan yana getirmekte bile zorlanıyordu. “Ben geldim” dedi Yakut, “Buradayım. Artık korkacak bir şey yok!” Çabucak onu kolundan çekerek ayakları üstüne dikti. Acele hareketlerle bileğinde bir incinme olup olmadığını yokladıktan sonra, yara almadığına sevinip birer kurbağa gibi oradan fırladılar.
* * *
İkili enselerinde hissettikleri karanlığın soğuk çığlıklarına rağmen, şehre girdiklerinde, karşılarında duran Zelk medeniyetinin muhteşem manzarasıyla irkilmişlerdi.
Denizden gelecek tehlikelere karşı Uçsuz Dikiti’nin diğer tarafına kurulan şehir, çağlar öncesinde buradaki sulak arazinin üzerine yapılmış; sadece Zelklerle kalmamış; ayrıca Artlara, Karyanlara ve Meridenlere de ev sahipliği yapmıştı.
Meydana adımlarını atan çocuklar Zelklere ait işlemelerle süslenmiş, mermer kemerlerin sıska sütunlar üzerinde yükseldiği yıkık bir çeşmeyle karşılaştılar. Bu yıkık çeşme bir obruğun üzerine inşa edilmiş, ağzı taşlarla çevrelenmişti. Saklanacak bir yer buldukları umuduyla, mirketler gibi kuyunun yanına doğru, adeta dört ayak üstünde koştular.
Kemerin altına vardıklarında, Yakut korku ve heyecanla kartal bakışlarını eski yazıtların üzerinde gezdirerek Hatca’ya döndü ve “Ne yazdığını okuyabiliyor musun?” diye sordu.
“Hayır” dedi Hatca, “Zelklerin kelimeleri çok eski. Kitaptakilerle benzer fakat onları tam olarak okuyamıyoru…”
Küçük kız sözlerini tamamlayamadan biraz önce terk ettikleri ormandan; kadın, erkek ve çocuk çığlıklarının iç içe geçtiği, acı çeken bir gürültü yükselmeye başladı. Ağaçların arasından çıkan yüzlerce binlerce yılan karanlıkla birlikte dağın yamacına doğru sürünüyor, bir sel gibi önüne yığılan her şeyi çamuruna katıyordu. Çocuklarsa artık her şeyin bittiğini düşünerek, kendilerini hemen arkalarındaki taştan yükseltinin kenarına sıkıştırmışlardı.
Hatca, ellerinin çok da derin olmayan oyuntulara dayandığını hissedince, merakla arkasına doğru döndü ve titrek sesiyle “Bu bir Sarm kuyusu” diye heyecanla bağırdı.
Kuyu, Sarm diye adlandırılan, eski bir medeniyetin kalıntılarından geriye kalmış, belki de tek sağlam şeydi.
Silinmeye yüz tutmuş bu eski yazılara dikkatlice bakıldığında, güçlü bir büyünün kenar çemberine işlendiği pek ala anlaşılıyordu.
Hatca’yla birlikte Yakut da gözlerini son umutları olan bu silik, fakat parlaklığını yitirmemiş kelimelere dikmişti. Hemen küçük kıza dönüp, “Peki ya saldırı özelliğine sahip Sarm büyülerini, bizim kalkan büyülerimizle birleştirebilir misin?” diye sordu.
Hatca, Yakut’a cevap dahi vermeden, çantasındaki iki çakmak taşını çıkardı ve kendi büyüleriyle bu iki büyüyü yoğurmak için bir ritüel hazırlamaya başladı.
Öksüz kızın çığlığı
Yetim prensin kalbi
Kırk çıyanın ayağı
Bir an emin olamayıp sözlerini yarıda bıraktı ve Yakut’a dönerek:
“Bu büyünün işe yarayıp yaramayacağından emin değilim” dedi.
Bu sırada kendilerine orta seviye bir koruma alanı yaratmaya çalışan Yakut, nefesindeki titremeyi var gücüyle durdurarak, içinde kalan yarım balon dolusu havayla:
“Haliya adına! Gece Ruhu bizi yakmadan şu sözleri söyleyebilecek misin yoksa yer değiştirip zen taşlarını mı dizmek istersin?”
Zelman diyarından gelen bu büyülü taşlar, gündüz ışığını tüketen ve içinde saklayan kutsal cennet Anatol diyarından düşen, bir kayanın parçalarıydı.
“Bilemiyorum Yakut! Neden kitabın son sayfalarını yaktık ki? Keşke ezberlediğime emin olsaydık da ondan sonra yaksaydık. Of of offf!”
Kızın gözleri üç nefes süresince boşluğa kilitlendi. Ardından dondurucu bakışlarını zihnindeki çelik murçla parçalayarak, “Hatırlıyorum. Evet hatırlıyorum galiba. Büyü Khlatra ile başlıyor olmalı” diye mırıldandı kendi kendine.
Yakut ise bütün gerginliğiyle Hatca’ya dönerek, “Sence neyle başladığını şu an önemsiyor gibi mi duruyorum?!” diye çıkıştı ve ekledi, “Sadece söyle! Aklında ne kadarı kaldıysa, söyle Hatca! Yoksa bu yapışkan şeyin midesinde boğularak ölmek mi istiyorsun?! Yo yo yo ben asla istemem. O yüzden şimdi herkes bildiği şeyi yapsın da şu lanet şeyden kurtulalım olur mu?!”
Hatça, kuruyan ağzında yakaladığı birkaç damlayı bir araya getirerek, sırasıyla boğazındaki düğümlerden geçirdi ve tekrar söylemeye başladı.
Öksüz kızın çığlığı
Yetim prensin kalbi
Kırk çıyanın ayağı
Ağlayan gündüzün göz yaşlarıyla karışın
Ve sessizliğin her bir boşluğunu doldurun
Gök içinde gök olun
Büyünün ilk kısmı sonlandığında, onlara yaklaşan Gece‘yle aralarında sadece yüz at boyu kadar mesafe kalmıştı. Bu çıldırmış fırtına öyle hızlı ilerliyordu ki karşısına çıkan her şeyi, ne olduğuna bakmadan bir hamlede yutuveriyordu.
* * *
Kendi büyüleri bittiğinde şimdi sıra Sarm büyüleriyle birleştirmeye gelmişti. Hatca, kuyunun kenarında işlenmiş sihirli sözcükleri de okuyarak onları bir önceki kutsal sözlerle birleştirmeye koyuldu.
Khlatra nia xeni
Fiaçça ishhi ishina
“Hadi bitir artık bitir! Şu iğrenç yaratıkla aramızda yalnızca elli at boyu mesafe kaldı…”
Srezlia nen çiyankash,
Niarda nen Hianmark,
Gece korunmasız çocukların tepelerinde bitmiş, koca ağzını bir pitonun çenesi kadar açarak onlara doğru hızla alçalmaktaydı.
* * *
Yaşadıkları yerin oldukça dışına çıkmış olan çocuklar, köyü çevreleyen koruma büyüsünün ötesinde olduklarından, şimdi kendilerine bir savunma çemberi hazırlamak durumundaydılar.
Hatca, kuyunun kenarında yerden öylece bitiveren karahindibalardan birini alarak, büyüye devam etti:
Renzay flini te, kenle hui
Rezlam herm te Kiranyaka
Söylediği büyünün tamamı şu anlama geliyordu:
Aydınlan mumun ipinde, rüzgârı çek bedenine, sonra Hianmar’ın kızının ruhundan beslen, çalı ve pamuk, yağ ve şarap, önce içinde ve sonra tükenmemek üzere dışında
Tutuş. Tutuş ve açıl. Faran’ın sarayına, koştur atlarını. Kiranya’nın kollarında dinlen ve kendini ışığına bırak, teslim ol onun yakmayan mavi ateşine.
Açlık tüm şiddetiyle tam üzerlerine çökecekken, Hatca’nın sözleriyle elindeki karahindibanın her bir tüyü çekirdeğinden ayrılarak, birer zıpkın gibi tepelerinde yükseldi. Sonra tekrar birbirlerine kenetlenip, derin denizlerin renginde tutuşmaya başladı. Ardından, zen taşlarının içinden bir kadın izi düşüverdi havaya ve elindeki asasını kılıca dönüştürüp, Açlık‘ın üzerlerine gelen pençesine doğru savurdu.
* * *
Gökteki mücadele öyle ansız başlamıştı ki çocuklar ne olduğunu dahi anlamadan gerilerinin üstüne düşmüş, oturdukları yerden bu çılgın mücadeleyi seyrediyorlardı.
Yukarıdaki kızıl saçlı kadın, elinde kılıcıyla karanlığı parçalıyor, saçlarından çıkan alevlerle canavarın acayip bedeninde delikler açıyordu. Kılıcını her savuruşunda Meln’e ait olan uzuvlar kopuyor, dağların ardındaki bedeninden göğe kükremeler yükseliyordu.
* * *
Bedenine dikilen korku dolu bakışları sezen cesur savaşçı, çevik duruşunu bozmadan çocuklara dönerek onlara ufak bir gülümseme hediye etti ve hemen ardından koca bir ıslık çalarak yeri kısa bir anlığına salladı. Bu havalı uğultu sonunda meydana gelen zelzele, kuyunun sularını dışarı taşırmıştı. Taşkınlık öyle uluydu ki sanki bir şelalenin ağzından yükseliyormuşcasına, obruğun ağzından boşalmaya başladı.
Akıntıyla birlikte yukarıya ufacık kanatları olan, koca bir balığın kafası çıkıvermişti. Minyatür süs balıklarının birkaç bin katı büyüklüğünde olan bu iri hayvan, yılana benzer kuyruğu ve yukarı tırmanan küçük ayaklarıyla kuyunun ağzında ona yeni bir ağız oldu.
Hemen üstlerinde savaşan tanrısal güzellikteki kadın ise, bir an ezilen kılıcının altından çocuklara bakarak:
“Ne diye bekliyorsunuz! Hürhan sizi dağın diğer tarafına götürecek” dedi.
* * *
Onlar henüz farkında değillerdi fakat Kiranya’yla konuştuklarını çok daha sonra öğreneceklerdi. Dev ejder balığı, bu ikiliyi yutup onları kuyunun içinde hızlı ve kesintisiz bir yolculuğa çıkardı. Bu yolculuk, soluksuz maceralarının başlangıcı olacaktı.
Merhaba Gökay
Öykünün dinamiği çok iyi. Ritmi tam anlamı ile kıvamında, gerilimi yüksek.
Rüzgâr tanrısının bedeninden ayrılarak onu doyurmak için ava çıkan Açlık, çok yaratıcı.
Önceki öykülerinden oldukça farklı olduğunu düşünüyorum bu son öykünün. Diğerlerinde Rus edebiyatı tadı alırken, burada bambaşka bir kalem buldum. Daha özgün ve belki çok iddialı ama daha benzersiz.
Fantastik bir anlatımda, az karakterle böylesi sürükleyici ve heyecanı dorukta tutan korku-gerilim dengesi harmanlamak bence zor. İyi kotarmış ve hakkını vermişsin.
Çok iyi cümleler gördüm. Bunlar için ayrıca tebrikler.
Büyü kısmı ile ilgili bir sorum olacak, umarım saçma bir soru değildir
Büyüdeki dili sen mi yarattın, yoksa varolan bir dilden mi faydalandın?
Ve bir daha bu kadar ara verme.
Yeniden hoş geldin
Edit: Atladığım bir detayı yazayım buraya. Müzikler çok iyi eşlikçilerdi. Öykünün ruhu ile uyumlu bir medcezir yarattılar. İtiraf edeyim, Öykü bittikten sonra hepsini yeniden dinledim. Tebrikler bu güzel seçimler için👌
Teşekkürler Gaye! : )
Evet, burada daha önce bu türde fantastik bir öykü verememiştim. Bunu gerçekleştirerek evvelde kendime verdiğim sözü de tutmuş oldum. Umarım okuyanlar da beğenir.
Sözde-dil sorunu yanıtlamak gerekirse; Almanya’da yaşan Dil Bilimi uzmanılığı bulunan bir arkadaşımla birlikte hazırlıyoruz. Bunun için de şu an 3 tane dil belirdik. Diller Uygurca üzerine inşa edilecek ve fonetik olarak eski Mısır diline benzeyecek.
Müzik seçimi konusunda ise fantastik türde kitapları okurken bana eşlik eden birkaç müzik parçasını okuyucuyla paylaşmak istedim. Böylece okuyucuyu; tıpkı sinema yönetmenlerinin yaptığı gibi çok sayıda uyaranla öyküye dahil etmeyi amaçladım. Bunun için ise öyküdeki aksiyon ve müzikteki gerilimin eşzamanlılığına(ortalama okuma hızına göre) oldukça dikkat ettim.
Herkese keyifli okumalar dilerim!
Merhaba
Elinize sağlık. Açlık tasvirinizi çok beğendim ve onu kurguladığınız biçimi. Öykünüz hiç sekteye uğramadan aktı ve sonra olacakları, önceden olanları, yarattığınız dünyayı merak ettirdi.
Benim çok zayıf olduğum ve tercihlerimde henüz ilk sırada olmayan bir alan ama okudukça neden olmasın diyorum
Sanırım ya devamı gelecek ya da roman olacak öykünüz.
Tekrar kaleminize sağlık
Şimdiden kolay gelsin
Merhaba Müge,
Fantastik edebiyat, benim de çok okuma yapmadığım fakat gerçeküstülüğüyle düşlerime epey benzeyen bir alan. Bu sebeple ilgilimi oldukça çekiyor.
Gece Kılıcı ise bu bahsettiğim düş dünyasına sığamayıp, gerçekliğe dokunmaya çalışan öykülerimden biri. Hatta bitmemiş uzun bir öykünün, küçük bir parçası. Şimdilik bir kitap yazacak birikime sahip olmadığımdan, bu öykü de -raflarda değil- yalnızca benim rafımda yaşamaya devam edecek gibi gözüküyor.
Fakat küçük bir sır vermek gerekirse, bu öyküyü yaşatmak adına ona küçük yoldaşlar yaratmaya devam edeceğim.
Güzel yorumunuz için teşekkür ediyorum.
Sevgilerimle,
M.Gökay Okutucu