1
Kaptan, gecenin ilk hediyesi olan fırtınayı bertaraf etmek için var gücüyle uğraşırken tayfası da küçücük teknenin içinde, kalan yiyecekleri denizden kurtarmak için uğraşıyordu. Kerim, teknenin kıç tarafından neredeyse denize düşecek olan tütün torbasını son anda yakaladı ve su geçirmez torbayı oturmalıklardan birinin altına özenle yerleştirdi. Ekip için tütün hayati tüketim ihtiyaçlarından birisiydi ve hedeflerine varana kadar hiç kimse nikotinsiz kalmayı istemezdi. Tekne ve deniz adeta vals ediyordu ve bu ölümcül dansın ortasında kalan dört denizcinin en kıdemlisi ve aynı zamanda ekibin lideri olan Barman ekibinden kimsenin denize lokma olmaması için çaba gösteriyordu. Dalgalar o kadar uyumsuz geliyordu ki bir sonraki hamleyi hesap edebilmek neredeyse imkânsızdı. Dümeni bir o yana bir bu yana kırıyor üzerine gelen dalgaları en az hasarla atlatıyordu ancak Barman bile bu güne kadar, üstelik böyle bir teknede böyle hava şartlarıyla karşılaşmamıştı ve belli etmemeye çalışıyordu ancak, bu gece oldukça zorlu geçecekti. Zaten daha önce birçok denizciye mezar olan bu denize açılmaları bile başlı başına bir cesaret işi olduğu için ortalıkta korkudan, çocuklar gibi ağlayıp zırlayan yoktu ve şuan herkesin tek amacı fırtınayı alaşağı etmekti.
“Berkan, un torbalarıyla işini bitirince dümene senin geçmeni istiyorum, becerebilir misin?” diye bağırdı Barman. Gök gürültüsüyle karışık dalgaların bağırtılarında sesini ancak bu şekilde duyurabilirdi. Tecrübelerine dayanarak, yaklaşık beş saattir cebelleştikleri fırtınanın her an sona erebileceğinden emindi ve belli ki başka bir planı vardı. Berkan da bunu gayet iyi bildiği için çaresiz emri kabul etmek zorunda kaldı. Aslında iyi bir denizci sayılabilirdi ama bugüne kadar pek fırtınayla karşılaştığı söylenemezdi. Çağatay, kurtarabildiği; un, şeker, yağ ve hindistan cevizi rendesi dolu torbaları ve kutuları tekneye yerleştirmeyi bitirmiş bu sırada şiddetli rüzgâr hafif hafif yavaşlamaya başlamış, dalgalar da durulmaya koyulmuştu.
“Berkan, fırtınayı atlattık ama seni atlatabileceğimizden emin değilim, alabora olmayız sayende değil mi?” Derin bir nefes aldıktan sonra söylemişti bunu. Artık rüzgâr da gittikçe hafifliyordu. Tütün torbasından bir miktar aldı ve cebindeki kâğıt kutusundan bir tane kâğıt çıkarıp sarmaya başladı. Berkan, Çağatay’a ters ters baktı ve dümenden ellerini kurtarıp;
“Emin değilim, her an her şey olabilir Çaça.” Dedi. Ellerini dümenden ayırdığı birkaç saniye, teknenin yönünü değiştirmesine yetmişti. Ancak, hemen sonra dümeni tekrar kontrolüne alıp yönünü kuzeye çevirdi ve Çağatay’a bir tütün de kendisine sarmasını söyledi. Hava iyice durulmuştu artık. Barmansa, teknenin kıç tarafına oturmuş tam aksi yöne yüzünü vermiş bir şeylerle ilgileniyordu. Tayfadan hiç kimse ona ne yaptığını sormadı. Ancak Çağatay, tütün vermeye gidince elinde bir pusula tuttuğunu gördü.
Barman fırtına boyunca özenle koruduğu pusulayı dikkatle inceliyordu. Etrafında çeşitli hayvan ve denizcilik simgeleri olan pusulayı daha önce tayfadan hiç kimse görmemişti. Yönlerini bulmak için başka bir pusula kullanıyorlardı. Berkan, tekneyi on mil kadar kuzeye ilerlettikten sonra Barman’a döndü ve hayretle kuzey batıyı işaret etti. Tam tepelerinde, kuzeybatı doğrultusunda ilerleyen garip, boru şeklinde bir bulut vardı. Daha önce hiçbirisi böyle güzel bir bulut görmemişti. Fırtına sonrasında manyetik alandan kaynaklanan bir doğa olayı olduğunu düşünen tayfa buluta hayranlıkla bakarlarken Barman olduğu yerden kalktı, pusulayı cebine özenle yerleştirdi ve Berkan’dan dümeni devraldı.
“Yolculuğumuzun daha yeni başladığını belirtmek isterim arkadaşlar. Hepiniz olabildiğince sakin olmaya çalışın ve tekneden düşmemeye bakın…” Hiç kimse bir şey anlamamıştı ancak, yolculuğa başlamadan önce tehlikeli ve maceralı bir yolculuğa çıktıklarını, bu ölümcül yolculuğu göze almayanların evde kalabileceğini söyleyen Barman’a hepsinin güveni tamdı ve her zaman onunla olduklarını bildirmişlerdi. Tayfadan hiçbir soru cümlesi gelmiyor, sadece onay cümleleri yükseliyordu. Birkaç dakika sonraysa boru biçimli bulut haricinde tertemiz olan gökten garip sesler duyulmaya başladı. Bir müziği andıran seslerin ardından, boru biçimli bulutun etrafında masmavi şimşekler görüldü. Bulut gittikçe genişliyor ya da kim bilir, yere doğru yaklaşıyordu. Tayfa ellerinde sigaraları ve kahve kupalarıyla olacakları beklerken Barman da dümeni bırakmış tamamen dalgasız denizde sabırsızlıkla bulutu izliyordu.
Gittikçe yakınlaşan ve garip müzikle birlikte mavi şimşekler saçan bulut teknenin neredeyse elli metre yukarısında durmuştu. Bulut, etrafından sigara dumanını andıracak şekilde belirsizce dağılırken hafif bir rüzgâr başladı ancak dalgalarda hiçbir kıpırdama belirtisi yoktu. Barman’ın ağzından sadece “Başlıyor.” Sözü döküldü ve tayfa, tekneye sıkı sıkı yapıştı. Neler olacağını çok merak ediyorlar ancak tek bir soru bile soramıyorlardı. Muhtemelen yeni ve daha şiddetli bir fırtınaya hazırlanıyorlardı. Yavaş yavaş dağılan boru biçimli bulut açılırken sergilediği mavi şimşekler de hızla renk değiştiriyor gök kuşağının bütün renklerini gösteriyordu. Dağılan bulut yarım saat sonra elli metre yukarılarında ters çevrilmiş bir kâse şeklini aldı ve o sırada da rüzgâr şiddetini artırdı. Heyecanın doruk noktasına ulaştığı tekneden tek çıt sesi duyulmuyor öylece bakıyorlar, bakıyorlardı bu doğa harikasına. İçlerindeki merak duygusuysa kafalarında, neler olacağına dair çeşitli senaryolar yaratmalarına neden oluyordu. Hiçbirisi ölmek istemezdi ancak Barman ve birbirleri için de her şeyi yapacak kadar bağlıydılar birbirlerine. Giderek şiddetlenen ve keskinleşen rüzgârdan dolayı hepsi ceketlerine sıkı sıkı yapışmıştı. Yukarıda oluşan çanaksa kirmen gibi dönüyordu.
Kâse biçimli bulut, teknenin tam üzerinde hızla dönerken, derinliği de artıyordu ve şimdi çanağın kenarları tekneye yirmi metre kadar yaklaşmıştı. Rüzgârın da şiddetiyle sallanan teknenin içindekilerse sanki dillerini yutmuş gibiydi. Çanak genişledi, genişledikçe rüzgâr şiddetini artırdı. Artık teknenin etrafı hareler şeklinde dalgalanıyor dalgalar yukarıya doğru uçuşuyordu. Rüzgârın şiddeti artık iyice artmış ve teknenin içindekiler oturur pozisyonda dahi dengede duramaz olmuştu. Bu sırada Barman;
“Sıkı tutunun ve tekneden düşmemeye bakın.” Diye yineledi uyarısını. Bundan cesaret alan Kerim de artık neler olacağına dair bir şeyler öğrenmek istiyordu. Barman, “Birkaç dakika sonra öğrenirsin dostum.” Dedi sadece. Çağatay ise, tekneden düşmemek konusundaki önlem önerisini Barman’a sunmuş, oturmalıklara kendilerini bellerinden bağlamışlardı bir dakika içerisinde.
Teknenin etrafındaki dalgalar zaman akıp gittikçe daha da yükseliyor, hava daha da soğuyordu. Kâse biçimli bulut da hızını artırmış deli gibi dönüyordu. Tekne artık denizin üzerinde duramaz olmuş sağa sola şiddetle sallanıyor bazen de yüzeyden yükseliyordu. Kendilerini oturmalıklara bağlamamış olsalardı denize düşmeleri işten bile değildi. Teknenin içini, yükselen ve tekneye vuran dalgalar suyla doldurmuştu ancak, tekneyi yukarı çeken kuvvet, teknenin batmasını önlüyordu. Artık teknenin denizden yükselişi rahatça fark edilebiliyordu. Önce, ancak güçlü bir dalganın savurması kadar yükselen tekne artık neredeyse yarım metre havada sallana sallana duruyordu. Kimsenin bu durum karşısında ne konuşacak ne de soru soracak hali vardı. Şaşırmayı bile düşünemiyorlar sadece olanları izliyorlardı. Barman ise, buluta bakıp iç geçiriyordu. Buraya kadar gelebilmiş olmasını bile bir mucize olarak değerlendiren kaptan olacakların hüsranla sonuçlanmasını istemiyor, bunun için dua ediyordu.
Tekne daha, daha yükseliyor, kâse bulutun içine doğru ilerliyordu. Herkes nefesini tutmuş küçük dillerini yutmakla meşgulken kaptan, amacına ulaşmış bir tebessümle bulutun içine girecekleri anı bekliyordu. Kâsenin içine girdiklerinde o müziksi sesi daha net duyabiliyorlar, rengârenk şimşekleri, onlara dokunabilecek kadar yakından izliyorlardı. Kâse bulutun içine girdiklerinde sanki zaman algısını yitirmiş gibi hissettiler. Zaten algılama yetenekleri bir süredir körelmişti, çanak bulutun içine hapsolup, kâsenin dibinin yavaş yavaş kapanmasıysa bunu daha kuvvetlendirmişti. Bir süre sonra nasılsa alışacak olduklarını bilmese, kaptan hepsine tek tek sağlam birer tokat yapıştırır ve kendilerine gelmesini sağlardı. Etrafta dans ederek uçuşan yağmur damlacıkları, renkli şimşekler ve müzik… Sonra birden etrafı çok kuvvetli bir ışık seli kapladı. Tekne kendi ekseni etrafında dönüyor, ya da öyle olduğunu sanıyorlardı. Tekne, bulutun içinde, kâsenin en tepesine vardığında hızla yere düşmeye başladılar… Düşüş öylesine kuvvetliydi ki teknedekiler, bağırsaklarıyla ciğerlerin yer değiştirdiğini hissedebiliyorlardı.
Bir an sonra kendilerini, teknenin içinde, bir ormanın orta yerinde buluverdiler. Şu durumda hiç birinin bunu idrak edebilmesini bekleyemezdiniz ki öyle de oldu. Uzun süren sessizliği Barman bozdu; “Arkadaşlar, hepimiz iyi miyiz?” Bu sesle kendine gelen Kerim, “Sanırım artık bir açıklama yapmanın zamanı geldi kaptan.” Dedi. Barman, humuslu toprağa oturmuş olan teknenin içinden çıkıp Kerim’in isteğini gerçekleştirdi; “Sizlere, tehlikeli ve ölümcül bir yolculuğa çıkacağımızı söylediğimde böyle bir şeyi kastettiğimi düşünmemiş olmanız normal, arkadaşlar. Ancak, bunu size daha önceden açıklasaydım belki şuan burada olamazdık ki ben burada olmak için hayatımı bile verebilirdim.” Artık tayfa yavaş yavaş kendine gelmiş ancak durumu hala idrak edememişlerdi. Bu sefer soru sorma sırası Çağatay’a geçmişti, “Kaptan, burası neresi?” sesi titrek ama cüretkârdı, tayfa arasında maceraya en düşkün olan kişi Çaçaydı ve doğaüstü ve fantastik olgular hep ilgisini cezp etmişti. Ne var ki onları, okumak farklı, tam ortasında olmak çok daha farklı bir şeydi.
“Sizlere göstermek istediğim bir şey var. Elimde tuttuğum şey belki de dünyanın en değerli hazinesi; ancak bu hazine sizi, kıyasla daha değersiz; ancak dünyanın en zenginleri arasına sokabilecek hazinelere götüren bir anahtardır.” Cebinden özenle çıkardığı pusulayı baş ve işaret parmağı arasında tutup seyircilere gösterdi. “Ne işe yarar ki bu, alt tarafı bir pusula?” Ekibin en küçük üyesi ve bu yaşadıklarını hala sindirememiş olan Berkan sordu bunu. Sesi, korkusunu yansıtıyordu. Barman’la ilk defa bu hitap şekliyle konuşuyordu. Daha beş yaşından beri Barman’la beraber hayatını denizlerde geçirmiş olan Berkan, kaptana aşırı bir saygı hissiyle bağlanmıştı. Bu yüzden bu tavrı onun da kaptanın da dikkatini çekmişti; ama kaptan üzerinde fazla durmadan, “Bu, genç arkadaşım, bir anahtar, bir yol gösterici ve çok büyük günahlara sebep olabilecek tehlikeli bir nesne. Bunu elinde bulunduran kişi zamanın istediği bir evresine gidebilir ve onun yönlendirmeleriyle istediği her şeyi öğrenebilir. Adriyatiğin üzerindeki o silindirik bulutu hatırlarsınız. Oradaki bulut, zaman içerisinde yolculukların yapılabileceği, bir geçiş kapısıdır. Ve o fırtınaya, elinizde bu pusula olmadan yakalanırsanız, zaman sizi yutar ve kaybolur gidersiniz.” Ekiptekiler aralarında pusulaya dair fısıldaşırken ekibin yaşlılarından olan Kerim, oradaki eşsiz büyüklükteki ağaçlardan birinin dibine oturdu ve bir sigara sararken gözleri yerde sordu liderlerine,
“Yani bizi bu bilmediğimiz topraklarda, dünyanın en zengini yapacak olan bir hazine bekliyor. İşte bu, aldığım en iyi haber!” dedi neşeyle ancak neşesini hiçbir zaman belli etmeyi sevmeyen Kerim bunu, monoton bir ezgiyle söylemişti.
2
Denizciler, Adriyatik’teki geçiş kapısından, zamanlarından binlerce yıl öncesine vardıklarında, kendilerini büyük hazinelerin, şatafatlı davetlerin ve devlet büyükleriyle tanışılan protokollerin beklediğini sanıyorlardı ancak gerçek çok daha farklıydı. Barman’ın, pusulayı ele geçirdiği andan itibaren tek bir düşüncesi ve arzusu vardı. Bunu gerçekleştirmeyi öylesine istiyordu ki bunun için yapmayacağı şey olmadığı gün gibi aşikârdı. Dostlarına, tehlikeli ve kötücül bir yolculuğa çıkacaklarını; bu yolun onlara neler sunacağından habersiz olduklarını ve kendilerini inanılmaz bir zenginliğin içinde bulabilecekleri ihtimalinin düşük de olsa olduğunu söylemişti. Tayfasından her zaman onunla olduklarını ve eğer sonunda bir defineyi paylaşacaklarsa ona giden yoldaki tehlikeleri de paylaşacaklarının olması gereken şey olduğu cevabını aldılar. Ancak Barman, hedeflerine vardıklarında onlara gerçeği söyleyecekti ve tepkilerinin ne yönde olacağını da bilmediğinden yapması gerekenin, kendisine duyulan güveni onlara yansıtmak olduğunu da biliyordu.
“Şu bahsedilen hazine nedir kaptan ve biz nereye düştük böyle?” Çağatay, bunu sabırsızca sormasa da zaten kaptan anlatmak üzereydi, “Bunun bir önemi yok. Pusula bizi hedefimize götürecektir ancak şunu söylemem gerekir ki, bizleri çok tehlikeli bir görev bekliyor. Size bahsettiğim şu hazine; bilmenizi isterim ki değeri olan şeyler sadece; altın, mücevher, elmas gibi madenler değildir. Bilginin veya gizemli sırları öğrenmenin, belki hatta başımıza gelebilecek felaketleri engellemenin de değerli birer hazine olduğunu bilmenizi isterim. Bu haşmetli ormanda bizi neler bekliyor bilemeyiz, ancak yapmamız gereken, birbirimize her zamankinden daha fazla güvenip, her zamankinden daha fazla yardımlaşmamız gerektiğidir. Buraya binlerce yıl önce, -daha doğrusu bugün- olan ve kendi zamanımızı ve daha sonraki zamanları da büyük etkiler altında bırakacak olan bir şeyi önlemeye geldik… Hedefimde, her birimizi dünyanın en zenginleri arasına sokacak hazineyi bulmanın yanı sıra, kendi zamanımızda yaşanacak olan büyük bir yıkımı da önlemek var.
Kerim, aynı monoton sesi ve asık suratıyla, oturduğu yerden kalktı; “Ne yıkımı bu?” Kaptanın bu sözlerinden sonra ortamın havası daha da gerilmişti ancak, zaten her zaman güvendikleri ve sevdikleri kaptanlarının biraz önceki sözlerine istinaden hiç kimse, kaptanın, kendisini içine soktuğu durumdan yakınmıyor, ona küfürler saydırmıyordu. Kaptan, bahsettiği yıkımın ne hakkında olduğunu söylemedi.
Ormandaki bu kısa konuşmadan sonra kaptan ve ekibi yola koyuldular. Barman dışında –belki o da dâhil- kimse nereye gittiklerini bilmiyordu. Gündüz olmasına rağmen, göğe kadar yükselen sık ağaçlar ortamın kararmasına neden oluyordu. Derinliklerinden gelen orman hayvanlarının sesini söylemeye gerek bile yok… Kerim, hala ve ısrarla bu yıkımın ne demek olduğunu merak ediyor ara ara da kaptana soruyordu ancak bir cevap alamadı. Pusulanın sırrınıysa söylemişti. Pusula, dünyanın en eski kavimlerinden biri tarafından icat edilmişti. Önceleri amacı, kutsal ruhların ya da kötü amaçlı doğaüstü yaratıkların yerini tespit etmekti. Yüzlerce yıl o kavimde kalan pusula, halkı birçok kötülükten kurtarmış, onların şehirlerine girdiğini tespit etmişti. Geriyeyse büyücülerin işlerini en iyi şekilde yapıp bu kötü ruhları bertaraf etmeleri kalıyordu. Ve bir zaman, kavmin yerleştiği şehre kötücül bir yaratılmış geldi. Ancak ne pusula tespit edebilmişti bu kötücül yaratığı ne de büyücülerin durdurmaya gücü yetmişti. O güne kadar ki dünyanın tarihi, böyle bir kıyım görmemişti. Halk sadece üç günde tarihe karışmış, kötü varlık, hepsini yok etmişti.
3
Ormanın ne kadar içerisinde olduklarını bilmiyorlar, sadece yürüyorlardı. Kaptan Barman ara sıra cebindeki pusulayı çıkartıyor ve bakıyordu ona. Yüksek ağaçların arasında, bilmedikleri yere doğru giderlerken Barman pusulasını bir kere daha çıkardı ve tayfasına, durmaları için bir el hareketi yaptı; “Doğu tarafına gitmemiz gerek.”
“İyi ya o yöne gidelim o zaman, kaptan, maceralı bir yolculuk olacak demiştin neredeyse yarım gündür yürüyoruz daha bir şey olduğu yok?” Çağatay, biraz dalgalı sesiyle ama macera istediğini gösterme hevesiyle söylemişti bunu ancak ne kadar anlamsız olduğunun kendisi de farkındaydı. Kaptanın cevabı kısa ve net oldu. Böylece yürümeye devam ettiler. Ormanın doğu yakasına döndüklerinde, yaklaşık yarım saat sonra havanın birden ne kadar değiştiğine şaşırarak tanık oldular. Zaten kasvetli bir görünüme sahip olan orman sanki bu havasını daha da artırmak istercesine, gotik öykülerin tasvirlerini üzerine giymişti adeta. Yarım günlük yürüyüşleri sırasında güneş göğü terk etmiş, hava kararmıştı ancak gündüz ki korku salan havasından geriye eser kalmamıştı. Şimdi daha çok hayaletlerin dolaştığı, göğe çığlıksı inlemelerin, duyulması istenmiyorcasına daldığı, korkudan daha öte hisler barındıran bir ruha sahipti.
Ekip, birbirinden kopmadan yan yana yürüyorlardı ve en küçük üyeleri Berkan’a özellikle dikkat ediyorlardı. Berkan çok toy ve böyle sırlı şeyleri bırakın herhangi bir korsan savaşında dâhil bulunmamıştı. Barman, yıllardır onu böyle şeylerden özel bir korumacılıkla uzak tutmuştu ve şimdi buraya onu da getirdiğine pişman oluyordu. Ancak Berkan, dostlarının korumacılığının tam tersine ekipten farksız olarak ormanda gayet özgüvenli ve cesur adımlarla ilerliyordu. Güneş artık tamamen batıp hava da kararınca Barman ekibe, güvenli bir yerde kamp kurmaları gerektiğini söyledi. Ormanın ne kadar içinde olduklarını bilmedikleri için böyle bir yerin varlığını da bilemezlerdi ancak bu konudaki deneyim ve bilgilerini kullanarak iki ağacın dalları arasına, buldukları elastiki dallardan, kalın sırıklardan ve yapraklardan faydalanarak birer hamak yaptılar. En azından zıplayamayan yaratıklara ve böceklere karşı korunmuş olmuşlardı.
Herkes, hamağına uzandıktan sonra, uyku öncesi konuşmaları başladı. Barman’ın ağzından laf alabilmek için uyku halini fırsat bilenler ona çaktırmadan, pusulaya, yıkıma dair sorular soruyorlardı. Kerim, başını hamaktan kaldırdı. Barman ve diğerlerine kendi duyduğu sesi duyup duymadıklarını sordu. Kerim keskin kulaklara sahipti ancak bu sesleri duymak için hassas duyma organlarına gerek yoktu. Ses oldukça yakından ve gayet net duyuluyordu. Ekip, hamaklarının üzerinde oturur pozisyona gelmişler sesin kaynağının ne olduğunu ya da buraya gelip gelmeyeceğini anlamaya çalışıyorlardı ki birkaç saniyeye kalmadan bir yaratık, kampın tam önüne sıçrayarak geldi. Daha ne olduğunu anlayamadan karşılarına çıkan hayvan tam önlerinde, koşuya hazır atlet gibi hareketsiz bekliyor ve karşısındakilere bakıyordu. Barman ve dostlarıysa hamaklarında karşılarındaki yaratığın gözleri içinde kaybolmuş öylece duruyorlardı.
Herkes öylece yaratığa bakarken Berkan yavaş hareketlerle hamaktan indi ve hayvanın karşısına geçti. Hareketleri öylesine ağırdı ki görseniz, zaman on kat yavaşlamış zannederdiniz. Barman’ın kendisine doğum günü hediyesi ettiği uzun bıçağı belinden çıkarırken gözlerini hayvandan kaçırmamaya çalışıyordu. Nefesinin duyulmasını dahi önlemek için ciğerlerini adeta kapatmış, çalışmaz duruma sokmuştu. Berkan bunları yaparken Barman, kendini çoktan toparlamış, düşüncelerinde Berkan’a hem yaptığından dolayı kızıyor hem cesareti için kutluyordu çocuğu. Berkan’ın yapmaya çalıştığı şeyi de bildiği için o da, gözlerini hayvandan ayırmıyordu ve dikkatini kendi üzerine çekebilmek için de kollarını hayvana doğru uzatmış aynı yavaşlatılmış hareketlerle barsa rest çekiyordu. Birkaç dakikayı bulan bakışma sırasında bars gürleyerek Berkan’ın üzerine saldırdı. Normal bir kaplanı dörde katlayacak kadar büyük yapısı, kocaman çenesinden dışarı sarkan kılıç kadar uzun dişleriyle karşısındakinin ödünü patlatmaya yetecek hayvan, Berkan’ın üzerine saldırırken, saniyeden daha kısa bir süre önce hayvanın hamlesini tahmin edebilen Berkan birden yere yuvarlandı ve hayvanın, üzerinden geçip kafa üstü yere düşmesine neden oldu. Bu sırada başarılı bir taklayla hayvanın karşısında bitivermiş olan Berkan, sıska yapısının avantajı olan çevikliğini kullanarak hayvanın yanakları olması gereken yere derin bir çizik attı ancak bu, barsı daha da öfkelendirmekten başka bir işe yaramamıştı. İşte bu sırada, donup kalan izleyiciler de olanları idrak edebildi ve çardaklarından fırlarcasına atladılar. Herkesin silahı farklıydı; Berkan’ın çift uzun bıçağı, Kerim’in haşmetli, kalın ve en az karşısındaki yaratığın dişleri kadar keskin bir kılıcı vardı, Çağatay, daha çok yay kullanmayı seviyordu ancak son zamanlarda, kuzey ülkelerinden birinde, gittikleri ticaret seyahatinde değişik, tetikli bir yay görmüştü ve artık onu kullanıyordu. Barman ise korsandan çok tacir olduğu için sık kullanmamakla beraber sağlam bir kılıç ve bir de tabanca satın almıştı. Tabancayı kullanmayı ne kadar sevmese de mecbur kaldığı birkaç vaziyet olmuştu ve şimdi de o anlardan birinin tam ortasındaydı.
Berkan, hayvanı yaralayıp sinirlendirdiği sırada kaptan da tabancasına davranmış tetiği hayvanın kafasının ortasına doğrultmuştu. Tam tetiğe dokunduğu sırada başka bir hamle için Berkan’a atılan barsı ancak sol ayağının baldırından vurabildi ve fışkıran kan öyle sıcaktı ki, çocuğun yüzüne sıçrayan bir miktar bars kanı Berkan’ın kendini geri fırlatmasına sebep olmuştu. Bu yarayla ağır bir darbe alan bars henüz mücadeleyi bırakmamıştı. Yara yüzünden gücünü oldukça kaybetmesine rağmen hala oradakilerin toplamından daha güçlüydü ve bu sefer hedefinde kaptan vardı. Topallayan ayağına rağmen kaptanın üzerine atılışı, insanlara mücadeleci ruhun asilliği dersini verebilirdi. Hayvan, kaptanın üzerine atlayıp, ikisi beraber yere yuvarlandıklarında Barman tekrar silahına davranmıştı ancak kullanabilecek bir durumda değildi. İkisi yerde cebelleşirken arkadan Çağatay, yeni silahıyla hayvana birkaç tane ok birden fırlattı. Bu darbelerle artık bars daha da güç kaybetmişti ancak yerde Barman’ın göğsüne attığı pençe darbeleri kaptanın yaralanmasına sebep olmuştu. Hala pes etmeyen ve oraya buraya rast gele saldıran yaratık artık kontrolünü de kaybetmişti ve plansız saldırılar yapıyordu. Bu işi bitirmeliydiler artık. Kerim ve Çağatay hayvanı öldürmeye çalışırlarken Berkan, kaptanı yığıldığı yerden kaldırmış, yaptıkları çardağa yatırıyordu. Yarası ağır olabilirdi. Çağatay ve Kerim hayvanı kılıç darbeleriyle ve on beşten fazla okla öldürmeyi başardıklarında, hamakta uzanan kaptanın ve onun başı ucunda alnındaki terleri silen Berkan’ın yanına vardılar. İkisinden de ses çıkmadı. Üzerlerindeki şoku henüz atlatmışken bir de kaptanın yaralanması hiç de iyi olmamıştı ve bu bilmedikleri yer ve zamanda onsuz hayatta kalmaları belki mümkün olurdu ancak bir daha asla kendi zamanlarına geri dönemezlerdi. Kerim, Berkan’ın gözlerine, “o iyi mi” der gibi baktı. Kaptan, yattığı yerden doğruldu, aslında çok da derin olmayan yarasını tutarak kendisinin iyi olduğunu ve hamağın üzerindeki yaprakların altına sakladığı çantasını ona vermelerini söyledi. Kaptanın isteğini yerine getirdiklerinde kaptan çantadan bir şişe çıkardı. İçi kırmızı bir sıvı dolu olan şişeden içerken Çağatay, son anlarını alkolle taçlandırmak istediğini düşündü.
Kaptan, tayfasının gözü önünde kırmızı sıvı dolu şişenin neredeyse çeyreğini bir kerede içtikten sonra doğruldu ve sırtını ağaca yasladı. “Amca, iyi misin? Lütfen korkutma bizi…” Acıklı bir ses tonuyla konuşmuştu Berkan. Kaptan hiçbir şey söylemedi. Birazdan yaslandığı yerde, pençe darbeleriyle yırtılmış gömleğini üzerinden çıkardı ve tayfasının gördükleri manzarayla onlara cevap vermiş oldu. Biraz önceki pençe yaralarından geriye eser kalmamıştı. “Bu gece uyumasak belki daha iyi olacak”
4
O gece sabaha kadar yürüdüler. Şafak söktüğünde ormanın başlangıcına kadar gelmiş olduklarını gördüler; ancak başta Kerim olmak üzere tayfa, kaptanın bu gizemli sessizliğinden artık iyice sıkılmışlardı ve Kerim, gece boyunca düşündüklerini şafakla beraber gerçekleştirdi.
“Kaptan, ben bu işten sıkılmaya başladım artık. Bir şeyler konuşsan iyi edersin yoksa benden buraya kadar.” Kerim, tavrında bir bakıma haklıydı. Herkes neler olacağından haberdar olmak istiyordu. Özellikle o dev kaplandan sonra… Kaptan, Kerime hak verdi, ancak gidecekleri yere kadar, gerçekleri onlara söylememesi her şeyden iyi olurdu. Ancak, güven konusundan bahseden de kendisi olduğu için bir şeyler söylemek zorunda hissetti kendini.
“Sinirlenmekte, bana öfkelenmekte haklısınız. Diyecek bir şey bulamıyorum; ama gideceğimiz yere varınca her şeyi anlatacağımdan emin olun arkadaşlar. Size şimdilik şu kadarını söyleyebilirim ki, benim asıl mesleğim kaptanlık değil. Bunu yıllarca sizden saklamamın nedeni bazen kendimden bile saklamak zorunda oluşumdur. Ben ve gizli bir oluşumun üyeleri olan diğerleri, yaşamımızdaki olağanüstülüklerin peşinden giderek, insanlığın varlığını ve tarihi etkileyecek olaylara müdahale etmek amacıyla uzun yıllar önce bir araya geldik. Daha doğrusu getirildik. Ve bizim şuan burada olmamızın nedeni, elmaslardan oluşan büyük bir hazineyi ele geçirmekten çok daha fazlası olan bir şey… Şimdilik bu kadarını bilseniz umarım yeterli olur ve bana kızmazsınız. Çünkü sizlerin de en az benim kadar, ülkesini ve yaşadığı gezegeni seven insanlarsınız.” Bu, dostlarını ne kadar hayal kırıklığına uğrattı bilinmez ama hepsinin şaşkın olduğu gerçekti. Yıllardır saygı duydukları kaptanları bir örgüt üyesi…
“Ne yani, bir örgüt üyesi olduğunu mu söylüyorsun? Korsanlar gibi yani?” Çağatay’ın ilgisini çeken konulardı bunlar ve balıklamasına atlamıştı en saçma ve akla gelen ilk düşüncesiyle. Hayalinin sınırlarını kullanmayı bilmeyen ama saçmalamaktan korkmayan Çağatay, bu yüzden ekipte hem çok sevilen hem de çenesinden dolayı şikâyet edilen bir tipti. Barman, Çaça’nın gözlerinin içine baktı, en ciddi ses tonunu takınmaya çalışarak ama biraz da sitemkâr bir sesle;
“Sadece bir örgütten, bir yapılanmadan bahsetmiyorum Çağatay, şu elinden düşürmediğin gotik romanlar var ya, işte onlarda anlatılanların gerçek hayata kurgulanmış olanlarından söz ediyorum. Şu ana kadar şahit olduğunuz doğaüstü şeylere bir bakın, bunlar sizin, ne gibi bir şeyin içinde olduğunuzu anlamanıza yetmiyor mu? Arkadaşlar, sizi belki de istemeyeceğiniz bir yola soktum ancak öyle bir ihanetin ortasında kaldım ki hayatımda, güvenebileceğim tek topluluk sizler kaldınız. Beni, size anlatacaklarımdan sonra anlayacağınızı, bana hak vereceğinizi düşünüyorum ve benimle olmak isteyeceğinizden adım gibi eminim.” Konuşması ve sesindeki hırçın, umutsuz, dostane tavır, etrafındaki zaten onu seven üç kişiyi gerçekten etkilemişti. “Bir ihanet demek… Ama o, bizi, yıllarca bunu söylemeyerek başka bir ihanete uğratmadı mı, kandırmadı mı bizi?…” Diye düşündü Kerim. Yaşının da vermiş olduğu hayat tecrübesinin, düşüncelerine zerk ettiği zorluklarla dolu anlardan birini yaşıyordu şu an ve öyle bir çelişki de kalmıştı ki.
“Bize tabii ki güveneceksin kaptan, biz de sana öyle… Zaten bunu yıllarca, karşılıksız ve her zaman yapmadık mı? Ancak şimdi senin ağzından dökülenler beni gayriihtiyarî düşüncelere sevk ediyor. Bize, aslında olmadığın bir yönünü gösterdin, tanıştığımız günden beri. Gerçek kimliğini bizden saklamış olman, senin bize yaptığın, en azından, sahtekârlığı öğrenmemiz, sana olan güvenimizi, en azından benim güvenimi, düşünmeme sevk etmedi değil açıkçası…”
5
Barman ve başka dört kişiden daha oluşan bu topluluk; zaman ve mekânlar arasında gezinti yapabilen; zamansız, mekânsız ve yaşsızlardan oluşuyordu. Barman kendini bildi bileli bu insanlarla, zaman-mekân gezintileri yapıyor; dünyaya kötülük yayan yaratıklara karşı savaşıyordu. Ve o gün. Hangi gün, hangi mekân, hangi çağ ve asır? Bunu kimse bilemezdi. İşte o gün, Barman adi bir ihanete maruz kaldı. Kendisi, neden yaptığını bile bilmeden, yaratıldığı ya da var olduğu günden beri insanların başına gelecek kötülükleri önlüyor, kötü olduğuna kanaat getirdiği varlıkları avlıyor ve bunu ne kendisi için yapıyordu ne de ona dikte edildiği için. Yapıyordu işte. Barman ve diğerleri Tanrı’nın askerleri ya da ona hizmet eden varlıklar değildi. Kendini “zaman gezgini” olarak tanımlayan Barman, tıpkı diğer insanlar gibi; acıkıyor, susuyor ve uykusuzluk çekiyordu. Hatta âşık oluyordu. Ama emin olduğu bir şey varsa o da, Tanrı’ya hizmet etmediğiydi. Çünkü bugüne(?) kadar, defalarca Tanrı’nın varlıklarıyla da savaşmıştı. Oysa Tanrı’nın bile kötülük yapabileceğini gören Barman, kendi ırkının ona ihanet edeceğini asla düşünmemişti.
Şu an içinde bulundukları zaman, Barman’ın, yapılan ihaneti geri çevirmesi için gelmesi gereken yıldı ve amacı intikam almak değil, sadece insanları bundan kurtarmaktı. Oluşumunun diğer insanları, “egregore” adı verilen, insanların boyutundan farklı bir boyutta cisim bulan ancak, yapanlar da dikkate alındığında, üçüncü boyuta da etki edebilecek bir imaj yaratmışlardı ve bu, şimdi ki tanrıdan da, mitolojideki diğer tüm karanlık tanrılardan daha kötü bir ruha sahipti. Barman’ın tek avantajıysa, egregorenin gücünün, dört kişinin imajinesi kadar olmasıydı. Ancak, bu dört kişinin kudretleri ele alındığında, küçümsenmeyecek bir güce de sahipti.
Egregore imajine etmek için, beynin yaratım gücünü kontrollü bir şekilde kullanmanız gerekirdi ve onu, bir rahim görevi görecek bir objede hayal etmeniz yeterliydi. Egregorenin varlığı, imajine edenlerin sayısına ve rahminin varlığına bağlıydı. Onu düşünen insanlar ya da varlığa rahim görevi yapan obje yok edilmedikçe o da yok edilemezdi. İşte Barman buraya, egregorenin rahmini bulup yok etmek için gelmişti. Kim bilir, diğer dört arkadaşını yok etmesi belki kendisi ve insanlık için daha iyi olurdu ancak o, onlar gibi davranmak istememişti işte. İhanete başka bir ihanetle karşılık vererek, kendinden haberdar olduğu zamandan beri yanında olan o dört kişiye, sevdiği o dört kişiye, zarar vermek istememişti.
Ormana geldikleri gece, barsın kılıç kadar uzun, jilet kadar keskin dişleriyle ve koca gürzleri bile gölgede bırakacak pençeleriyle geçirdikleri o kısa maceradan sonra sabaha kadar yürüyerek vardıkları açık alanda kurdukları kampta yemek yedikleri sırada her şeyi anlatmıştı dostlarına. Ve onları, onların bilgisi ve isteği dışında böyle bir şeye soktuğu için de, en azından, onsuz geçirecekleri hayatlarını daha rahat geçirebilmeleri için, onlara, burada gizlenmiş büyük bir hazineyi vermek istiyordu. Zaten bu yolculuğa onları, zenginlik vaadiyle çıkarmış olan da kendisiydi. Ormanın hemen bitişinden sonra başlayan sonsuz kadar geniş alana kurulu bozkırın orasına burasına serpiştirilmiş yaban armudu ağaçlarından birinin gölgesinde yaktıkları ateşte, Çağatay’ın tetikli yayıyla avladıkları şişman bir dağ keçisini afiyetle yerlerken, artık itiraf etmenin verdiği hem iç huzurunu hem de ezikliğini hissediyordu. İçi huzurluydu çünkü artık dört kişiden başkaları da biliyordu asıl kimliğini ve birilerine dökülme isteğinin hazzını yaşıyordu. Huzursuz ve biraz da ezik hissediyordu çünkü bunca sene kandırdığı dostlarına gerçeği, sanki onları umursamıyormuş gibi anlatıyordu. Berkan. Özellikle de ona çok üzülüyordu Barman. Beş yaşından beri, amcası olarak tanıdığı kendisini evlat edinmiş olduğunu öğrenince kim bilir dışarı yansıtamadığı ne hayal kırıklıklarıyla doluydu ruhu…
Bozkırın sert ayazından korundukları ateşin çevresinde, hikâyeci dedeler gibi, ağır aksan bir ses tonuyla anlatmaya devam etti böylece Barman, öyküsünü…
Kaptan, ihaneti öğrendiği zaman, diğerlerinden çok uzakta bir yerlerdeydi. Ne kadar, inanmak istemese de gördükleri, buna inanmasına yetiyordu ve sanki beyninden vurulmuşa dönmüştü öğrendiği an… Gelecek, Han, Bağan, Eğber ve Taban’ın yaratısının acımasız yıkımlarıyla doluydu. Bu dört hain, yarattıkları tanrıyı kullanarak insanları kendilerine köle edinmişti gelecekte. Kendisine, onun nasıl karşılayacağını adı gibi bildikleri için haber verilmediği için, bunlardan; tamamen rast gele seyahat ettiği bir zaman diliminde haberdar olmuş ve öğrendiği zaman, bunu sindirmek için bir süre bir kenarına çekildikten sonra büyük bir kızgınlık ve kırgınlıkla aramıştı onları. Ancak elde edebildiği tek bilgi, yaratılarının rahmini gizledikleri zaman ve yer hakkındaydı ki bu, onları ele geçirmekten daha iyi bir şeydi. Pusulayıysa, nereye gideceğini kontrol etmek için değil, aslında onları takip eden, Ham ve diğerlerinin kötülük saçan başka bir yaratığın olup olmadığını izlemek için kontrol ediyordu. Ki zaten uyumak için kurdukları hamakların ne kadar ahmakça olduğunu koca barsın saldırısına uğradıklarında fark etmişti ve bu yüzden uyumamaya karar vermişti. Diğerleri, onları durdurmak için ne gerekiyorsa yapacaktı bundan emindi ve bu yüzden, her zamanki savaştığı yaratıklara karşı aldığı önlemlerden daha fazlasını almakla yükümlü kılmıştı kendisini.
Artık eskisinden daha sıkı bağlarla kenetlenmiş ve ekipten daha öte bir aile gibi olan bu dört kişi, yaktıkları kamp ateşi etrafında yedikleri yemekten sonra büyük bir kararlılık ve hırsla, yapılan bu adiliği sonlandırmaya koyulmuşlardı. Artık; Kerim, Çağatay ve Berkan’ın umurunda, ne elde edecekleri hazine; altınlar, mücevherler, elmaslar vardı ne de kendi zamanlarında, bu paralar sayesinde elde edecekleri şan, şöhret… Tek bir amaçları vardı artık bu dört kişinin.
6
Barman ve ekibi, ormandan sonraki bozkırı da geçmek için iki günlük yolculuklarının ardından terk edilmiş olduğu her yanından belli olan bir kasabaya vardıklarında güneş tam tepelerinde tüm kızgınlığıyla sırıtıyordu. Yapması gereken her şeyi bilen Barman’a ayak uyduran ekip, kasabayı süzerken kaptan pusulasını gene ortaya çıkarmış ona, normal pusulalardan farklı davranıyordu. ( Her hangi bir pusulayı okur gibi okumuyordu. ) Artık pusulanın da ne işe yaradığını bildikleri için ekip, dünya yaratıklarından farklı olan düşmanlarıyla karşılaştıklarında ne yapacaklarını bilmiyordu ancak gözlerinden korku ya da endişeye dair en ufak bir ruh hali göze çarpmıyordu.
Kasabada göze ilk çarpan, taş kulübeler ve bir zamanlar yerinde çadır olduğu belli olan kamp alanlarının olduğuydu. On üç tane taş kulübeden ve onlarca kamp alanından oluşan kasabadaki gizemli hava hiç birinin dikkatini çekmiş olmasa da Barman’ın yüksek seviyedeki hisleri, aradıklarını burada bulacaklarını söylüyordu. Eğer diğerleri bunu öğrenip rahmin saklandığı yeri çoktan değiştirmedilerse…
Kasabayı çevreleyen kuru yaban armudu ve elma ağaçlarının gölgesi, öğle güneşinde toprağa kollarını uzatmış yaratıkları gibi görünüyordu. Hafif ama set rüzgâr kuru toprağı savururken sergilediği görüntü bile insanın bu kasabadan ürkmesine yeterli bir sebepti. Karşı karşıya dizilmiş taş evlerden geriye kalan kısımlar; tavanı olmayan dört duvar ve harap olmuş kapı ve pencereler, aydınlık havaya karanlık ambiyans katmaya yetmese de kasabanın tam ortasındaki yosun tutmuş siyah taşlardan örülü dev su kuyusu bunu başarmaya yetiyordu. Yaratılan bu kötü tanrının yok edilmesi için bulmak zorunda oldukları rahmin buralarda olabileceğini düşünmeyen Çağatay bu düşüncesini Barman’a açtı ancak zaten Barman da biliyordu burada bulamayacaklarını. Kasabada yapmaları gereken, egregorenin yaratılmasında önemli rol oynayan habis cadılardan birini bulmaktı. Barman, cadının buradan yaşadığından adı gibi emindi ancak görülen evlerde hiçbir hayat belirtisi yoktu. Kasabayı oluşturan taş ev ve ağaçların arasında attıkları kısa bir turdan sonra neden, Kerim’den geldi evlerden birine girme teklifi. Kerim, diğer gurup üyelerine göre Barman’a daha mesafeli davrandığı halde böyle bir teklif sunmuş olması tayfayı şaşırtmıştı doğrusu, ancak bu şaşkınlığın sebebi, onun hakkındaki olumsuz düşüncelerinin değişmesine yetmişti.
Kasabayı oluşturan on üç taş evden on ikisi karşılıklı doğu tarafına doğru sıralanmış on üçüncü ve diğerlerine göre daha gösterişli ve daha büyük olan yapı diğer on ikisinin bitişinde iki sıranın tam ortasında kalıyordu. Tayfa, buraya girmeleri gerektiğini düşünüyordu ve zaten öyle de oldu. Biraz sonra Barman önderliğinde, kararmaya yüz tutmuş ancak diğer evlerden daha bakımlı olan yapıya girmişlerdi. Ev dikdörtgen biçiminde inşa edilmiş ve giriş kapısı batı cephesinin ortasına oyulmuştu. Tek kanatlı tahta kapıyı açmaları zor olmadı. Tahta kapıya dolanan sarmaşık benzeri garip bir bitki her hangi bir insana, o eve uzun zamandır girilmediği düşüncesini verebilirdi ancak Barman ve dostları girdiler. Eve ayak bastıkları ilk andan itibaren, yer yer kırılmış olan gene tahta kanatlı pencerelere rağmen eve ufacık bir güneş ışını bile sızmadığını gördüler. Bu duruma göre zifiri karanlık olması gereken ancak loş evde ilerlemeye başladılar. Eve girdikleri anda teneffüs ettikleri hava öylesine baş döndürücüydü ki adeta büyülenmişlerdi buradaki sırlı ortamdan. Göz alabildiğine uzayan koridor boyunca duvarlardaki meşalelerin titrek ışığına ve tavandan sarkan örümcek ağları ve çeşitli böceklere ait yuvaların ağımsı kalıntılarının yanında soludukları oksijenin aynı anda hem o kadar ağır hem de huzur verici derecede olması olağanüstülüğün en açık kanıtıydı. Nedendir, evin dışarıdan görünümünün aksine içinde yürüdükçe sanki daha da uzuyor gibi görünen yolu adımlamaktan bıkmadıkları gibi konuşma ihtiyacı da duymuyorlardı ancak bu bitmez yol üzerinde, bir noktada Barman durdu ve arkadaşlarına, kendilerine gelmelerini, ortamın büyüsüne kapılmamalarını öğütledi ancak bunu başarmaları mümkün görünmüyordu. Bunun üzerine Barman yapması gerekeni yaptı ve herkesi kendine getirecek okkalı tokadını teker teker yüzlerinde patlattı.
Barman’ın tokadından sonra büyülenmiş gibi yürümekten kurtulan gençler ve Barman artık evde daha bilinçli ilerliyor etraflarına dikkatle bakıyorlardı. Sağa sola açılan bir sürü kapı olmasına rağmen Barman hiç birinden içeri girmedi. Bir kaçı hariç odaları sadece göz ucuyla süzerken, dostları onun nereye gideceğinin bilincinde olduklarından hiçbir müdahalede bulunmuyorlar, işine karışmıyorlardı ancak bu yolcuk artık uzun sürmüştü. Neyse ki Barman, cılız meşale alevlerinin aydınlattığı, evden çok bir tapınağa benzeyen bu yerin sonuna ulaşabilmişler ve sol duvardan aşağıya bir merdiven indiğini görmüşlerdi. Şimdiye kadar hiçbir tehlikeyle karşılamamış olmalarını şansa bağlayan ve şanslarının devam etmesini uman Berkan, oradan aşağıya inmemek konusunda, başka zaman olsa diretebilirdi ancak şu anda en son isteyeceği şey amcasında, yani Barman’dan ve diğerlerinden ayrılmaktı.
Merdivenler de tıpkı ev gibi, taştan yapılmıştı ve yüzeyi zımparalanmış gibi dümdüzdü. Tıpkı evin dış cephesi gibi; kararmış ve yosun bağlamış… Aşağı indikçe nemlenen merdivenlerle yosunlar birleşince basamaklar daha kayganlaşıyor düşmemek için sıkı tutunmaları gerekiyordu tayfanın.
Merdivenleri inmeyi bitirdiklerinde, yukarıdan daha kızıl bir aydınlığın hakim olduğu ve nem kokusunu bastıran çeşitli tütsülerin yayıldığı bir mahzende buldular kendilerini. Herkes silahına sarılmış olacakları bekliyor Barman da dikkatle mahzenin içinde dolanmaya başladı. Yedi köşeli odanın her duvarında dörder meşale, normal ateşten daha kızıl alevler çıkarıyor etrafı adeta kan rengine boyuyordu. Etrafta kimse görünmüyordu. Derinlerden gelen uğultu sesi dışarıdaki rüzgârdan farksızdı ancak kimse bir anlam verememişti. Barman, pusulasına bir kere daha bakınca kendini bir adım geri attı. Barman ve üç dostundan başka bu izbe yerde, aralarında dolaşan bir kişi daha vardı ama kendini göstermiyordu. Barman, pusulayı cebine koydu, kendi etrafında bir tur dönerek göremediği yaratığa kendisini göstermesini istedi. İşte tam bu sırada odayı oluşturan yedi duvardan sesler ve sisler gelmeye başladı. Duvarlar sanki çatlamış gibi içinden sisler çıkıyor sesler bütün odayı sarıyordu. Oda, göz gözü görmeyecek kadar sisle dolduktan sonra, sesler daha yakından gelmeye başladı ve dördünün yan yana durdukları yere doğru sisleri yararak bir şey yanaşmaya başladı.
Sisleri yararak onlara doğru yanaşan karartı bir an sonra, bütün sislerin dağılmasıyla yüzünü göstermiş oldu. Bu, genç sayılabilecek, yüzünde hiç kırışıklık olmayan ve göğüslerini neredeyse açıkta bırakan siyah dekolte bir elbise giymiş bir kadındı. Elbisesini adeta yararak dışarı fışkıran göğüslerini ve uzun sıfatını hak edecek pürüzsüz bacaklarını gören her hangi birinin tahrik olmaması elde değildi. Siyaha kaçan mor bir ruj sürdüğü dudaklarını titreterek kedi yürüyüşüyle, Çağatay’ın suratına beş santimden daha az yaklaştığı sırada Barman, kadının silahının ne olduğunu çoktan anlamıştı. Cadı, erkeklerin cinsel dürtülerini kullanarak onlara her istediğini yaptırabiliyor olmalıydı. Cadı, tek kelime dahi etmiyor, öylece Çağatay’ın gözlerinin içine bakıyordu. Ne yapmak istediğini anlamıştı Barman ama artık çok geçti ve Çağatay, cadının büyüsü altına girmişti bile.
Barman, kadının ne yapmak istediğini bir türlü anlayamadı ancak, diğerlerini cadıya kanmamaları konusunda uyardı. Bu büyü, göz teması ve ya herhangi bir iletişimle değil, karşıdakinin duyguları ve dürtüleriyle oluşuyordu çünkü. Barman, Çağatay’ı bir şekilde kurtarmak zorundaydı ve bu içgüdüyle cadıyı var gücüyle geri püskürttü ancak bu işe yaramak bir yana Çağatay’ı çileden çıkarttı ve bütün kuvvetiyle Barman’a saldırmaya başladı. Çağatay üstte Barman altta dövüşürlerken Kerim ve Berkan da onları ayırmak için çaba sarf ediyorlardı. Nihayet Çağatay, Barman’ın ve diğerlerinin gücü karşısında daha fazla direnememiş olduğu yere bayılmıştı ki kadın, olduğu yerde onları izlemeyi kesip doğruca Barman’a yaklaştı. Kadın, bütün çekiciliğini kullanmaktan vazgeçmiş gibi; çatık kaşlarla Barman’a sert bir bakış attı.
“Seni gebertmeden önce egregorenin rahminin nerede olduğunu söyle.” Sert ve otoriter bir sesle adeta bağırdı Barman. Ancak kadın buna hiç aldırmamış gibi çarpık bir kahkaha attı. “Buraya kadar gelebildiğine göre rahmi de bulursun. Eğer izin verirsem.” Cadı, bunları vakur bir sesle söylemesine rağmen sesi, çekiciliğinin tam karşısında, kulak tırmalayan bir tizlikteydi. Uzun parmaklı ellerini havaya kaldırdı ve iki elini çapraz olarak onlara doğru açtı. Ne yaptığını anlayabilmek için bir büyücü, cadı ya da bu coğrafyada kullanılan adıyla “congoloz” olmanız gerekirdi ancak her hangi bir yaşa sahip olmayan Barman, cadının bu hareketleriyle ne anlatmaya çalıştığını gayet iyi anlıyordu.
“Sen, benimle başa çıkamazsın cadı, şimdi, ölmeden önceki son dakikalarında bana rahmin yerini söylesen iyi edersin, yoksa seni bugüne kadar şahit olmadığın acıları çektirerek öldürürüm. Ve kısa süreceğini de düşünme!” Barman, elindeki tüm kozları kullanmak zorundaydı. Eğer yemini yutacak olursa uğraşsız elde edebilirdi rahmi ve bugüne kadar ki en zor ve önemli görevi en kısa ve kolay şekilde tamamlamış olacaktı. Ancak bu, diğer cadıların aksine büyüleri, temas yahut nebatî yöntemlerle değil doğrudan, insanların duygularına ve beyinlerine etki ederek yapıyordu ve bu da karşı koyması en zor büyülerdendi. Cadı, avuç içlerini çaprazlamasına Barman’a doğrultmuş, yüzünde o çarpık gülümsemesiyle adama bakarken, Barman da bakışlarını kadına sabitlemiş, heybesindeki pusulayı çıkarmaya uğraşıyordu.
Nihayet pusula Barman’ın avuçlarındayken, kadın, bilmediği bir takım sözler sarf ederek avuç içlerinden buhar veya tütsüye benzer şeyler salgılarken Barman pusulanın kapağını açtı ve üzerindeki sembollerden birinin üzerinde parmaklarını gezdirerek karga şeklindeki kabartmanın altın renginde parlamasına sebep oldu. Odanın bir kenarına çekilmiş Çağatay’la ilgilenen ve olanları seyreden tayfaysa yaşadıklarını inanmaz gözlerle seyrediyor kaptanlarına yardım edemiyor olmanın çaresizliğini yaşıyorlardı. Tek yapabildikleri kaptanın bu garip çatışmadan galip çıkmasını ummaktı.
Kadın, garip hareketlerle, avuçlarından ve odayı kaplayan yedi duvardan buhar ve sisler çıkarıp bir çeşit büyü yaparken Barman da pusulanın gücünü kullanmaya çalışıyordu. Pusula, yaratıldığı günden bugüne kadar iyi ya da kötü çeşitli amaçlar için kullanılmış ve her kullanımında da gücünü biraz daha artırmıştı. Pusulayı çevreleyen semboller, tek tek altın ışıklar saçarak parlarken saçılan ışınlar ortama yayılırken, diziliş sırasına göre yuvarlak ve köşegen şekiller oluşturuyordu. Odayı kaplayan sisleri yararak mekâna hâkim olan ışınlar göz kamaştırıcı bir seviyeye gelince, kaptanın arkasında bekleyen tayfa gözlerini kapatmak zorunda kalmıştı. Elinde pusulayı adeta bir kaya parçasını kaldırır gibi zorlukla tutan Barman, onu kadının yüzüne doğruca nişan almıştı ancak cadı, büyülü sözlerine devam etmek için çabalarken artık daha da tizleşen sesi bu yakıcı parlaklığa dayanamayarak, cılızlaşıyor gözlerinden ne kadar bitkin düştüğü anlaşılıyordu. Bir süre sonra oda artık adeta ışın selinin maddeleşmiş haliyle dolduğunda cadı, kaptanın önüne kapaklanmıştı ve artık büyü yapmaya çalışan sözleri yalvarma nidalarına dönmüştü. Cadı, onu öldürmemesi için yalvarırken Barman, rahmin yerini soruyordu ancak cadı sadece öldürmemesi için ona yalvarıyor, rahimle ilgili tek kelime etmiyordu. Barman bundan sıkılınca, odayı kaplayan ışınları oluşturan pusulanın kapağını kapatıp cadıyı var gücüyle sarstı. Eğer o şeyin yerini söylemezse işte o zaman öleceğini söylediğinde cadı bakışlarını yere sabitledi ve taş gibi hissizleşti.
7
Sonunda cadıdan rahmin saklandığı yeri öğrendiklerinde, Adriyatik’teki geçiş kapısından ulaştıkları zamandaki toprakların güneyindeki bir kente gitmek üzere yola çıktılar Barman ve ekibi. Rahmin, bir dağın en zirvesindeki eski bir tapınağın duvarına yerleştirilmiş bir tanrı heykeli olduğunu öğrendiler. Tapınağa ulaşabilmek için, bozkırda serbestçe dolaşana atları yakalayıp kısa sürede ehlileştirdiler ve yürüyerek bir ayı bulacak yolculuğu at sırtında bir hafta gibi bir sürede aldılar ve tapınağın kurulduğu dağın eteklerine kadar vardılar. Yolculukları nispeten sakin geçmesine karşın, Eğber ve diğerlerinin, üzerine saldıkları birkaç yaratıkla mücadele etmeleri gerekliydi. Bars gibi, büyük ve yırtıcı hayvanların yanı sıra diğer boyutların doğadışı yaratıklarıyla mücadele etmek zorunda da kalmışlardı.
Bir haftanın sonunda, yorucu bir yolculuktan sonra eteklerine kadar ulaştıkları dağı tırmanmak hiç kolay olmayacağa benziyordu; çünkü dağ, bolca kayalıklardan ve yüksek uçurumlardan oluşuyordu. Güneşin batmasına çeyrek günden daha az bir süre kala vardıkları dağın yamacına kurulu küçük bir köye girmeye ve geceyi buradaki handa geçirmeye karar verdiler. Hayvancılıkla geçimini sağlayan bu köyün insanlarının, ilk bakışta, etliye sütlüye karışmayan, tek gayeleri hayatta kalmak olan insanlar olduğu belli oluyordu. Köyün girişine kurulmuş küçük hana girip, kendilerine yemek ısmarladıklarında bu garip görünüşlü insanlar, köy halkının dikkatini çekmişti ancak buraya sık sık gelip giden hacılardan olduklarını düşündükleri için fazla üstlerinde durmadılar. Yemeklerini yedikten sonra, hepsi tek bir odada kalmaya karar verdiler ve geceyi geçirmek üzere, handa kalan tek boş odaya, tavan arasındaki odaya yerleştiler.
Tavan arasındaki yarı bakımsız odalarına vardıklarında, iki kişinin yatakta ikisininse yere serdikleri şiltelerin üzerinde yatmaları gerekiyordu. Barman ve Kerim, yatakta yatma ayrıcalığını gençlere verdiler ve uyumadan önce muhabbetlerine başladılar.
“Heykeli bulduğumuzda ne olacak kaptan, yani onu yok ettikten sonra?” Çağatay, her zamanki meraklı tavrıyla sormuştu bunu. Cadının etkisi altından çıktıktan sonra kendini toparlaması iki günü bulmuş ancak o zaman, arkadaşlarıyla ve kaptanıyla kavga edip durmaktan vazgeçmişti. Birilerinin kafasını patlatmak yerine şişiren bir Çağatay geldiği için gurup buna dayanabilirdi. Berkan, ona takılmak için, “Sevgiline armağan etmek ister misin heykeli Çaça’cığım?” dedi. Çağatay, tavuk tüyleriyle doldurulmuş yastığını Berkan’a fırlatırken Barman onlara neşeyle bakıp gülümsüyordu. “Yok edeceğiz, sonrasında da bu beladan kurtulmuş olacağız.” Dedi. Çağatay, demek istediğinin o olmadığını, eğer, diğerleri onları takip ettiyse ve bizi öldürmek için buraya ya da tapınağa gelirlerse ne olur onu sormak istediğini söyledi. Ancak Barman’dan bir cevap alamamıştı. Ne olacağını kendisi de bildiği için üstünde fazla durmadı. Barman’ın cevaplamak istememesiyse, kötü senaryoları düşünmek istememesi ve dostlarının da düşünmelerini istememesiydi. Kerim, bir köşeye serdiği şiltede, koyun postundan battaniyeye sarılmış çoktan uykuya dalmıştı bile ancak Berkan, Çağatay ve kaptanı hala uyku tutmamıştı. Gece yarısına doğru Berkan, yatağında uzandığı yerden doğruldu ve “Amca, ben senin gerçek yeğenin değilim. Peki, annem ve babama ne oldu? Biliyor musun?” bakışları yere düşmüştü on yıldır amca olarak tanıdığı, sevdiği ve saygı duyduğu insanın, gerçekten amcası olmadığını öğrenmesi sarsıcı olabilirsi ancak içinde bulundukları olaylar silsilesi boyunca bunu düşünmeye fırsatı bile olmamıştı.
Barman, Berkan’ı evlat edindiği şehre geldiği sırada, Berkan daha doğmamıştı. Yeni ticaret gemisinde yanında çalışan ve geldiği zamanda edindiği ilk arkadaşlarından olan Zeynep ve Mehmet’in çocukları olan Berkan’ı evlat edinişiyse, büyük bir fırtınanın ardından Mehmet ve Zeynep’in fırtınada ölmesi üzerine olmuştu. Berkan daha o zamanlar beş yaşında, hiçbir şeyden habersiz, tek amacı oyun oynayarak eğlenmek olan küçücük bir çocuktu. Ancak Barman onunla yaşamaya başladığında, onu gerçek bir denizci ve savaşçı olarak yetiştirmiş ama onu tehlikelerden hep uzak tutmuştu Mehmet ve Zeynep’e olan vefa borcundan dolayı. Berkan bunları öğrendiğinde doğal olarak üzülmüştü ancak Barman gibi birisinin yanında yetiştiği için de bunu hayatını etkileyecek seviyeye taşımadı. Berkan hariç, iyice uyunan bir gecenin ardından daha şafak sökmeden yola, dağa tırmanmaya koyuldular.
Köyde çıktıklarında güneş doğmamış olmasına rağmen, arkalarından bakan bir kalabalıkla karşılaştılar. Barman; hancı ve garsonlarla vedalaştıktan sonra kalabalığa pek de aldırış etmeden yollarına gittiler.
Dağa tırmanma işi ilk başlarda yorucu geçmemişti ancak yükseklere vardıkça zorluklar baş gösteriyor, bedenlerde yorgunluk hissediliyordu. İlk yüz metreyi tırmanmak gerçek anlamda bir işkence olsa da daha sonraki kısımlar zorluk çıkarmamıştı. Muhtemelen tapınağa ulaşmak için oluşturulmuş bir patikadan giderlerken yolun zorlu kısmını tehlikesiz atlattıklarına minnettarlardı. Berkan, amcasına, daha kaç metre tırmanmaları gerektiğini sorduğunda, diğer üyelerden gelen dinlenme taleplerini gerçekleştirmek üzere, patikadan ayrılan ormanın çok fazla içlerine girmeden kısa bir mola verebileceklerini söylemişti Barman. Bodur çam ağaçlarından birinin gölgesine kurdukları küçük kampa ateş yakmak için odun toplamaya çıkan Berkan ve Çağatay, geriye, vurdukları birkaç tavşan ve kuşla geri döndüler ve bunları afiyetle yediler.
8
Dağın zirvesine kurulmuş görkemli tapınağa varmalarına birkaç saatlik mesafe kala güneş köyün eteklerindeki gölde batmak üzereydi ki ormanın içinden, kurumuş çam iğnelerini çıtırdatarak bir sesin geldiğini duydular. Birden hepsi nefessiz oldukları yerde kaldılar ve gelecek olan şeyi karşılamak üzere silahlarına sarıldılar. Avına saldırmaya hazır avcılar gibi bekleyen dört dostun önünden cılız bir yavru tavşan geçince, Berkan ve Çağatay kahkahayı basıverdiler bir anda. Kerim, her zamanki mendebur suratını, bu manzara karşısında daha da bir ekşitip Barman’a el işaretiyle yola devam etmelerini söyledi ve oldukça yaklaştıkları tapınağa adımlamaya koyuldular.
Soğuğun had safhasına ulaştığı dağın tepesine tırmandıklarında karşılarındaki heybetli yapı ihtişamını en narsist şekilde karşılarındakine sunuyordu. Siyah kuvars taşlarından örülmüş onlarca metre boyundaki yapının bahçesinde herhangi bir giriş kapısı olmaması, buraya ibadet için gelenlerin hangi anlayıştan olurlarsa olsun kabul edildiği anlamını taşıyor olmalıydı. Ancak Barman ve dostlarının buraya geliş amaçları göz önüne alındığında, anlatmak istediği değil, neye hizmet ettiği önem kazanıyordu. Barman vakur adımlarla bahçeden içeri girerken, bahçenin tam ortasında heybetle yükselen anıtın, aradıkları şey olduğundan tamamen emindi. Onu yok etmek birkaç dakikasını alacaktı ancak umduğu oydu ki, artık beraber savaşmadığı dostları buraya gelmesinler.
“Yolun sonuna geldik.” Kerimdi bunu söyleyen. İşin bir an önce bitmesi için sabırsızlanıyor gibiydi. “Yok edelim şu amına koyduğumun şeyini de gidelim artık. Sıkılmaya başladım.” Kelimeler ağzından, faşist bir devlet başkanının, halkını galeyana getirmek için söylediği sözler gibi çıkıyordu.
Bahçeden içeri girdiklerinde Barman pusulasını bir kez daha açtı ve heykelin tam karşısında durdur. Hava da kararmaya yüz tutmuş, güneş, ışınlarını, tapınağın parlak duvarları üzerinde yansıtırken ortalığa bir renk cümbüşü ziyafeti sunuyordu. Barman, pusulayı sağ elinin baş ve işaret parmakları arasına aldı ve tam güneşe karşı tuttu. Bu sırada, pusula üzerindeki semboller tek tek parlamaya başlıyor ve çıkan ışıklar, güneş ışınlarıyla inanılmaz bir uyum gösteriyordu. Bir kenarda görevi, sadece olanları izlemek olan tayfa duruyordu. Pusuladan çıkan ışınlar, tıpkı cadının izbesindeki gibi bir hal alana kadar Barman gözünü, sakallı, elinde mısır hiyerogliflerini çağrıştıran sembollerin kazılı olduğu bir asa tutan ihtiyar adam sembolünden ayırmıyordu. Tüm bahçeyi, güneşin ve pusulanın ışınları doldurduğu sırada, bahçeye hızlı ve gürültülü adımlarla birileri geliyordu. Kerim, kim olduklarını tahmin ettiği adamlardan, Barman’ı haberdar etmek için kısa bir ıslık çaldı ve kaptanın seremonisini yarıda kesti. Barman, elinde pusulayla, Kerim’e döndüğü sırada, gelenleri tanıdı ancak yapabilecekleri bir şey kalmamıştı çünkü heykel çoktan, aynı altın rengi ışınları yayarak parçalanmaya başlamıştı bile.
Barman, usulca pusulayı cebine yerleştirdi ve heykelin toz zerrecikleri havaya sarı ışınlar saçara dağılırken, Han, Bağan, Eğber ve Taban’ın yüzlerine baktı.
Barman ve ekibi, diğer dört yaşsız insanla gerçekleştirdikleri savaşı kazandıklarında çoğu bitap düşmüştü. Vücutlarına aldıkları ölümcül yaraları, Barman’ın kırmızı renkli şurubu bile iyi edememişti. Rahmi toza dönüştürüp egregoreyi yok ettikten ve giriştikleri kavgayı da kazandıktan sonra, diğer gün batımına kadar tapınağın bahçesinde yarı baygın uyumuşlardı. Kendilerine geldiklerinde gün tekrar batmakla meşguldü. Barman elinden geldiği kadar, arkadaşlarının güç toplamasına yardım ettikten sonra, pusulayı bir kez daha çalıştırdı ve tapınağın arkasından yaklaşmakta olan buluta doğru baktı. Bu seferki geçiş kapısı, silindirik şekilde değil, Çinlilerin “dou li” dedikleri koni biçimli şapka şeklinde hâsıl olmuştu. Hiçbirinin kalkmaya dermanı olmadığı için Barman da dâhil, fırtınanın kendilerini içine almasını, yattıkları yerden beklemişlerdi.
- Güneş Tohumu - 1 Ağustos 2021
- Honor Heshima - 15 Haziran 2017
- Göl Festivali - 15 Ekim 2016
- Adamcıl Kurt - 15 Aralık 2015
- Gulyabani’nin Asası – 2 - 15 Temmuz 2014
Kelimeler anlatmaya yetmiyor, çok akıcı bir dil, neredeyse soluksuz okudum diyebilirim. Çok hoşuma gitti, senin gibi, İhsan gibi arkadaşların eleştirilerini almak benim için bir lütuf.
Kalemine, kelâmına ve yüreğine sağlık …
animania, beğendiğin için gerçekten çok teşekkür ederim. Okunmaya değecek şeyler yazabiliyorsam ne ala =)
Selamlar Freshblood, öncelikle seçkiye hoş geldin. Umarım katılımın sürekli olur.
Öyküne gelecek olursak ben animania kadar olumlu bir yorum yapamayacağım maalesef. Konu ilgi çekici, merak uyandırıcı hatta heyecan verici. Ama bu konuyu baltalayan şöyle bir unsur var; karakterlerin davranış ve konuşma biçimleri. Örnek vermek gerekirse;
“Barman bile bu güne kadar, üstelik böyle bir teknede böyle hava şartlarıyla karşılaşmamıştı ve belli etmemeye çalışıyordu ancak, bu gece oldukça zorlu geçecekti.” denmesinden sadece bir paragraf sonra fırtınanın dinmesi ya da;
“…boru biçimli bulutun etrafında masmavi şimşekler görüldü. Bulut gittikçe genişliyor ya da kim bilir, yere doğru yaklaşıyordu. Tayfa ellerinde sigaraları ve kahve kupalarıyla olacakları beklerken…”
Böyle bir durumda ellerinde sigara ve kahve kupalarıyla tiyatro izlermiş gibi kendilerine yaklaşan bir fırtınayı izlemeleri gibi şeyler hikayenin inandırıcılığını baltaladığı gibi olayı okuyucunun gözünde (en azından benim gözümde) canlandırmasını zorlaştırmış. Bu ve bunun gibi sorunlar tüm hikayedeki diyaloglar boyunca gözüme battı ve beni sürekli rahatsız etti. Sanki karakterler doğru yerde yanlış şeyler söylüyorlarmış gibi bir his oluştu hep içimde.
Şimdi sen “Yahu kardeşim, koskoca teknenin bir bulut tarafından, hemde borazan şeklinde ki bir bulut tarafından yutulduğuna inanıyorsun, bu bulutun onları zamanda geriye götürdüğüne de inanıyorsun da bu ufacık ayrıntılara inanmakta mı güçlük çektin?” diyebilirsin tabi, o ayrı mesele 🙂
Bunların dışında konusu itibari ile oldukça keyif aldığım bir hikaye olduğunu söyleyebilirim. Umarım eleştirilerimi mazur görürsün. Tek amacım daha iyi işler çıkartabilmene yardımcı olmak, kesinlikle kırcı olmak değil.
Sevgiler…
mit; eleştirin için neler diyeceğimi bilemiyorum…
Bunları yazmış olmandan, gerçekten ama gerçekten mutlu oldum 😀 ( kızacağımı sanmıştın dimiii 🙂
Neyse, eleştirilerini dikkate alacağımdan emin olabilirsin sevgili mit, özellikle de konuşturmalarda çok beceriksiz olduğumu düşündüğüm için bu konu üzerinde sıkı çalışacağım. Ve bir de bunu, sanırım on günde falan yazmıştım, seçkiye yetişebilmek için de açıkçası kurguyu oluşturmak konusunda gerçekten aceleci davrandım. Hatta diyeyim ki, yazmaya başladığımda aklımda hiç bir kurgu yoktu, internette gördüğüm bir bulut resminden esinlendim ( diyelim ) öyle zaman yolculuğu falan olsun dedim. Egregore meselesini bulabilmek için de, Barman’ı sürekli, olacakları anlatmak konusunda isteksiz davrandırttım ya, işte o; kurguyu bulamadığım için benim için bir can çekişmeydi 😀
Betimlemelerde de maalesef zayıf olduğumu biliyorum, bunun için de çok çok kitap okuyup sürekli ufak ufak bir şeyler yazmaya çalışacağım 🙂
mit, çok sağol 🙂