Öykü

Gittiler

Her yolun bir başı olduğu gibi her hikayenin de bir başı vardır. Soğuk kış günlerinde, şöminenizin karşısında, ateşten fırlayan yalımların şahlanan bir ata mı yoksa dans eden bir kadına mı daha çok benzediğini çıkarmaya çalışırken torunlarınıza anlatabileceğiniz bir hikaye bırakacağım size. Her hikaye gibi bu da, değer yargılarıyla dolu okuyucunun, tüm dünyanın en tarafsız insanıymışçasına yorumlayacağı iyi ve kötü karakterlerle dolu. Beni iyi ya da kötü tarafa koymanızı umursamıyor, haklı ya da haksız bulacak olmanızla ilgilenmiyorum. Ben, aç kalınca sürüye saldıran bir kurt kadar açıklanabilir eylemlerde bulunurken; ancak, hızla koşarken yanlışlıkla bir salyangozu ezen adam kadar suçluyum. Derdim size bunu kanıtlamak değil. Yazdıklarımı okurken önyargılarınızdan kurtulun. Tüm yaşananları bilin; hatalarımı anlayışla karşılayın, günahlarımı affedin.

Olanlardan beni sorumlu tutup adımı lanet okuduğunuz cümlelerde kullanmayın diye adımı ve soyadımı vermeyeceğim size. Yine de lanet okumak isterseniz bana değil, o habis yaratığa okumanızı tercih ederim. Ancak, maalesef, onun da gerçek adını bilmiyorum. Küçük bir köyde yetiştiyseniz onu şeytan ya da iblis, nispeten büyük bir kasabada büyüdüyseniz onu Huldra ya da Mare olarak adlandırabilirsiniz. Britanyalıysanız onun bir cadı, Novgorod’dansanız onu kötü kalpli bir orman ruhu olduğunu söyleyebilirsiniz. Aslında ben de onun tam olarak ne olduğunu bilmiyorum. Ancak bunu önemsemiyorum da. Onu ne olarak bildiğiniz önemli değil; yeter ki, sorunsuz hayatınızda ne olduğunu bile anlamadan sizi bulup, benim yaşadığım makus kaderi tattırabilecek o canavarın, Odin’in gazabından kaçamaması için sizin de bir katkınız olsun. Onu tanıyın ve asla yaklaşmayın. Neye inanıyorsanız ona sığınacak kadar geç olmadan lanetinizi üzerinden esirgemeyin.

Güneşin yılda bir aydan fazla gökyüzünde görünmediği topraklarda geçti çocukluğum. Her şeyim vardı: kendime ait bir odam, kıyafetlerim, hizmetçilerim… Bir klan şefinin oğlu için gerekli ne varsa hepsine sahiptim. Günüm hizmetçilerin bir bir getirip süslediği kahvaltı masasında şatafatlı bir kahvaltıyla başlıyor, kılıç kullanma ve okuma – yazma dersleriyle devam ediyordu. Öğle yemeğinden önce muhakkak at biniyordum, döndüğümde ise sıcak banyom beni bekliyor oluyordu. İstediğim her şey anında yerine getiriliyor; sadece hizmetçiler değil, konağımızın dışına çıktığımda diğer tüm insanlar da karşımda büyük bir saygıyla başlarını öne eğiyordu. Bütün dünya sanki benim için yaratılmış gibiydi. Bunu test etmek için bazen atımı ormanın derinliklerine sürüyor, yolu hasbelkader oraya düşen bir gezgin arıyordum. Bunlardan birinde aradığım gezgini buldum ve ona kimliğimi açıklayıp, önümde diz çökmesini emrettim. Emrettiğim gibi de yaptı. Tek dizi üstüne çökerken başını da önüne eğmeyi ihmal etmedi. Bağışlanması için yalvarırmış gibi kenetlediği elleri titrerken bir şeyler mırıldanıyordu. Sanırım beni yücelten kutsal duayı okuyordu.

Ne hastalık, ne parasızlık, ne de ölüm… Şu dünyada gerçek bir dert varsa o da can sıkıntısıdır. Her gün aynı rutinle yaşayıp gitmek beni bunaltıyordu. Kafese kapatılmış bir kuş gibi hissediyordum: salıncağımdan başka bir oyuncağım yoktu. Bu nedenle gün boyu neredeyse yüzüm hep asık oluyor, bazen tek bir gülümseme için haftaların geçmesi gerekiyordu. Durumun farkına varan ailem bana arkadaşlık edecek bir köpekle beni “ödüllendirdiler”. İri yarı, tüylü ve suratında şapşal bir ifadesi olan bir köpekti. Günün çoğunu tembellik ederek geçiriyordu. Ne ilk karşılaşmamızda ne de sonrasında bana ekstra bir ilgi göstermedi. Beni gördüğünde genelde nefes almak için açık tuttuğu çenesini kapatıyor, boş gözlerle beni izliyordu. Benim yanıma hiç yaklaşmamıştı ve ben de sevmek için bir kez bile olsun yanına gitmemiştim. Buna rağmen her akşam ailemin zoruyla benimle aynı odada uyuyor, hırıltılı nefesiyle beni uykumdan alıkoyuyordu.

Sıcak banyomun sonrasında odama henüz girdiğim bir öğlende köpeğimi her zamanki yerinde yatar halde buldum. Bir dakika kadar boş gözlerle bakıştık. Islak sarı saçlarım gözlerimin önüne dökülüyordu. Onları düzeltmek için elimi kaldırdığımda irkildi. Çok korkmuştu, öyle ki gözleri yuvasında fır dönüyordu. Dudaklarımda belli belirsiz bir gülümseme oluştu. Sağ ayağımı kaldırıp sert bir şekilde yere vurdum. Yattığı yerden kalkmadan sürünerek iki adım geri kaçtı. Dudaklarım gerildi ve haftalar sonra gelen ilk gülümsemem, yıllar sonra gelen ilk kahkahama dönüştü. Yalnız başımaydım ve tüm ipler benim elimdeydi. Bağırıp, ayaklarımı yere vurarak köpeğe doğru birkaç adım daha attım. Belli belirsiz bir iniltiyle karşı duvara yapıştı. Karşımdaki sefil köpek öylesine aciz durumdaydı ki bir sonraki hamlemi beklemekten başka şansı yoktu. Durduğu yere sabitlenmiş, makus kaderini düşünüyordu. Bu evrenin tanrısı bendim ve ben ne istersem öyle olacaktı. Belki cömert bir tanrı gibi onu bağışlayacak, bir gün daha yaşaması için affedecek; belki de zalim bir tanrı gibi aciz yaşamına son verecektim. Ben bile merakla kararımı beklerken ayaklarım kendiliğinden şömineye yöneldi. Askıda duran maşayı kavrayan elim, ateşten bir köz parçası çıkardı. Yavaşça köpeğe doğru yürüdüm. Adımlarım adeta yerde sürükleniyordu. Köpeğin yanına geldiğimde sıkılı dişlerimin gerginliği damaklarımı kanatıyordu. Elimle bastırdığım maşa avuç içimi acıtıyordu. Hizmetçiler içeriye girdiğinde yanık kokusu midemi bulandırmaya başlamıştı.

O akşam yemeğinde ne annem ne de babam tek kelime etmedi. Beni her zamankinden enerjik ve neşeli görmenin mutluluğu mu yoksa ağlayıp, sinir krizi geçiren hizmetçilerin üzüntüsü mü bilemeyeceğim. Ancak keyfim her zamankinden iyiydi ve böyle kalması için ne gerekiyorsa yapmaya hazırdım. Belli ki bugüne kadar anlayamadığım yaratılış amacım ortaya çıkmış, hayattaki gerçek potansiyelimi gösterme fırsatı bulmuştum. Marangoz mobilya yapar, demir ustası kılıç döver. Size faydası dokunan kimseyi yeteneğinden ötürü yargılamazsınız. Aynı ikiyüzlülüğü benim için de göstereceğinizden eminim.

Üstünlük zorla kabul ettirilen bir şeydir. Ben de, üstünlüğümü bir kez daha göstermek için yeni kurban arayışlarına girmiştim. Küçük deneyimi kimi zaman bir sincap, kimi zaman bir tavşan, bazen de bir atmaca üzerinde gerçekleştiriyordum. Her denemeden zaferle ayrılmış, mutlak kudretimi hepsine kanıtlamayı başarmıştım. Ateşin başarısı kesindi. Suyun, çeliğin ve toprağın da işe yaradığını söyleyebilirim. Ama hepsi bu kadar mıydı? Üstünlüğüm sadece güçsüz hayvanlar üzerinde kanıtlanacak kadar basit, yeteneklerim yardımcı bir araç kullanacak kadar kısıtlı değildi. Ben, klanın lideri, büyük şefin iyi eğitimli ve güçlü oğlu olarak bundan daha fazlasını gerçekleştirebilecek iradeye sahiptim. İstersem bir insana, hem de hiçbir şey kullanmadan da kendimi kanıtlayabilirdim. Bu benim, doğuştan gelen yeteneğim ve hakkım olmaktan öte, yaradılış nedenim olmalıydı. Sözünü kimseye geçiremeyen, salt otoritesiyle karşısındakini sindiremeyen bir lider hiç olmasa da olurdu. Ama ben bu değildim!

Sefil hayvanları bir kenara bırakmış, aciz insanlara yönelmiştim. İlk tecrübem ne olursa olsun başarılı geçmeli, beni sonraki seferler için teşvik edebilmeliydi. En uygun hedef kasabın kilolu ve hantal oğlu mu yoksa seyisin hastalıklı kızı mıydı? Bir şefin yetişmesinde böylesine ulu bir görevi ilk kime bahşetmeliydim? Sonucu her ne olursa olsun minnettar olacak, mutlak gücümün sonsuza değin daim olmasına duacı kalacak birisi olmalıydı. Beni ve kutsal misyonumu anlamalı, yapacağı ufak fedakarlıkları bu yolda çok görmemeliydi. Sonrasında ailesinin ya da kalan akrabalarının bu büyük deneyimi gerçekleştirmedeki fedakarlıklarının ödüllendirilmesi de imkan dahilindeydi. Bu isteğimi gerçekleştirmemde herhangi bir engeli aşamamam mümkün değildi.

Arayışlarım yeni başlamıştı ki babam, artık onlarla birlikte bir sefere katılacak kadar büyüdüğümü söyleyerek beni küçük zevkimden alıkoydu. Bir sonraki sefer hemen yarındı ve itiraz etmeme imkan yoktu. Bir işi yarıda bırakmayı hiç sevmem. Kırmak için yere attığı cevizi alamadan dalından kovalanan bir karga gibi buruktu içim. İstemeyerek de olsa küçük teknemizde ben de yerimi almıştım. Hedefte çok da yakın olmayan bir kilise vardı. Gidecek, yağmalayacak, kendimizi gerçekleştirecektik. İstediğimizi alırken önümüze çıkmaya cesaret edecek kadar aptal birileriyle karşılaşırsak, bu aptallığı yeryüzünden silecektik. Damarlarımızda akan kan bize bunu emrediyordu.

Yaklaşık on gün denizde kalmıştık ve yiyeceğimizle suyumuz azalmıştı. Teknemiz fırtınanın etkisiyle su almaya başlamış, altı kişilik ekipten iki kişi sürekli olarak su tahliyesiyle uğraşmak zorunda kalmıştı. Üç gündür dinmeyen fırtına kirli vücutlarımızı yıkamış, yıpratmıştı. Ancak hepsinden öte, sarı sakallarımız ve örülü saçlarımızda saklı bambaşka bir sır vardı. Babamın ve amcamın gözlerine baktığımda hep aynı ateşi görüyordum. Bu ne açlık, ne susuzluk, ne de yorgunluktu: bir an önce kıyıya çıkmak ve hakkettiğimiz ne varsa hepsini almak.

Ufuk çizgisinde kıyının puslu gölgesi belirdiğinde kılıçlarımızı ve baltalarımızı bilemeye başladık. Yaklaştıkça kıyıda, yeşil çimenlerin üstünde kurulu bir kilise ile müştemilatından başka bir şey olmadığını gördüğümüzden kalkanlarımızı almamaya karar verdik. Her dalgayla birlikte inip kalkarak ilerleyen teknemizin en ucunda, tek ayağı pruvaya dayalı babam duruyordu. Sol eliyle tuttuğu baltasının keskin ucunu okşayan başparmağı dışında bir heykel gibi hareketsizdi. Tekne kıyıya vurmak üzereyken başparmağından bir damla kan süzülüyordu. Daha fazla bekleyemedi, aya karşı uluyan, hiddetli bir kurt gibi başını göğe kaldırıp çenesini sonuna kadar açarak savaş nağrasını attı ve tekneden denize fırladı. Nağralar birbirini izledi ve deniz adımlarımızla köpürdü.

Kilisenin kapısı beklediğimiz üzere kilitliydi. Baltaya gerek kalmadan birkaç tekme ve omuz darbesiyle kilit bel verdi ve kapı açıldı. İçerisi bir mezarlık kadar sessizdi. Gül pencereden içeri süzülen ışık, özenle papaz kürsüsünü aydınlatıyordu. Kürsünün olması gereken yerde, yere kapaklanmış bir adam ve arkasına saklanan küçük kız dışında içerde kimse yoktu. Genzimi yakan yanık kokusu sağda solda yanıp bitmiş mumlardan gelemeyecek kadar keskindi. Özenle dizilen sandalyeler devrilmiş, raflardaki kutsal kitaplar yerlere saçılmıştı. Sanki önce bir yangın, ardından da bir kasırga kiliseyi vurmuş, adamla kızı dışındaki herkesi telef etmişti.

Altı kişinin etrafını çevrelediği adam soluk soluğa yerde oturmaya devam ediyordu. Üzerine sardığı kirli kumaş parçaları esmer tenini gizlemeye yetmiyordu. Derisi, kokusu hatta nefesi bile buradan olmadığını ele vermekteydi. Örtülerin arasından kendini gösteren haç kolyesi çok uzaklardan gelmiş bir keşiş olabileceğini söylüyordu. Babamın, papaz ve diğerlerine ne yaptığı sorusuna “Gittiler.” diye yanıt verdi. Nereye gittiklerini sorduğunda gülmek dışında tek bir kelime söylemedi. Babamın baltasını kavrayıp, onu kesin ölümle tehdit etmesi de bir işe yaramadı. Ani bir hareketle arkasına döndü ve kızın kulağına bir şeyler fısıldamaya başladı. Babam sözünün eridir ve çeliği çok keskindir. İki saniye sonra kızın omuzlarındaki eller artık cansız bir bedene aitti.

Gözlerinin önünde son nefesini veren – tahminen – babası küçük kızı hiç etkilememişti. Bir yaz sabahı, ağaçtaki yapraklar gibi hareketsizdi. Sabit bakışları gözlerime kilitlenmişti. Esmer teni, çamurdan yaratılmış bir çömlek kadar pürüzsüzdü. Gözleri bir ceylanınki gibi büyük ve alımlıydı. Kirpikleri yerlerine özenle yerleştirilmiş birer ok misali uzanıyordu. Kirli siyah saçları kendiliğinden bukleliydi. Çıkık elmacık kemikleri ve dudağının hemen kenarındaki gamzesiyle bir başka dünyaya ait bir güzellikti. Uzak diyarlardan değil, uzak yıldızlardan gelmişti sanki. Bana bakıyor, gözleriyle bir şeyler anlatıyordu. İçim, lodosa yakalanmış deniz gibi çırpınıyordu. Böyle bir güzelliğin heba olup gitmesine izin veremezdim. Babasının katline kahkahalarla tepki veren grubumuzdan, sıranın kıza geldiğini düşünen birkaç kişi ona doğru ilerlerken baltamı kızın ayakucuna fırlattım. Kız en ufak bir tepki vermese de hareket eden diğer herkesi durdurmayı başarmıştım. Ona doğru, denizin üstünde yürüyormuşçasına tedirgin birkaç adım attım. Elini tutup kiliseden çıkardım.

Vurgunumuz beklediğimizden daha az karlı geçmiş olabilir. Ama bu altı kişi içinden en değerli ganimeti alan bendim. Henüz bilmediğim topraklardan benim için gelen bir hediye, genç yaşıma rağmen gücüme ve cesaretime bir ödül olarak tanrılardan sunulan bir armağandı bu. Her şeyden öte, onu mutlak ve acı dolu bir ölümden kurtarmış, bir hayat bahşetmiştim. Ben olmasaydım belki bir kılıç belki de bir baltanın altında feci şekilde can verecekti. Şimdi o hayatı istediğim gibi tasarruf etmek benim elimdeydi. Onu, evimizin diğer hizmetçileri arasına katmayacak, ayrı tutacaktım. Sadece bana hizmet ettirecek, ne istersem yapmasını sağlayacaktım.

Öyle de yaptım. Onu, odamın köşesine serilen sedirde yatırıyor, yanımdan hiç ayrılmamasını sağlıyordum. At biniyorsam eyeri ona koydurtuyor, ok atıyorsam oklarımı ona tutturuyor, yıkanıyorsam vücudumu ona sildirtiyordum. İşini herkes gibi özenle yapmasını bekliyor, ona en küçük bir iltimas bile geçmiyordum. Yemek servisini yaparken şarabımı döktüyse azarlıyor, çizmelerimi yeterince iyi parlatamadıysa kırbaçlıyor, odamı iyi temizleyemediyse bütün geceyi yatmadan geçirmesini sağlıyordum. Ben tüm bunları yaparken yüzünde en küçük bir memnuniyetsizlik ifadesi bile oluşmuyordu. Sanki taştan oyulmuş bir heykel gibiydi. Ben avuç içlerine kamçımla vururken ya da yeteneksizliğini suratına haykırırken bir süre yere baktıktan sonra yüzünü, bulutların ardından sıyrılıp kendini gösteren bir ay misali yerden kaldırıp gözlerimin içine bakıyordu. Gözlerinin içinde sanki ateş yanıyordu.

Günler, aylar, yıllar kimi zaman bir kaplumbağa kadar kararlı ve yavaş, kimi zaman da bir ceylan kadar değişken ve hızlı akıp geçiyordu. Sadece bedenlerimiz değil, düşüncelerimiz ve zevklerimiz de büyüyüp gelişiyordu. Her gün ayrı bir muziplik, her seferinde daha yaratıcı bir ceza ile karşılık buluyordu. Boyutu, kusurun büyüklüğüne göre değişen ceza ne olursa olsun aynı dirayetle karşılanıyor, tanrılardan gelen ve karşılığında itiraz edecek kimsenizin olmadığı bir kararmışçasına kabulleniliyordu. Ne bir özür, ne de bir yakarış duyuluyor; sadece bir acı ifadesi zaman zaman dudaklarından isteksizce dökülüyordu. Bu anlardan kalan hatıraları kimi zaman birkaç hafta vücudunda bir misafir olarak taşıyor, son maceramızı genç zihinlerimizde taze tutmamızı sağlıyordu.

Bazen beceriksizlikleri öyle bir hal alıyordu ki bunları kasıtlı yaptığını düşünmeye başlamıştım. Güneşin, topraktaki karları eritecek kadar uzun süre gökyüzünde kaldığı bir bahar gününde buna neredeyse emin olmuştum. Odamda giyiniyordum ve birbirimize arkamız dönüktü. Bana bakıp bakmadığını kontrol etmek için kafamı çevirdiğimde, yatağımın yanında duran bardağa uzanan eli gördüm. El, bardağı sehpanın kenarına doğru sürükledi ve sonra boşluğa bırakıverdi. Bardağın parçalanışını izlerken, bana baktığını fark edememiştim. Göz göze gelince vücudunu bana çevirdi. Geçen seferlerde olduğu gibi bu sefer önüne bakmıyordu. Her zamanki donukluğuyla gözleri gözlerimdeydi. Ona doğru birkaç adım yaklaşırken dudağını ısırmakta olduğunu gördüm. Tam karşısına geldim. Aman Allah’ım! Daha önce gördüğümden kat be kat daha güzeldi. Yıllar geçtikçe olgunlaşan suratına ne zamandır bu kadar yakından bakmamıştım? Küçük sahip – köle oyunumuza o kadar alışmıştım ki bu güzelliğin farkına varamamıştım. Şimdi, ne kadar geç olsa da, aramızdaki bir adımlık mesafeden bu eşsiz yaratığı izliyor, bunu daha sık yapmadığım için boşuna geçen günlere lanet okuyordum. Gözlerinde, su içmeye inen bir ceylan kadar huzurluydum ki, kapının önünden gelen bağırtılarla bu hülyadan uyandım. Babam, bu dikkatsizliklerinin canına yettiğini söylüyordu ve onu oracıkta öldürmediği için duyduğu pişmanlığı haykırıyordu. Suratına indirdiği sert bir tokatla kızı yere yığdı. Ağzından yere damlayan bir damla kan babamın gücünü gözler önüne seriyordu.

Artık hiçbir şey eskisi gibi değildi. Sihirli bir el değişmişçesine hareketleri düzelmiş, sakarlıkları sona ermişti. Yatağımı mükemmele yakın topluyor, hangi şarabı sevdiğimi unutmuyor, her verdiğim görevi sorunsuz yerine getiriyordu. Tüm bunları yaparken yüzünü bir kez olsun yerden kaldırmıyor, göz göze gelmekten özellikle kaçınıyordu. Ne söylediğimi anlayamadığı bir seferinde yanlışlıkla bana doğrulttuğu gözlerinde eski ateşi görebilmiştim. Ama bu seferki ateşin odunu tutku değil, öfkeydi. Çatık kaşları gerili bir yay, kirpikleri oktu. Dokunduğu herkesi korkudan titretiyordu.

Bu hal birkaç ay devam etti. Günler eskisinde daha tatsız, daha sönüktü. Ne bağırmak, ne kızmak ne de hor kullanmak gelmiyordu içimden. Mağarasına kapanıp, kış uykusuna yatan bir ayı gibi durgunlaşmıştım. Bu durum, her sene yazın gelişini kutlamak için evimizde düzenlenen ziyafete hazırlık amacıyla tüm hizmetçilerin seferber olup, onu da aralarına katmalarıyla daha da belirgin bir hale geldi. Artık yüzünü hiç göremiyor, o ateşin çiğ yüreğimi ısıtmasını sağlayamıyordum. Keyfimi biraz olsun düzelten, son seferimizden sonra yıllardır görmediğim amcam ve kuzenlerimin de kutlamalara katılıyor olmasıydı.

Ağırlanacak yüzlerce misafir için ev adeta bir karınca yuvasına dönmüştü. Odamın dışına adımımı attığımda gördüğüm herkesin ya elinde bir parça eşya vardı ya da birilerine yardımcı olmak için koşuşturuyordu. Büyük salonumuza kurulan masanın hazırlığı bitmiş, misafirler yavaş yavaş eve gelmeye başlamışlardı. Müzik çalmaya başladığında misafirler de masadaki yerlerini almak için hareketlendi. Sandalyeler bir bir dolarken kahkahalar ve gürültülü sohbetler her yerde yankılanıyordu. Babam, amcam ve en büyük kuzenim hariç herkes masadaki yerini almıştı. Babam, kurt postundan abasıyla masada yerini aldığında gözü boş sandalyelerdeydi. İç çekişleri ve sinirli hareketlerinden anladığım kadarıyla baya bir zaman geçmişti. Şamdanlarda yakılan mumların kimisi erimiş, kimisi sönmüştü bile. Derin sohbetler kesilmiş, manalı fısıldaşmalar başlamıştı. Kulağıma, amcamın babamı yok saydığı ve yapılanın büyük bir saygısızlık olduğu çalındı. Kısık gözler babama çevrilmişti. Babam ise oturduğu yerde bardağıyla oynuyor, bir sağa bir sola çeviriyordu. Bir an, bir parçalanma sesi kulağıma çalındı. Elindeki bardağı tuzla buz eden babam elini sertçe masaya vurdu. Hemen amcam ve kuzenimin bulunmasını emretti. Kapıda bekleyen iki muhafız sözünü ikiletmeden yola koyuldu. Koyu bir sessizlik her yanı sarmıştı. Evde koşuşturan muhafızların ayak sesleri dışında hiçbir şey duyulmuyordu. Bir zaman sonra içlerinden biri odaya girdi. Her yere baktıklarını ama aramalarının sonuçsuz kaldığını açıkladı.

Böylece yılda bir kez kutlayabildiğimiz şenliğimiz de başlamadan bitmiş oldu. Salondan sinirle çıkan babamı diğer davetliler takip etti. Büyük masa, üzerinde pişmiş etler ve taze meyvelerle öylece kaldı. Babam, diğer kuzenlerimle birlikte odasına kapandı. Gece boyunca süren hararetli konuşmalar bazen içeriye giren habercilerle kesiliyordu. Bütün ev ve bahçe baştan aşağı aranmış ama ne amcamla büyük kuzenime ne de onlara ait en ufak bir ize rastlanamamıştı. Amcamın evine gönderilen haberci evde kimsenin olmadığını haber vermişti. Tüm hizmetçiler sorgulanmış, kendisine ayrılan odada kıyafetlerini değiştirmek için girdiklerinden beri kimse onları görmemişti. Ortadan kaybolan bir tek onlar değildi. Benim kişisel hizmetçim, ateş gözlü kız da ortalarda yoktu. Babam salondan çıkar çıkmaz odama gelmiş, orada beklemeye başlamıştım. Aradan geçen yarım günde ne odama uğramış ne de ortalıkta görünmüştü. Hangisine daha çok meraklanmam ve üzülmem gerektiğine karar veremiyordum.

Ertesi gün akşamüzeri odama gelen hizmetçi babam tarafından çağrıldığımı söyledi. Böyle bir çağrı daha önce hiç almamıştım. Kafam karışık bir şekilde babamın odasına yöneldim. Ne olduğunu bilmesem de kalbimin bu denli hızlı çarpmasına engel olamıyor, nefesimi kontrol edemiyordum. Kapıyı açtığımda diğer iki kuzenimi ve babamı ayakta buldum. Üçü de nefes nefeseydi ve ter içindeydi. Yerde o yatıyordu. Hırpalanmış, ağzı ve burnu kanamış, kıyafetleri parçalanmıştı. Elleri üzerine dayanan göğsü bir serçeninki gibi inip kalkıyordu. Ağzından, kan ve tükürükle karışık bir hırıltı geliyordu. Ben odaya girdiğimde başını kaldırıp bana baktı. Hafif bir gülümseme dudağının kenarından bütün suratına yayıldı ve acı kahkahası odada yankılandı. Babamla kuzenlerim önce birbirlerine, sonra da bana baktılar. “Bu aşağılık…” dedi babam “kardeşimin ve yeğenimin odasına girerken görülen son kişi.” Kıza doğru bir adım attı ve üzerine eğildi. Atının yularını kavrar gibi saçlarını kavradı ve kızdan derin bir acı çığlığı gelene kadar kendine doğru çekti. “Seninle samimiyeti hepimizin malumu. Senin yanında son bir kez daha soracağım. Bu sefer de cevap vermezse, Odin’in gazabı üzerime olsun ki, son nefesini verdiğine emin olana kadar o güzel suratını ayağımın altında ezeceğim.”

Kızda en ufak bir tepki bile yoktu. Gerili saç derisi alnını kırıştırmış, kan ve tozla kirlenen teninde yer yer morluklar kendini göstermişti. Yüzünden okuduğum korku değil, acımaydı. Dudağının kenarındaki gülümseme silinmiş, gözlerini dikmiş bana bakıyordu. Çivi gibi olduğum yere sabitlenmiştim. Biraz sonra ağzından dökülecek kelimeyi tahmin edebiliyordum. “Gittiler.” dedi. Babam, bağırarak kızın saçlarını bıraktı. Arkasını dönüp iki adım uzaklaştı. Bana döndü ve gözlerime bakarak “Bunu o istedi.” dedi. Kıza doğru hızlıca iki adım attı. Sağlam bir tekme kızın suratına inmek üzereydi ki nerden geldiğini anlayamadığımız bir basınç hepimizi yere yığdı. Kızın yumruğunu sıkıp, yere vurmasıyla havada oluşan bir dalga koca adamları yerle bir etmişti. Havada süzülen vücutlarımız sert bir şekilde yere düşmüştü.

Kız çığlık atarak ayağa kalktı. Önce babama ve kuzenlerime, sonra da bana bakarak birer çığlık daha attı. Başını ellerinin arasına alarak karnına doğru eğildi. Sanki içinden bir şey fırlayıp gidecekmişçesine elleriyle sıkı sıkıya sardığı kafasını bir sağa bir sola savuruyordu. Neden sonra durdu. Gözleri, sadece ben bakınca görünen cinsten değil, odadaki herkesin açıkça görebildiği üzere alev alev yanıyordu. Bunu bir kez daha göstermek ister gibi hepimize tekrar bir bakış fırlattı. Kalın dudakları bir şeyler mırıldanıyordu. Ellerini yavaşça yukarı kaldırdı. Sanki havada görünmeyen bir şeyi tutuyordu. Mırıldanma sese, ses haykırışa döndü. Bilmediğim bir lisan tüm odada yankılanıyordu. Çığlıkları kulaklarımızı yırtarken, elleri havayı parçalayacak gibiydi. Vücudundan destek alarak elleriyle havayı çekti ve havadan bir parça kopardı. Nutkum tutulmuştu. Odamızın ortasında, sadece bu odaya değil, bu diyara ait olmayan bir görüntü vardı. Sanki duvara asılan bir resim gibi boşluğun ortasından başka bir yere bakıyorduk.

Kız korkunç bir kahkaha attı. Bu görüntüyü bir süre izledikten sonra aynı hareketi büyük bir şevkle odanın geri kalanında da yapmaya başladı. Havayı tutup çektikçe bir parça koparıyor, kağıt yırtarmışçasına basitçe odamızı parçalıyordu. Her kopan parçayla bambaşka bir diyarın görüntüsü karşımıza seriliyor, yavaş yavaş odamızın görüntüsü ortadan kayboluyordu. Gerçeklik, boş bir tuvale işlenen bir resimken parçalanmış, parça parça yırtılarak arkasındaki dünya ortaya serilmiş gibiydi. Böyle bir şey nasıl mümkün olabilirdi? Kuzenlerim korkudan delirmiş gibi çırpınıyordu. Babam donup kalmıştı. Bense olanları kabullenmiş, önümüze serilen görüntünün nereye ait olduğunu anlamaya çalışıyordum. Mavi gökte bir tane bile bulut yoktu. Her yer, deniz kenarında gördüğüm kumların daha sarı renklisiyle kaplıydı. Hiç bu kadar büyük bir sahil görmemiştim. Uçsuz bucaksız tepeler ve düzlükler sanki sonsuzluğa uzanıyordu. Havadan yırtılan parçalar arttıkça odamızı kaplayan soğuk azalmış, sıcak banyomda karşılaştığıma benzer bir sıcaklık beni sarmıştı. Bir parça daha kopunca tepede bir ateş topu gibi parlayan güneşi gördüm. Odama ait son parça da gözden kaybolurken aklımı yitirmemek için dua ettim.

Hiç bilmediğimiz, bilemeyeceğimiz bir diyardaydık. Belki bir babanın uyku öncesinde çocuğuna, belki bir tüccarın ateşin başında köylülere anlattığı yerlerdendi burası. Beyaza ve beyazın her tonuna aşinaydım. Ama bu kadar yoğun bir sarı renk ile daha önce hiç karşılaşmamıştım. Ellerimin altında ezilip, kayan kumlar ateş gibi sıcaktı. Arkamdan vuran güneş ensemi pişirmiş, kavurucu sıcak midemi bulandırmıştı. Etrafıma bakınınca odadaki diğer üç kişiden ikisiyle birlikte olduğumu gördüm. Güç bela doğrulup ilk önce yerde hareketsiz yatan kuzenimin yanına gittim. Dili, açık ağzından dışarı çıkmış, kusmuğu saçlarına bulaşmıştı. Teni yerdeki kumlar kadar sarıydı. Bu ahengi tek bozan, göz bebeği kayıp gitmiş gözlerinin beyazıydı. Açık ağzından içeri girmeye çalışan bir böcek, sonraki on yıllık mesaisine erken başlamıştı.

Arkamdan anlamsız sesler duyunca, kuzenime üzülmeyi bir kenara bırakıp babama doğru seyirttim. Yere oturmuş, iki bacağını açmış, yere şekiller çiziyordu. Bir yandan da konuşmaya çalışıyor, ağzından hiçbir anlama gelmeyen garip sesler ve tükürükler dışında bir şey çıkmıyordu. Beni görünce heyecanlanıp, sevindi. Kuma bir insan figürü çizdi, eliyle pençe yapıp havayı yırtarmışçasına bir hareket yaptı. Elini kolunu sallayarak bana bir asır önce olmuş gibi gelen o sahneyi bir kez daha canlandırdı. Anlatımı bitince ağlamaya başladı. Yağmadan yağmaya koşan, hasımlarının üzerine korkusuzca giden büyük Viking şefi gitmiş; yerine aklını yitirmiş, muhtaç bir adam gelmişti. Eliyle bir noktayı işaret ediyor, heyecanla bir şey söylemeye çalışıyordu. Gösterdiği yere baktım. Daha önce hiç görmediğim bir hayvan tek başına duruyordu. Uzun bir boynu, sırtında ise kamburu vardı. Üzerindeki takımlar vahşi olmadığını, binmemiz için özellikle bırakıldığını gösteriyordu. Bilmediğimiz bir oyunun içerisindeydik. İplerimiz başkalarının elindeydi ve sessizce makus kaderimizi gerçekleştirmek dışında yapabileceğimiz bir şey yoktu.

Bu tembel hayvanın sırtında ne kadar süredir gittiğimizi hatırlayamıyorum. Tepemde parlayan güneş, beynim dahil tüm vücudumu kurutmuştu. Arkamda oturup, karnıma sarılan babamın sıcaklığıyla sırtım ter içindeydi. Dinlenmek için durduğumuzu ya da uyuduğumuzu hatırlamıyorum. Güneş hiç battı mı emin değilim. Önümde uzanan kum tepeleri hiç bitmiyor gibiydi. Sanki biz duruyoruz, onlar akıyor; biz hep başladığımız noktaya geliyorduk. Bir yudum su için bir kolumu verebilirdim. Bindiğimiz hayvansa sanki bundan hiç etkilenmemişti. Benim yönlendirmeme göre değil, kendisine önceden iletilen bir emre göre yol alıyor gibiydi. Günlerce süren yolculuktan sonra, güneşin en tepede olduğu bir öğlen vakti kendiliğinden durdu. Ağır aksak hareketlerle yere çöktü. Kafasını bir iki kere arkaya çevirip gürültülü bir nefes çıkardı. Sanki bana inmemi söylüyordu. Vücudumda kalan son enerji parçacıklarını kullanıp hayvanın üzerinden indim. Öne doğru bir iki adım atınca uzakta, kum tepelerinin üstünde parlayan bir ışık gördüm. Işık bir kez parlayıp söndü. Sıcak bir rüzgar güneşten kızaran derimi yalayıp geçti. Arkamı döndüğümde bineğimin aynı yerde durmakta olduğunu gördüm. Üzerinde olması gereken babam ise ortalıkta yoktu. Yürüyemeyecek kadar halsiz, kaçmayı düşünemeyecek kadar korkmuştu. Belli ki gitmesi gerekiyordu ve gitmişti. Beni bu oyunda yalnız bırakmıştı.

Bineğim beni bilinmeze doğru sürüklemeye devam ediyordu. Neden olduğunu bilmesem de, birkaç kere kar yağdığını zannedip sevinçten delirmem, bir kez de kumların içinde yüzdüğümü zannedip kollarımı çırpmam dışında neredeyse hiç hareket etmemiştim. Kafam kontrolsüz bir şekilde önümde sallanıyordu. Gözlerim, iradesiz açılmalar dışında neredeyse tamamen kapalıydı. Ender açılışlarından birinde hayvanın yularından tutmuş sürükleyen bir el görür gibi oldum. İnce uzun parmakların süslediği, ince uzun bir eldi bu. Rengi ne benim tenim gibi açık, ne de kilisede gördüğümüz keşişinki gibi koyuydu. Derisi buruşuktu. Sallantıdan rahatsız olan beynimin uyarıldığı anlardan birinde ise gözlerim o ateşli gözleri görür gibi oldu. Her zamankinden daha büyük ve simsiyahtı. Ama içinde aynı ateş yanıyordu. Bu oydu.

Uzun süren yolculuk bitmiş, sallantı kesilmişti. Sert bir zeminde yüzüstü uzanmış yatıyordum. Yavaşça başımı kaldırıp etrafıma baktım. Yanıma bırakılan bir meşale, önümde göremediğim bir yüksekliğe kadar uzanan duvarı aydınlatıyordu. Duvarda bir takım resimler anlayamadığım bir hikayeyi anlatıyor gibiydi. Kartal başlı krallar, siyah tenli köleler, haçın başına oturtulmuş bir halkaya benzer şekliyle asalar ve daha nicesi vardı. Meşaleyi elime alarak duvar boyunca yürümeye başladım. Şekiller kimi yerde bir karşılama törenini, kimi yerde de düzenlenen bir şenliği anlatıyordu. Kilisedeki keşişin ırkından ve daha koyu renklerden köleler hariç başkaları da yer yer kendini gösteriyordu. Vücudunun yapısı her ne kadar sizin benim gibi bir insana benzese de buna insan diyerek hiçbir ırka hakaret etmek istemiyorum. Bir ağaç dalı kadar uzun ve ince kol ve bacakları gövdesiyle orantısızdı. Altı sivri, üstü yuvarlak kafası bir garipti. Gözleri simsiyah ve kocamandı. Ağız ve burundan ziyade suratında dağılan birkaç delik vardı. Hangi ırk böylesine üstün bir hayal gücüne sahip olabilirdi. Hiç görmedikleri ve belki de hiç görmeyecekleri garip yaratıkları resmetmedeki bu büyük başarı takdire şayandı. Bunu yaparken de her yerde onların üstünlüklerini vurgulamak; önlerinde başı eğik ya da secdede durmak herkesin yaratabileceği bir kurgu değildi.

İlgimi duvardan kendime kaydırdım. Çatlamış dudaklarım ve kızarmış tenimin verdiği acı dışında iyiydim. Uyuşmuş beynim, olanları anlamlandırmakta zorlanıyordu. İyice körelen duygularım, beni kayıplarıma ağlayamayacak kadar vurdumduymaz yapmıştı. Daha önemli önceliklerim vardı. Buradan bir an önce kaçmalıydım. Ateş gözlü kızı bulup, ait olduğumuz yere, kendi topraklarımıza dönmeliydik. Derken bir gürültü bütün odayı sarstı. Açılan kapıdan gelen sarı ışık gözümü alıyordu. İçeri bir karaltı girdi. Işığı arkasına aldığı için suratını tam seçemiyordum. Her adımıyla salınan uzun ve ince vücudu bana oldukça tanıdık gelmişti. Karşıma geçti. Bu bir rüya mıydı? İçten içe alev alev yanan bir çift göz bana bakıyordu. Simsiyahtı ama ona aitti. Tek bir hareket ve ses olmaksızın bir süre böyle kaldık. Sonra yavaşça elini kaldırıp, parmaklarıyla yüzüme dokundu. Sanki bir ölü bana dokundu. Tiz bir ses çıkardı. Bir asadan çok az daha kalın boynunu eğip, kafasını göğsüme yasladı. Tiz ses dalgalandı, anlamadığım bir lisanda sözcükler ortaya döküldü. Bana, bardağı bilerek yere düşürdüğü gün söylemek istediklerini söylüyor gibiydi. Anlattıkları bitince üzerimden kalkıp bir adım geri çekildi. Elini yukarı kaldırıp, tek parmağını yukarıdan aşağıya indirdi. Üzerimdeki bütün kıyafetler parçalanıp yere düştü. İşaret parmağını alnıma değdirdi. Sonrası ise mutlak karanlıktı.

Bu garip ritüel bir süre daha devam etti. Tek bir meşalenin aydınlattığı karanlık odada geçen saatlerin ardından odaya ateş gözlü kız ya da daha doğru bir ifadeyle uzun ince yaratık geliyor, alnıma dokundurduğu parmağıyla beni uyutuyordu. Uyandığımda kendimi yorgunluktan bitap düşmüş bir halde buluyordum. Yanıma bırakılan bir kap yemek ve bir bardak su bu yorgunluğu gideremeyecek kadar azdı. Her ne kadar ne olup bittiğini anlamasam da ona direnmedim. Her gelişinde onu aynı özlemle karşıladım. Ağzımı açıp tek kelime bile etmeksizin parmağın dokunuşunu bekledim. Bu dokunuş belki on, belki de on beş kere olmuştu ki uzun bir süre tekrar gelmedi. Meşalem sönmüştü ve açlıkla susuzluk tüm vücudumu sarmıştı. Çırılçıplaktım ve taş zemin güçsüz kalmış bedenimin tir tir titremesine neden oluyordu. Olup biteni anlamaya çalışmayı çoktan bırakmış, sadece bir saniye daha fazla yaşamak için ne yapmam gerektiğini düşünür olmuştum. Bağırdım, çığlık attım ve duvarları yumrukladım. Burası, basit bir kar diyarı prensinin çözebileceğinden daha karmaşık bir bulmacaydı. Kendimi, şefkatli uykunun kucağına bıraktım.

Kabuslar ve sayıklamalarla dolu uykumu kapının gürültülü açılışı böldü. Önceki misafirimden daha uzun boylu iki yaratık yavaş adımlarla içeri giriyordu. Çıkardıkları sesler daha tiz, daha vurguluydu. Yerde büzülmüş halde yatıyordum ve o kadar aciz durumdaydım ki tek bir parmağımı bile kıpırdatamıyordum. Yanıma kadar gelip durdular. Beni işaret edip kendi aralarında bir şeyler tartıştılar. Bana daha yakın duran diğerini eliyle itti. Tiz bir çığlık kopartıp iki kolunu yanlara açtı. Ellerinin üzerinde önce ufak bir ateş belirdi. Tiz sesin mırıltısıyla ateşler büyüdü ve neredeyse tüm odayı aydınlattı. Artık sonum gelmişti. Bilmediğim bir günahın bedelini ödemek üzereydim ve beni kurtarabilecek kimse yoktu. Gözlerimi kapattım ve beklemeye koyuldum. Ama beklenen son bir türlü gelmiyordu. Ateşin kavurucu sıcağı, soğuktan titreyen vücudumu ısıtsa da yakmıyordu. Gözlerimi aralayıp beklenen sonun niye geciktiğini anlamaya çalıştım. Bir diğer figür ateşin önüne geçmiş, iki yana açtığı kollarıyla bana siper olmuştu. Aralarında hararetli bir konuşma geçiyordu. Beni koruyacak kadar önemseyen kimim kalmıştı? Bu hayatta ben ona ne vermiştim? Babam nereye kaybolmuştu? Neden hala uykum vardı?

Uyudum. Rüyamda kısılı kaldığım salondan yükselerek uzaklaştım. Öylesine yükselmiştim ki sarı kumlar üzerindeki hapishanem bir nokta kadar küçülmüştü. Bulutlu gökleri aştım. Dünyayı mavi – yeşil bir küre gibi karşıma almıştım. Ayı, marsı ve diğer gezegenleri geçtim. Bilmediğim güneşlerin ve gezegenlerin yanından süzülerek uzaklaştım. Takımlar halinde gezegenler toz bulutu gibi etrafıma yayılmıştı. Çok uzaklarda bir noktayken yaklaştıkça büyüyüp sapsarı bir deryaya benzeyen bir gezegene indim. Mermer kaplı bir zeminde, etrafım başka bir zamana ya da uygarlığa ait bir sürü nesneyle doluydu. Karşımda birden, yokluktan o belirdi. Garip şekilli vücudu tüllerle kaplıydı. Aydınlık bütün kusurları gözler önüne seriyordu. Beynimin kabul edemeyeceği gerçeklikte, açık ve net bir yaratıktı. Dal gibi parmaklarını kabul edebilsem ince uzun kolları, kafasının şeklini yadırgamasam büyük kara gözleri tüm estetik zevkleri yıkıp geçiyordu. Tüm bunları bilip, kabul eder bir kararlılıkla yanıma yaklaştı. Kulaklarımın duymadığı ama beynimde yankılanan bir ses “Burada kal…” dedi, “Burada, benle ve çocuğunla kal.”

Duyduğumu anlamam bir asır sürdü. Bir ürperti tüm vücudumu sardı. Bıçak saplanmışçasına acıtan bir ağrı gözlerimden beynime vuruyordu. Kalbim ağzımdan çıkacak gibiydi. Kusma isteğiyle uyandım. Her şeyi anlamıştım. Bitkin vücudum, alev alev yanan öfkemle ateşlenmişti. Kendimi açık bırakılan kapıdan dışarı sürükledim. Yan tarafta bulunan odaya geçtim. Balkona çıktığımda devasa bir cisim, hapishanem olan yapının yanında süzülüyordu. Havada asılı duruşuyla bir gemiyi andırsa da ne yelkeni vardı ne de küreği. Altından yere doğru alevler saçıyor, kalkan toz bulutu etrafı kaplıyordu. Geminin etrafını saran insanlar zıplayıp, el sallayarak gemiyi uğurluyordu. Binadan ip gibi bir sıra şeklinde uzun ve ince yaratıklar, yavaş adımlarla gemiye biniyordu. Kucağında ufak bir yaratıkla o belirdi. Sıranın akışını bozup durdu. Kafasını yukarı kaldırıp bana baktı. Aramızdaki onca mesafeye rağmen gözlerinin ateşi kirpiklerimi yaktı. Hemen içeri koştum. Masanın üzerinde duran bir parça kağıt ve kuş tüyünü kapıp yazmaya koyuldum.

Basit bir köle gibi kullanılmıştım. Henüz ne istediğini bilmeyen, hayatı ve gerçekleri yeni yeni keşfeden bir çocukken onunla karşılaşmıştım. Büyüdüğüm ortamda gördüğüm, yapmam gereken eylemlerden fazlasını yapmamıştım ona. Güç, emrinizdeki insanlara uyguladığınızda anlam bulur. Ben de bu gücün gereklerini yerine getirmiştim. O ise, beni bu küçük oyununa alet etmiş, beni kandırmıştı. Ben, açık bir şekilde üstünlüğümü kabul ettirdiğimi düşünürken o, gerçek gücün sahibi olduğunu göstermişti. Beni yenmişti. Ben, kudreti sadece hayvanlarda geçerli olan, basiretsiz bir şef oğluydum. Bu şartlar altında yaşamamın bir anlamı yok. Bu yazı son bulduğunda önümdeki balkondan kendimi sonsuzluğa bırakacağım. Sonsuzluk ben, ben sonsuzluk olana kadar düşeceğim. Gideceğim yerde, her neresi olursa, beni bağışlamanız için dua edeceğim.

Gittiler” için 6 Yorum Var

  1. Merhaba, öykünüzde betimleler anlatım yerli yerindeydi. Naçizane fikrime göre ve yanlış anlamaz iseniz; öykünün enerjisi yer yer durma noktasına geliyor. Enerji artarken özellikle kilisede hemen düşüveriyor. Bu durum odada kızın boyut değiştirirken artan enerji dozunda da yaşanıyor ve sonra tekrar azalıyor yani gerilim devam etmiyor kısacası. Mesela karakter geçmişte yaşayan bir Viking “son enerji parçacıklarını” kelimelerini kullanması uygun durmuyor bana göre sanki günümüz koşullarında geçerli olacak bir konuşmanın parçası gibi duruyor. Babası hakkında bir belirsizlik var Yürüyemeyecek kadar halsiz, kaçmayı düşünemeyecek kadar korkmuştu. Böyle birinin aniden kaybolması düşündürücü. Kahraman konusuna değinmek gerekirse karakterinde tutarsızlık var; Ateş gözlü kızı bulup, ait olduğumuz yere, kendi topraklarımıza dönmeliydik. Onca olan olaydan sonra ve kızın yaptıklarından babasının başına gelen olaylar ve bu olayları yaşayanlar arasında en sakin kişi olduğu halde, böyle düşünmesi uygun olmamış kanımca. Kurcaladığım için umarım yanlış anlamazsınız. Öykünüz güzeldi. Konuyu farklı yerden yakalamanız ve Mısırın antik gizemlerine sürükleyip, uzaylılara bağlamanızı sevdim. Gelecek seçkilerde görüşmek dileğiyle… 🙂

    1. Merhaba,
      Yorumunuz için teşekkürler. Esasında eleştirilerinize ben de katılıyorum. 5000 kelime ile sınırlı bir konsepte göre çok fazla olay içeriyor ve haliyle bazı yerlerden kırpmanız gerekiyor. Çocuğun sorunlu – sadist – kişiliğini ve kıza aşık oluşuyla yaşadığı değişimi, diğer karakterlerin kişilikleriyle birlikte daha geniş bir çerçevede ele almak gerekiyordu ancak karakter sınırına takıldım 🙂 Umarım yine de bir şeyler hissettirebilmişimdir.

  2. Merhabalar. Çok beğendiğim kısımlar boldu öykünüzde, benzetmeleriniz özellikle. Uzun bir öyküde sıkmamayı da başarmışsınız. Bunların haricinde Servet Tursun’un eklediklerine katılıyorum. Sonunu ise klasik ölmeden bunları yazıyorum şeklinde değil de daha farklı yazabilirdiniz belki (Karışmak gibi olmasın). Güzel gerçekçi işlenmiş bir öyküykü. Ellerinize sağlık diyerek gelecek seçkilerde de okuyabilmek isterim sizi.

    1. Yorumunuz için teşekkürler. İki öykümde de ölmeden önce başından geçenleri anlatanların ağzından hikayeyi verdim. Sanırım aynı etkiyi yaratacak diğer anlatım tarzları üzerinde de biraz çalışmalıyım. Yine de beğendiyseniz ne mutlu bana.

  3. Merhaba;
    Bir önceki öykünüzü de çok beğenmiştim, bu öykünüzü de çok beğendim. Şahsi düşüncem; bu ayki seçkinin en güzel öyküsü olduğu. Hikaye etmede başarılısınız, keza dili kullanmada da. Dil demişken, birkaç yerde kelimeler yanlış yazılmış. Sanırım gözden kaçmış. Öykünün konusunu, akıcılığını, en başta da anlatımını çok beğendim. Beğendiğim çok cümle var; birkaçını paylaşayım:

    “Kırmak için yere attığı cevizi alamadan dalından kovalanan bir karga gibi buruktu içim.” / çok hoş bir benzetme.
    “Şu dünyada gerçek bir dert varsa o da can sıkıntısıdır.” / güzelliğinden sebep üç kere okudum bu cümleyi.
    “Ben, aç kalınca sürüye saldıran bir kurt kadar açıklanabilir eylemlerde bulunurken; ancak, hızla koşarken yanlışlıkla bir salyangozu ezen adam kadar suçluyum.” / hak hukuk bilmesem çalınabilecek değerde bir cümle 🙂
    “İçim, lodosa yakalanmış deniz gibi çırpınıyordu. ” / güzel.

    Bu arada “enerji parçacıkları” hususunda aynı fikirdeyim Servet Tursun’la. Bir de öykünün adı farklı olsa daha hoş olur; içeriğindeki etkiyi bırakmıyor başlık. Önümüzdeki seçkide de okumak isterim öykünüzü.
    Kaleminize kuvvet.

    1. Merhabalar,
      Yazım hatalarımı ben de farkettim. Özellikle “nağra” yazdığım için hala kendimi sorguluyorum. Kullanılan ifadeleri beğenmenize çok sevindim. Şiirsel betimlemeler çok hoşuma gidiyor. Bunun dışında başlıkla ilgili tespitinizden sonra metni tekrar bir gözden geçirdim. Sanırım pop şarkılarda yaptıkları gibi en fazla tekrar eden kelimeyi başlık yapmışım. İnce ama çok doğru bir tespit. Zaman ayırıp okuduğunuz ve yorumladığınız için teşekkürler.

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *