Öykü

Göçebe Nehir

O uzak gelecekte bir gün; pek de talihli olmayan bir adam Göçebe Nehir’e misafir oldu. Hayatındaki ilk ve belki de son şansıydı bu. Öğrenmeyi seven biriydi; görecekleri için haftalar öncesinden heyecanlanmaya başlamıştı. Ve işte o an geldiğinde artık kendini zor tutuyordu. Önündeki rehberi geçip merdivenleri üçer beşer atlamasına az kalmıştı. Yine de bunu yapmak yerine kendisine uzun bir süre eşlik edecek olan bu adama soracağı soruları aklında listelemeye çalıştı. Duyduklarının doğru olup olmadığını teyit etmek istiyordu. Burayla ilgili o kadar çok dedikodu vardı ki insan neyin doğru neyin yanlış olduğunu ayırt etmekte zorlanıyordu. Üstelik bunu çözmenin tek yolu da Göçebe Nehir’e gelmekti. Her gün bir kişiye verilen bu şansı kullanıp en doğrusunu öğrenecekti nihayet.

Göçebe Nehir, bir müzeydi. Onu tanımlamak için “müze” kelimesi kullanılırdı; çünkü onu tanımlamak için kullanılabilecek en yakın sözcük buydu. Yerin altına inşa edilmiş uçsuz bucaksız bir odadan oluşuyordu. Göçebe Nehir’e merdivenlerle inilirdi; tüm o teknolojiye rağmen asansör kullanılmazdı. Yedi yüz otuz sekiz basamağın ardından sonu görülmeyen müze başlardı. Hiçbir şeyin belirli bir yeri yoktu; salonlar veya bölümler göremezdiniz. Üstelik konumları da farklıydı eserlerin; her şey havada süzülürdü. Ne bir çivi ne de başka bir şey tutardı onları. Zaten havaya çivi çakıldığı nerede görülmüştü ki? Bu müzedeki bütün her şey sanki gerçek bir suda yüzüyormuş gibi havada hareket ederdi fakat asla bir insan boyunu aşmazlardı. Yan yana ya da üst üste durduklarında aralarında belirli bir mesafe olurdu sadece. Bu yüzden müthiş bir simetri tüm odayı kaplardı; en azından gözle görülebilen kısmı için bunu söylemek mümkündü. Aralarından geçebilir ya da bir sıra boyunca istediğiniz kadar ilerleyebilirdiniz. Sonra herhangi bir yöne dönüp gözünüzün görmek istediği her şeye bakabilirdiniz. Tüm bu süre boyunca size bir rehber eşlik ederdi. Ona dilediğiniz soruyu sorabilirdiniz ve o da mutlaka size sorunuzun cevabını verirdi.

Her şey vardı Göçebe Nehir’de. Yaratılmışların tümü oradadır, denirdi. Zaman vardı en çok; sonra yaşayanlar ve ölüler; hayvanlar, bitkiler ve gözle görülmeyecek yaratıklar;  o zamana kadar yapılmış kullanılmış aletler, eşyalar; yenmiş yemekler, giyilmiş kıyafetler; anılar, hüzünler ve kederler; çok az mutluluk ve bir de hikâyeler. Her gün sadece bir kişi girebilirdi bu sonsuz müzeye. Merdivenlerden inerken rehber önde yürürdü, aşağıda ise misafir. Görecekleri olan misafirdi ne de olsa.

Nitekim o gün de öyle oldu;  günün ve kendi hayatının şansını kullanan adam merdivenler bitince öne geçip dilediği yere gitti. Heyecanını dizginlediği için kendini takdir etti içten içe. Aceleci davranıp sorularına yukarıda başlasaydı ya da gerçekten rehberini geçip koşarak buraya inseydi bu kadar rahat dolaşıp sorular soramayacaktı.  O anda karşısındaki adamın gözünde meraklı ve tevazu sahibi bir kişiye dönüştüğüne emindi.  Gözleri her şeye merakla saldırırken çok geçmeden ilk sorusunu sordu.

“Göçebe Nehir’i kim yaptı?”

Kendisinden genç rehberi iki adım gerisinden yürüyordu.

“Eskiden bir nehre atılırdı saklanması gerekenler. Kimse görsün istenmezdi. Gerçek, suyla dolu bir nehirdi bu. Bir bekçisi vardı her daim; hem toplayan hem de saklayıp koruyandı. Sonra vaktin birinde, aralarından biri saklamaktan vazgeçti; paylaşmak istedi. Ardından burayı yapmaya başladı. Uzun yıllar sürdü elbette fakat bekçilerden biri tamamlamayı başardı. Şimdi içinde yürüdüğünüz bu yer altı nehri altı yüz bekçinin emeğidir. Her birinin ne kadar yaşadığını ise kendileri bilir ancak.” dedi.

Sorusu cevaplandıktan sonra yürümeye devam etti şanslı adam. Gördüğü her şeyde biraz daha şaşırdı; bakmak istediklerine iyice yakından bakıp içlerinde sakladıkları geçmişi görmeye çalıştı. Göçebe Nehir’de ne varsa hepsinden birkaç tane vardı; kendi görünmez sınırlarının içinde, gökyüzünde süzülürken yalnız değillerdi. Uzun gezisi boyunca gördüklerinden sonra; burada olmayan tek şey yalnızlık, diye düşündü ziyaretçi.  Oysa on adım sonra yüksek sesle çağırmış gibi yalnızlığı da gördü. Tek başına süzülen silindir şeklinde yeşil bir şapkaydı bu. Gördüğü şey onu çok heyecanlandırdı.

“ Bu şapkadan neden bir tane var?” diye sordu hemen.

“Sadece ondan değil, birçok şeyden bir tane vardır burada. Henüz onları görecek kadar yürümedik yalnızca.” dedi rehberi bilge sesiyle.

“Burada olmayan tek şeyin yalnızlık olduğunu sanmıştım.” diye itiraf etti ziyaretçi.

“Göçebe Nehir’de en çok zaman vardır bilirsiniz; haliyle bir o kadar da yalnızlık bulunur.”

Başını anladığına dair salladı ziyaretçi. Biraz üzgün hissetti; yaşayacağı gerçekten de “uzun” yılları vardı. Ataları gibi avucuna sığacak bir zaman kadar yaşamak isterdi.

“ Bu şapka neden burada?” diye sordu. Öğrenmeye değer bir şey bulmuştu sonunda.

“ Uzun bir öyküsü var dinlemek ister misiniz?”

Tekrar bir baş hareketiyle onayladığını belirtti ziyaretçi.

“Bizden çok uzak zamanlarda; geçmişte, düşlerini sayan bir genç kız vardı. Aklı çok şeye yetmezdi fakat yine de düşlerini sayabilirdi. Gördüğü düşleri unutmamak için kendince bulduğu yol buydu. Saydıkça tekrar tekrar hatırlar, unutmaya başladığını anladığı an yeniden başlardı. Adı Hana’ydı. Yüzü pek güzel değildi; elleri ve ayaklarıysa kocamandı. Yürürken kendisini terk edip gitmek istiyorlarmış gibi sağa sola sallanırlardı. Ama iyi kalpli bir kızdı Hana. Anne ve babasının sevgili tek kızlarıydı. Bu yüzden ona çok iyi bakar, aklına tek bir soru takılmasın diye çabalarlardı. Çünkü Hana’nın aklına cevaplanmamış bir soru düştüğünde düşlerini saymayı bırakır,  huzuru bozulurdu. Çoğu şeye yetmeyen aklı böyle zamanlarda durur ve anne babasını endişelendirecek kadar içine kapanırdı.

Bir gün annesi çok işi olduğundan Hana’yı tarlada çalışan babasına yemek götürmesi için tek başına göndermek zorunda kaldı. Annesinin endişelerine rağmen kendisine verilen görevi başaran Hana dönerken yol kenarında yabani armut toplayan bir adam gördü. Adamın sırtı Hana’ya dönüktü; biraz orada durup bu yabancı adamı izlemek istedi. Çok geçmeden yabancı onu fark etti ve ağacın dallarını bırakıp birkaç adım uzaklaştı ağaçtan.

“ Bunlar senin mi hanımım?” diye sordu ellerindeki küçük yaban armutlarını göstererek.  Kendisini bu kadar dikkatli izleyen birinin ancak ağaçların sahibi olabileceğini düşünmüştü belki de.

“Hayır.” dedi Hana. “Annem dedi ki onlar yabanda gezen herkesindir.”

Aldığı cevap gülümsetti yabancıyı. Hana bunu görünce şaşırdı; ne olduğuna anlam veremedi. Oysa daha önce gülümseyen birçok insan görmüştü.

“Öyleyse biraz daha alacağım.” dedi adam. Ardından ellerindeki armutları torbasına koyup tekrar ağaca doğru yürüdü.

Hana’nın aklına sorular dolmaya başlamıştı yine. Üstelik biraz evvel gördüğü o gülümsemenin ne olduğunu da bilmek istiyordu. Dikildiği yerden ayaklarını sürüyerek yol kenarına yaklaştı biraz.

“Çok meyve ağacı var burada. Niye bu yaban ağaçtan topluyorsun bir tek?” diye soruverdi birden. Daha yeni tuttuğu dalı bırakıp tekrar Hana’ya döndü yabancı.

“Ormanlarda her şeyin yabanisi büyür. Ağzım buna alışmış.” dedi gülümseyerek.

İşte yine aynısı, diye düşündü Hana. Bunu düşünürken bir süre sustu. O sırada adam biraz daha ona doğru geldi. Çok yaklaşmadı fakat artık daha yakınlardı.

“Benim adım Muatan hanımım. Buraya Soğuk Tutan Ormanlar’dan geldim.” diyerek kendini tanıttı. Bu sözler Hana’yı uyku olmayan bir uykudan uyandırdı. Duyduklarını anlamak için içinden tekrar etti ve yine bir soru doğdu aklına.

“Çok, çok uzak ormanlar oralar. Annem öyle söyledi. Babam da pazara giderken göstermişti. Güneşin battığı yerde duruyorlardı. Niye geldin oralardan?” diye sordu.

“Sevgili karım çok değerli bir şeyini kaybetti hanımım. Çok severdi bu eşyasını. Kendisine anlattım bir daha ona sahip olamayacağını; inanmadı bana. Beni bu çok sevdiği eşyasını bulmam için ormanlardan buraya gönderdi. Gönlü hoş olsun diye geldim ben de.”dedi Muatan.

“Nedir bu eşyasının adı?”

“Bir şapka hanımım. Sevgili karım şapkasını kaybetti.”

“Bir şapka?” diye tekrarladı Hana.

Tekrar gülümsedi Muatan. İşte yine aynısı, diye düşündü Hana; bir adım daha yaklaştı.

“Bir başlıktır şapka, hanımım. Karım bir önceki sahibinden aldığından beri takardı. Yeşil renklidir; yukarı doğru uzar ve tepesi yuvarlaktır. Çok sık ipliklerden dokunmuştur. Bu diyardaki hiçbir dokumacının tanımadığı ipliklerle bir dokuma şeklidir bu. Şapka her el değiştirdiğinde örüldüğü ipliklerden bir tanesini düşürürmüş. Yine de sevgili karımın eline geçtiğinde hala tastamam duruyordu. Düşürecek ipliği hiç bitmezmiş zaten. Sayısı binleri aşan gözleri vardır derler. Hem geçmişe hem de hiç bilmediğimiz geleceğe bakar bu gözler. Üstelik gezer de bu iki zamanı. Ondandır ki nerede olduğunu onu takan sahibi dışında kimse bilmez. Kendine çoktan üzerinde duracak bir baş bulmuştur. Burada değildir bilirim; fakat sevgili karımın mutsuzluğunu biraz olsun hafifletmek için geldim yine de.” dedi.

“Neden yeni bir şapka başlığı almıyorsun karına?”

“Öyle bir şapkadan bahsettim ki hanımım, aynısı var mıdır? Köyünün pazarında gördün mü hiç ona benzer bir başlık?”

Hana’nın cevabı başını iki yana sallamak oldu. Uzun bir sessizlik oldu böyle olunca. Muatan, kendisine yönelen dikkatli bakışlara karşılık olarak gülümsedi. İşte yine aynısı, diye düşündü Hana tekrar. Dikkatini çeken bir yüz olmamıştı şimdiye kadar. Bu yüzdeki gülümseme ise adım atma hissi uyandırıyordu onda. Bir adım, iki adım, üç ve dört… Sonra o yüze dokunabilirdi. Ama Muatan bu düşüncesini gerçekleştirmesine müsaade etmedi.

“Anlayacağın hanımım, sevgili karım vazgeçene kadar arayacağım bu şapkayı. Benim iznimi verirsen ayrılacağım yanından.”  diyerek uyku olmayan bir uykudan daha uyandırdı Hana’yı.

“Öyleyse güzellikleri kendinle götüresin.”dedi Hana annesinden öğrendiği gibi.

“Siz de güzelliklerle gidesiniz hanımım.” diyerek az önce Hana’nın geldiği tarafa doğru yürümeye başladı Muatan. Daha fazla armut toplamayı unuttuğunu ikisi de fark etmedi.

Hana önünde uzanan yola baktı. Aklı çok berraktı bu defa; hiç soru yoktu. Muatan’ı unutup ayaklarını sürüyerek uzaklaştı.”

Rehber hikâyesini bitirdiğini belli etmek için öksürdü. Göçebe Nehir’in o günkü ziyaretçisi de uyku olmayan bir uykudan uyanmak zorunda kaldı.

“Hikâyeniz bu kadar mı?” dedi isyan eder gibi.

“Evet, bu kadar hikâye. Şu ileride gördüğünüz kitapta bu kadarı yazıyor. Söylediğim her şey tam olarak kitapta geçenlerin aynısı. Şapka hakkında yazılı olanlar bundan ibaret. Sözle söylenenler daha çoktur. Yine de buna kim güvenebilir ki? Neyi merak ediyorsunuz? Söylenenlerden cevap verebilirim size isterseniz.”

“Şapka ne işe yarıyor?”

“Takana mutluluk getirdiği söyleniyor ki biliyorsunuz burada en az bulunan şeydir bu.”dedi rehber.

“Peki, Hana kim? Neden şapkanın ne olduğunu bile bilmeyen bir kızın hikâyesini saklıyor müze?” diye sordu ziyaretçi. Cevap vermeye hazırlanan rehberin yüzündeki ciddi ifadenin yumuşadığını da gördü üstelik. Kendisi için önemli birilerini anan insanların yüzündeki o ifadeydi bu; saygı ve özlem doluydu.

“ Hana, Göçebe Nehir’in ilk bekçisidir. Düşlerini sayıyordu hatırlarsanız ama onları biriktiremiyordu. Biriktirirse daha kolay hatırlayacağını biliyordu. O gün evine döndüğünde bahçesindeki huş ağacı bir şey doğurmuştu onun için. Tıpkı rüyalarından birinde hiçbir şeyi hatırlamayan bir kadın doğurduğu gibi.”

“Silindir şeklinde yeşil bir şapka!” dedi heyecanla ziyaretçi.

Yüzünden silinmeyen o ifadeyle başını salladı rehberi.

“Burası Hana’nın düşleridir aslında. Başka nerede kederlerin gökte yüzdüğünü görebilirdiniz ki?”  diye sordu.

Gördüklerinden sonra başı yeterince dönen ziyaretçi daha fazla dayanamayıp yere oturdu. Bir an sonra bununla da yetinmedi ve boylu boyunca soğuk mermer zemine sırt üstü uzandı.

“Hayatımdaki tek şansım beni düşlerde boğulabileceğim bir nehre getirdi!” dedi gülümseyerek.

Gün bittiğinde Göçebe Nehir’in bekçisi yedi yüz otuz sekiz basamak boyunca misafirine eşlik etti. Öndeki yerini almıştı tekrar. Merdivenler bitince ertesi günkü ziyaretçi gelene kadar kapıyı kilitledi.

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *