Ustasının son arzusu öğrencisinin batıya yürümesiydi. Sadece yürümeliydi hepsi bu. Elohim’in bunu yapmaya hiç gönlü yoktu. Aslında hiçbir şey yapmak için arzusu yoktu. Hayat felsefesi mümkünse dinlenmek olan bir genç adamdı o. Sakalını her sabah kesmek için bir bahane uydurmak zorunda olan ve gereğinden fazla cümle sarf etmesi gerektiğinde konuşmadan sıkılıp giden tembel bir insandı. Ustası Guru Nob sadece dakikalar önce hayata son restini çekmiş karşısında yatıyordu. Neydi şimdi bu? “Onca mekân varken batıyı seçmek zorunda mıydın?” dedi sanki halen yaşıyormuşçasına ona. Sinirli değildi, sadece durumu baş belası olarak görüyordu. Tembel olabilirdi ama ölen birisinin son arzusunu ne pahasına olursa olsun yerine getirecek biriydi de.
Nob ona yıllarca kılıcın ve dürüstlüğün yolundan gitmesi için sürüklemişti. Dürüstlük tartışılır ancak Elohim bir kez olsun eline bir kılıç almadı. Nasıl kullanılacağını bilmek istemediğini söylerdi, Nob ise onu zaten bu yüzden çırağı olarak almıştı çünkü en az Elohim kadar tembeldi. Tapınak kuralları Nob’u en az bir öğrenci yetiştirmek ile hükümlü kılıyordu. Yoksa nazikçe kovulur ve hacı olarak yedi cihanı dolaşmak zorunda kalırdı. Bunu yapmak ile bir öğrenci bulmak arasında uzun bir rasyonel tartı kurmuştu bile kafasında. En yakın köye inmiş ve en tembel ve çalışmaktan muzdarip oğlanı ona emanet etmelerini salık etmişti. Saat geçmeden annesi Nob’a Elohim’i teslim etmişti. Sanki bir yükten kurtulur gibiydi. Elohim ne olup bittiğini pek umursamıyordu esasında, yürümek değildi onun çekindiği. Uzun yürümek veya yokuş çıkmak ve belki birkaç basamak çıkmaktı. Konuşmak değildi onu bezdiren, cümlelerin ikiden fazlasının bir araya gelişiydi. Nob ömründe o anda olduğu kadar mutlu olmuşsa da kimse bilmez.
İşin komiği onca takıntıları arasında Nob Elohim’e yaşamak ve hayatta kalmak ile ilgili bir şeyler öğretti. Elohim herkesin kılıç kullandığı bir barış tapınağında mızrak kullanmasını öğrenen ve kimsenin bu konuda onu sınayamamağı tek öğrenci oldu ve hayat devam etti. Ta ki sevgili ustası Nob ölürken saçma bir arzuda bulunana kadar. Diğer ustalar bu öğüdü yerinde buldular ve Elohim’in ne vakit yola çıkacağını ertesi gün sormaya başladılar bile. Ona “Bir öğrenci bulmalısın” demeyeceklerdi, çünkü biliyorlardı; ‘Elohim de en az Nob kadar tembeldi’
Elohim ikinci sabah, yirmi yılın ardından, tam otuz iki yaşında ilk kez tapınak sınırları dışına çıktı. Güneş nereden batıyorsa o yöne yürümekti amacı. Elinde uzun, çelik üçgen uçlu mızrağı ve sırtında kimisine göre hafif sayılacak ama ona göre ölü eşeğini sırtlanmış edası veren sırt çantası, yola koyuldu. Gond topraklarıydı yürüdüğü diyarın adı. Barış dolu, bereketli ve düzgün işleyen bir ülkeydi. Diyarın dört bir yanında onun hep yaşadığı tapınak gibi onlarcası vardı. Hiç savaş çıkmasa bile her gün bir saray alev alacakmış gibi zinde ve disiplinli uyanan binlerce keşiş, usta ve öğrenci. Diğer diyarların efendilerinin Gond’dan korkmak için pek çok sebebi olduğunu Elohim bilmezdi. Elohim’e göre Gond’dan çıkmak zorunda değildi bile, kaldı ki sınırları nerelere kadar uzanır bilmezdi. Bilseydi bile kendini kör eder güneşin battığı yeri bir yalancıya sorduğuna emin olana kadar insanlara sorar ve o yöne giderdi. Sonunda ölene kadar Gond içinde kalırdı. İşte Elohim bu kadar tembeldi.
“Nob’un bir ilkbahar vakti ölmesi inanılmaz isabetli olmuş, kışın ölseydi kar içinde yürürdüm” diye düşündüğü zamanlar bile oldu ama yürüyüşü onu hiç olacağını ön gördüğü kadar sıkmadı. Aslında bu zevkliydi. Mızrağı ile o diğer kılıç manyaklarının yapabildiği akıl alan hamleleri yapamazdı ancak bir tavşan avlayabilirdi ve onu yiyebilirdi. Tavşan yemenin bu kadar eğlenceli olabileceğini hiç düşünmezdi. Haftanın altı günü ot yerlerdi tapınakta. Tapınağın ne kadar küçük olduğunu anlaması sadece günlerini aldı. Yürüdüğü yolun bile ne kadar dar olduğunu anlaması ise haftalarını.
Elohim kendini hiç kör etmedi, düz ve kesin bir yol olmasa ve ara sıra birkaç dağı devirmese gerekse bile batıydı istikameti. Daha önce hiç görmediği insanlar ile tanışmak umduğundan eğlenceliydi. Kimileri onu “en sessiz ve soğuk keşiş” olarak tanımlasa bile onun gülümsemesini gördüklerinde kaçınılmaz şekilde konuşmaya başlıyorlardı. İnsanları dinlemek zevkliydi ancak karşılık vermesi gerektiğinde en kısa nasıl cevap verebilirdi bunu düşünmek hep zaman alıyordu. Sonunda o kadar çok insan ile kısa konuşmalar yapmış oldu ki bu konuda bir usta olup çıktı, kısa ve öz konuşuyordu. Erdem olduğu için değil sadece işine geldiği için.
Bir keresinde kendisi gibi mızrak taşıyan bir hacıya rastladı. Ustası ona kimsenin artık istemediği bir zümrüt bulmasını salık etmişti. Söylenene göre zümrütler sık sık insanların aklını çelermiş ve günaha sürüklermiş. Böyle lanetli bir zümrüdü tapınağa götürmeli ve kutsamalıydı. Hacının adı Hogulo idi ve isminin Elohim’e çağrıştırdığı gibi göbekli biriydi. Tüm aşkı yemek yemekti. Elohim ona amacı ve hayat felsefesinden bahsettiğinde Hogulo şaşırdı. Şaşırdı çünkü tembel bir keşişin varlığı fevkalade ironikti. “Tüm hayatın boyunca çalışmamak için en çok çalışan insanların yanına mı katıldın yani?” demişti ona. Elohim ise “Kaderin bir oyunu” dedi. Hogulo’nun gitmesi gereken bir yönü yoktu ve Elohim’e katılmayı teklif etti. Elohim ona çok konuşmadığı, onu oyalamadığı veya onun zamanını gereğinden fazla almadığı sürece bunun mümkün olduğunu izah edebilirdi. Ancak bu uzun sürerdi, bu yüzden kendi aklını biraz kurcaladı. Gerçekten bir zümrüt biliyordu! Hogulo’ya bir adres verdi ve başka bir şey söylemedi. Hogulo kafası karmakarışık elvedasını söyledi ve gitti.
İşte bu karşılaşma ve ayrılma Elohim’in kafasında bir ışık yaktı. Belki usta Nob’un söylemek istediği de buydu, ‘kendi küçük dünyasından çıkmalı ve insanların hayatını kolaylaştırmalıydı’, bu fikrin ona göründüğü kadar kötü görünmemesi Elohim’in değişmeye başlaması değil ama artık bir cevap bulmak ile uğraşmayacağı için mutlu olmasına yorulabilir.
Elohim yürüdü ve yürüdü. Tavukları her gece bir bir yok olan bir çiftçinin tilkiler için çit çekmesini gösterdi, ancak sorunun tavukları satan keş oğlu olduğu ortaya çıktı. Sevdiği kıza dilsiz olduğu için aşkını anlatamayan adamın ağzı olduğu gece saçak altında kızın annesinden gelen bir kova soğuk suyun altında kaldı. Son olarak altınlarını gümüş sanan bir yaşlı kadına yardım etmeye kalktığında aslında onun yaşlı olmadığını ve hatta bir kadın bile olmadığını öğrendiğinde kasabanın sokaklarında kızgın dolandırıcılardan kaçmak ile meşguldü.
***
Soluklandığında bir kuytu sokakta düşüncelere daldı. Onu tapınaktan ayrıldığı sabahtan beri sıkmayan üç şey keşfetmişti. İlki insanlara yardım etmekti, sonuçları ne olursa olsun. İkincisi yürümekti, ne kadar amaçsız olursa olsun. Sonuncusu ise düşünmekti, ne kadar derin olursa olsun. ‘Neden insanlar anlaşmamaya yöneliyorlar?’ oldu ilk düşüncesi. Tüm duvarları siyaha boyamaktı tek yaptıkları. Hiç biri diğer renkler ile uğraşmıyordu. Elohim tembel olduğunu biliyordu ancak kendisi kadar tembel Nob dışında başka kimse tanımamıştı bunca zaman içinde. Yani insanlar bunu tembel olduklarından yapmıyorlardı. Sadece yapmak istiyordular. Çiftçinin oğlu kafa bulmak, kızın annesi kızının bekâretini ne pahasına olursa olsun korumak ve dolandırıcılar ise ekmeklerini kollamak derdindeydiler. Bunun bir çaresi yoktu. Problemleri çözmek yerine onlar ile yaşaması gerekiyordu, kaldı ki bu tam olarak Elohim’e uygun bir öneriydi.
Düşünceleri kızgın iki adamın sureti karşısında belirdiğinde ve dar sokağa tepeden gelen ince ışık huzmesi de perdelendiğinde bölündüler. O öğle, o sokakta, o iki adam tarafından Elohim hayatının dayağını yedi. Dayak iki şeyi anlamasını sağladı. İlki artık Gond sınırlarında olmadığı idi, çünkü aklıselim kimse bir keşişe ne kadar savunmasız olursa olsun – kaldı ki Elohim bir mızrak ile geziyordu – öğle vakti saldırmazdı. İkincisi ise o mızrağı kullanmasını artık öğrenmesi gerektiğiydi.
Morluklar ve şişlikler arasında düşündü ve eskiden tanıştığı hacı Hogulo’nun tapınağını bulmakta karar kıldı. Gond’dan çıktığı için değildi bu geri dönüş. Artık Nob’un son arzusunun değeri kalmamıştı, o arzu amacına çoktan ulaşmıştı. “Kör oldum” diye düşündü gülümseyerek Elohim. Elohim dolandırıcılara kızgın değildi, öfke ile kendisini ateşleyemeyecek kadar tembeldi. Sadece eğer onları bir an olsun yapacaklarından önce durdurabilseydi aslında bir günah işlemek zorunda olmadıklarını anlatabilirdi. Zamanı bile olmamıştı. Problemler ile yaşamak Elohim’e göre olsa bile çözebildiklerini sonuçları ne kadar kötü olursa olsun çözmekten zevk alıyordu. ‘Dayak cennetten çıkmadır’ diye düşündü bir an, en azından ona kafasını toplaması için akıl vermişti.
Gond dışındaki kasabadan ayrıldıktan sonra daha farklı bir insan olmaya başladı. Batıya yürümüyor olmak veya çözüme ulaşmanın önemiydi belki onu böyle yapan. Kendisi olmak onu değiştirmişti. Kimsenin değil kendi arzusunu izlemek. Mızrağını olması gerektiği gibi kavramak ve kullanabilmek fikri hoşuna gitmiyor değildi. ‘Gerekirse sivri ucu atarım, öldürmek değil dayak atıp akıllandırmak olmalı amacım’ diye düşünüyordu ara sıra. Sonunda Hogulo’nun eğitildiği tapınağa vardı. Gördüğü şey onu üzdü. Nob öldüğünden beri bu kadar üzülmemişti.
***
Tapınak terk edilmişti. Her yerde artık kokmayacak kadar eski cesetler ve kırılıp atılmış silahlar vardı. Tapınağın ortasında silindirik bir sunak vardı ve üstünde ortası oyuktu. Elohim bu sunağın bir zümrüt için yapılmış olduğu gibi bir fikre kapıldı. Elohim Gond’un ilkbaharını severdi. Artık oda yaşlanmıştı Gond gibi. Gond’un sınırlarında savaşlar koparken o ne yapmıştı? Yürümüştü. Gond için üzüldü ve belki ömründe ilk kez ağladı. Ancak kararlıydı, mızrak kullanmasını öğrenmek istiyordu.
İşte böyledir yitik Barnadir tapınağını tekrar dirilten ve tüm Gond içinde en iyi mızrak kullanan öğrencileri yetiştiren adamın hikâyesi. Tapınağı kendi eti ve kemiği ile tek başına tekrar inşa ederken ömründe çalışmadığı kadar çalışan adam mızrak kullanmasını asla öğrenmedi. Mızrak ile öldürmesini değil öldürmemesini bilen Elohim sayısız öğrencisine ölüm döşeğinde son arzusunu hınzır bir gülümseme ile söyledi, “Doğuya gidin.”
Çizginin dışına mı çıktın yoksa ben mi diğer yazdığın öyküleri anımsayamıyorum? 🙂
Tek bölümlük kısa öykü olarak derece alabilecek seviyede bence. Çünkü öykü gerçekten kısa ve yine gerçekten ismine yaraşır tarzda yazılmış!
Hani çook uzun seriler olur, böyle tüm dünyada kitaplarının kapış kapış gittiği… İşte o tür büyük serilerin bu şekilde çekici kısa özetleri olur. Bir kısmı alırlar ve evirip çevirip kısa öykü haline getirirler sonra onu okuyan kişi o heyecanla, “Vay be süpermiş bu, hemen gidip almalıyım!” der. Senin öykünde sanki çok büyük bir serinin özetini yansıtmışsın da bizi büyük bir meraka sokmuşsun gibi olmuş.
Bu Gond karakterini uzatmaya gerek var mıdır bilmem ama eğer aklında böyle bir düşünce varsa eminim karakterin özellikleri ileride daha da arttırılıp ortaya şaiyane devam hikayeleri çıkabilir. Genelde tüm öykülerinde, devam etmesen bile açık bir kapı bıraktığının farkındayım. Sanırım bu da onlardan birisi.
Ellerine sağlık. 🙂
Doğuya gidin 🙂 Hangisi daha keyif vericiydi bilemiyorum. Değişik bir şeyler yazdığını görmek mi, bunu çok iyi yapabildiğine şahit olmak mı? Yoksa en sonda yaptığın mizahi oyuna mı? İşin özeti tembel Elohim’i ve hikayesini çok sevdim. Kalemine sağlık…
Çok hoşmuş aslında. Ben yine de çok bir tarz değişikliği göremedim. Daha çok kişisel meselelerden sıkılmış Nihbrin kişisi görür gibi oldum. Biraz daha tekil şeylere dönmek belki biraz kafa dağıtmak. Ama ondan da sıkılmıştır belki.
Yarattığın karakterlerin özgünlüğü ve güzelliği iyice artıyor. Bu öyküdeki Elohim karakteri güzel örülmüş bence. Mushishi havası veriyor biraz sanki, öyle olmalı ya da. Büyük bir parçanın ufak bir bütünü. Hoş, huzurlu, ilkbahar bir hikaye 🙂 Tebrikler.