Yelkovan akrebi yakaladı, tam on ikinin üstünde. Gece… O halde gece yarısı… Orta halli bir ailenin imkânlarına ve zevkine göre döşenmiş bir oturma odasında on dokuz yaşında bir delikanlı sessizce ve tek başına oturuyor. Bakışları yerde, bir şey düşünmekten çok zamanın geçmesini bekliyor gibi. Sessizliğin sağladığı küçük sesleri işitme imkânını görmezden geliyor. Hiçbir şey duymuyor, hiçbir şey dikkatini çekmiyor. O an camın önündeki Afrika menekşeleri ondan daha canlı, daha hayat dolu. Afrika menekşesi uygun ısı ve yeterli miktarda su sağlandığında kendinden beklenmeyecek mucizelere imza atabilir lakin konumuz şuan bu değil!
Delikanlıya dönersek; o hala sessizliğin çölünde yetişmiş bir kaktüs misali beklemekte. Ergenliğin arsız sivilcelerinin yeni yeni rahat bıraktığı, seyrek sakallı yüzü ifadesiz. Acı çekmiyor ama mutlu da gözükmüyor. İşin aslını sorarsanız o şaşkın, halk arasındaki ifadeyle “dumur olmuş” durumda.
“Ya Rabbi! Bundan yedi gün evvel vahim bir trafik kazası ile aramızdan ayrılmış olan mümin ve müminenin günahlarını bağışla, cennette cemalini görmeyi onlara nasip eyle, okuduğumuz Kuran’ların, mevlitlerin sevabını onlara ulaştır, burada el açmış “Âmin” demekte olan kardeş…” Yaklaşık iki saat evvel delikanlının oturduğu yerde oturmakta olan bir hoca efendi bu duayı ediyordu. Yedi gündür her gün bu evde toplanıp delikanlının annesinin ve babasının arkasından dua etmişlerdi. Evet, ölenler onun annesi ve babasıydı. Hocayı o çağırmamış, komşuları o davet etmemişti. Komşuları kendileri organize olmuşlar, hocayı kendileri çağırmışlardı. İşin açıkçası onun fikrini sormamışlardı. “Akşam mevlit var ortalığı çok dağıtma, e mi çocuğum, ah bahtsız yavrum!” diye nemli gözlerle onu uyarmıştı karşı komşuları L. Hanım teyze.
Her gelişlerinde tencereler dolusu yemek getirmişler, buzdolabına istiflemişlerdi. L. Hanım teyze mevlitten önce gelmiş, “Bugün son. Artık bir dahaki dua yirmi birinde ve kırkında, tamam mı yavrum? Kafanı dinlersin sen de biraz,” demişti. Yirmi bir ve kırk anne babasının ölümlerinin yirmi birinci ve kırkıncı günlerini ifade ediyordu.
Aslında komşu kadınların varlığından pek rahatsız olduğu söylenemezdi. Mevlit okunurken o mutfakta oturuyordu. İlk önce kadınların getirdiği yemeklerden yiyor sonra sebep olduğu bulaşıkları bulaşık makinesine diziyor, sonra mutfak sandalyelerinden birine oturup mevlidi dinliyordu. Sesler ve insanların varlığı sanki ona saldırmayı bekleyen eli silahlı düşüncelerle arasında perde oluyordu. Onlar gider gitmez yatıyordu ve ertesi gün öğleye kadar uyuyordu. Gündüzleri televizyon izliyordu. Üniversitedeki arkadaşların attığı başsağlığı mesajlarına cevap veriyordu. Bir haftayı böyle geçirmişti. Ama artık bu bir haftalık alışkanlığı bozuluyor.
“Keşke bu sonsuza kadar böyle sürüp gitseydi,” diye düşünüyor delikanlı. Beyninin halsiz nöronları bu fikri elden ele dağıtıyorlar. “Keşke, keşke, keşke” sözcüğü kafasının içinde yankılanıyor. Ne sürüp gitseydi? “Keşke sonsuza kadar her gece mevlit okunsaydı ve ben mutfakta yemek yiyip mevlit dinleseydim.” Bu “keşke” kafasının içinde yankılanmıyor. Nöronlar hala mantıklı düşünebiliyorlar ve bütün bir ömrü böyle embesil bir şekilde geçirme fikri pek hoşlarına gitmiyor. O yüzden gerçeği delikanlıyı hatırlatıyorlar. “Annen ve baban öldüler! Artık yalnızsın!”
Delikanlı gerçeğin bu içini kaldıran fısıltısını duyuyor. Kalbinden gelen acı dolu bir inilti dudaklarından fırlıyor. Renksiz ve mat bir ses bu. Belki de geceler boyu süren ağlamalara bedeldir. Öyle ya, üstüne bombalar yağarken ağlayan bir bebeğin sesi alemdeki tüm meleklerin kulaklığını kapatmalarına neden olmuyor mu? Bu da öyle bir şeydir. Bambaşka bir şeydir.
Delikanlı yüzünü ekşitmeye çalışıyor. Mimiklerini bükmeye, gözlerini yaşlarla doldurmaya çalışıyor. Ağlamak istiyor ama nafile. İçi kupkuru. Her şeyin öldüğünü, geriye gelmeyeceğini biliyor. Delikanlı annesi ve babası ile toprağın altına girdiğini biliyor.
O an kapı çalıyor. Kibarca değil, yumruklanarak olduğu belli. Fakat çok da aceleci olduğu söylenemez. Yine de beklenmedik bir ses. Delikanlının tedirgin olmasına yetiyor. Biraz bekliyor, sesin geldiği gibi gitmesini, onun kendi yalnızlığıyla baş başa bırakmasını bekliyor ama kapıyı yumruklayan kişinin böyle bir niyetinin olmadığı anlaşılıyor. Her kimse kapının açılmasını istiyor.
Delikanlı ağır ağır yutkunuyor. Boncuk boncuk terliyor. Neden tedirgin? Başına bir şey gelmesinden mi korkuyor? Hayatı tehlikeye girdiğinde en ölü yürek bile canlanır mı? Yaşamak, nefes almak, var olmak bu kadar mı kıymetli? Yoksa sandığı kadar ölü değil mi? Yoksa canlılık konusunda pencerenin önündeki Afrika menekşeleriyle yarışabilir mi?
Delikanlı ayağa kalkıyor ve usulca kapıya yaklaşıyor. Kapı hala kendi soğukkanlı temposunda çalmayı sürdürüyor. Delikanlı korkuyor -evet korkuyor-ama kendini kapıyı açmak, en azından kapının önündekinin kim olduğunu öğrenmek zorunda hissediyor. Kapıya varıyor ve kapı kolunun soğuk metalini tutarak ağzını kapı ile kapı kasasının birleştiği şuan aralık olmayan ama gözde görülmeyecek hava boşluklarının olduğu ince çizgiye yaklaştırıyor. Sesinin boşluktan geçip kapının önündeki şahsa ulaşacağına emin. Şu an için oldukça hayati öneme sahip o soruyu soruyor: Kim o?
Kapının önündeki kapıya vurmayı kesiyor. İlk etapta istediği şeye ulaştığı belli ama sesin yerini alan sessizlik de delikanlıyı kapı sesi kadar tedirgin ediyor. Sessizlik uzuyor. Üç, beş, yedi, on… Saniye… Sonra delikanlı bir ses duyuyor: Benim teyzen aç kapıyı.
Delikanlı “ama o…” diyerek başladığı düşüncesinin devamını getiremiyor, çünkü beyni bu sesi tanıyor. Eli ister istemez kapı kolunu büküyor ve kalın çelik kapı usulca açılıyor. Sesin sahibi, delikanlının teyzesi olduğunu söyleyen kadın yeterli aralığı bulur bulmaz içeri dalıyor ve kapının kontrolünü alıp delikanlıyı sonuna doğru itiyor ve hızlı bir şekilde kapıyı kapatıyor.
İçeri giren kadın zayıf, orta boylu, kumral kısa saçlara sahip. Saçları cansız ve bakımsız aynı yüzü gibi. Solgun yüzündeki en dikkat çekici unsur mücevher gibi parlayan gözleri. Canlı simsiyah gözleri vücudunun tüm geri kanalı ile müthiş bir tezatlık arz ediyor ama delikanlı bu kadını tanıyor. Bu kadın gerçekten teyzesi. Delikanlı teyzesinin üzerinden buram buram bir duygunun yayıldığını hissediyor. Korku..! “Teyze sen şeyde değil…” Sözünü teyzesinin şefkat dolu sarılması kesiyor. O zayıf kadın kendinden beklenmeyecek bir kuvvetle sıkıyor delikanlıyı. Delikanlı, nefesi daralsa da kurtulmaya uğraşmıyor. Uzun süredir böyle bir sarılmaya hasret. Sesini çıkarmıyor.
Teyzesi sarılmayı bitiriyor ve delikanlının yüzünü avuçları arasına alıyor. Siyah, parlak gözler adeta delikanlının yüreğine bakıyor, en gizli düşüncelerini okuyor. “Annenin şapkası nerede?” Ses öyle bir hâkimiyet kuruyor ki delikanlının üzerinde, delikanlı hiçbir yan soru sormadan, bu isteğin sebebini öğrenmeye çalışmadan cevap veriyor: Odasında. Aynanın önünde.
Teyzesi yerini bildiği odaya koşar adım gidiyor. Koşmuyor adeta uçuyor. Delikanlı şaşkın. Düşünceler beynine yavaş yavaş hücum ediyor. Pencerenin önündeki Afrika menekşelerine göre canlılık oranı gittikçe artıyor. Teyzesinin gelişi ona bir heyecan, bir yaşama sevinci kattı. Sorulması gereken onlarca soru olmasına rağmen delikanlının aklı teyzesinin varlığında. İçeriden geri gelecek mi?
Teyzesi geri dönüyor. Yüzünde rahatlamış bir ifade var. Bu ifade delikanlının da rahatlamasına neden oluyor. Teyzesinin elinde delikanlının annesinin-yani kadının kız kardeşinin(Anlaşılmayan bir durum kalmaması amacıyla)-şapkası var. Güneşten korunmak amacıyla tasarlanmış ve yapılmış basit kumaş bir şapka. İşin açıkçası büyük heyecanlara ve arayışlara sebep olabilecek bir eşya değil. Delikanlı önemli bir hatırası olduğu fikrine varıyor. Şapkadan uzaklaşıyor zihni. Başka sorular sormak için teyzesine yaklaşıyor. Kadının da niyeti farklı değil.
Fakat delikanlı ağzını açmak üzereyken bir ses duyuyor. Uzaklardan gelen gök gürüldemesi ve mide guruldaması arası bir ses. Titreşimleri de hissediyor. “Deprem mi oluyor?” diye düşünüyor delikanlı. Şaşkın ve anlamlandırmaya çalışıyor. Teyzesine baktığında daha da şaşırıyor çünkü kadının gözleri fal taşı gibi açılmış. Ama kadın şaşkın değil! Korkuyor! Ve delikanlı bu korkudan teyzesinin bu sesi tanıdığı sonucuna varıyor.
“Bu ses ne teyze?” diye soruyor delikanlı.
“God… Rok…” diye kekeliyor teyzesi. Güçlükle konuşuyor.
Artık delikanlı da korkuyor. Korkuyor çünkü ses ve titreşimler artıyor. Teyzesi girdiği transtan çıkıyor ve şapkayı delikanlının eline tutuşturuyor:
-Bak! Açıklanması gereken çok şey var ama şimdi kaçman gerekiyor. Buraya gelmekte olan bir Tartarus canavarı var! Tek hedefi de bu şapka. Onu al ve kaç!
-Buraya geliyorsa nereden kaçacağım?
-Balkondan!
-Kafayı mı yedin? Yedinci kattayız!
-Bak şapkayı tak ve uç! Anladın mı? Tanrım! Annen neden sana bir şey öğretmemiş! Bak! Bu Hermes’in şapkası. Takan kişiye uçma yeteneği verir. Yalnız bir elinle tut ki başından çıkmasın. Çıktığı anda uçma yeteneğini kaybedersin.
Delikanlı teyzesine tam anlamıyla boş boş bakıyor çünkü teyzesinin delirdiğini düşünüyor. “Annemi kaybetmenin acısı onu iyice delirtmiş olmalı,” diye geçiriyor içinden.
Kadın delikanlıyı hadiler ile balkona doğru iteliyor. Sesler ve titreşimler fazlasıyla artmış durumda. Büyük bir deprem oluyormuş gibi bina sallanıyor. Ama delikanlı teyzesine direniyor. Çünkü zihni söylenenleri ve yaşananları kabul edemeyecek kadar dünyevi. Hala gerçeklere ve hayata bağlı.
İtiş kakış devam ederken çelik kapı büyük bir gürültüyle patlıyor. İçeri kocaman ve morumsu bir ahtapot kolu uzanıyor. Delikanlının şüpheleri uçup gidiyor. Tüm kalbiyle teyzesine inanıyor. Artık Afrika menekşeleri arasında hiçbir benzerlik ve bağ kalmadı. Menekşeler sesten rahatsız. Teyzesi bağırıyor:
-Çabuk! Şapkayı tak ve uç! Çabuk!
Delikanlı teyzesi için endişeleniyor. Peki, o ne yapacak? Teyzesinin yumrukları beyaz bir ışıkla parıldıyor. Delikanlının sahip olmadığı ve anlamadığı silahlara sahip. Canavar ile savaşabilir. Delikanlı annesinin şapkasını takarak büyük bir kararlılıkla balkan çıkıyor ve atlıyor.
Komiser Z. balkondan aşağıya bakıyor. “Atlamak için çok yüksek,” diye düşünüyor. Bahçenin zemininde bir delikanlının cesedi var.”Ölmek için çok genç,” diye mırıldanıyor. İçeri komiser yardımcısı T. geliyor. Bir şeyler öğrenmiş olmalı. “Evet?” diyor Z. T. anlatmaya başlıyor:
-Y.K. Üniversite öğrencisi. A. şehrinde okuyormuş. Bir hafta önce annesi babası bir trafik kazasında ölmüşler. O da hemen buraya gelmiş. Komşu kadın bir haftadır burada olduğunu söylüyor. Dün gece çocuğun kendi kendine konuşup, bağırdığını duymuş ama anne babasının ölümlerinin stresiyle olduğunu düşünüp kapısını çalmamış. Sesler sonra kesilmiş. Başka kimse bir şey duymamış. Cesedi sabah kapıcı bulmuş. Çocuk atlarken bağırmamış.
-Belki de kafası iyidir?
-Herhangi bir uyuşturucu kalıntısına rastlamadık. Hap vs kullanmışsa otopsi sonucu belli olur.
-Peki, amcası, dayısı falan var mıymış? Haber verdiniz mi birilerine?
-Bir teyzesi varmış.
-E, teyzesi neredeymiş? Ulaştınız mı?
-Ulaştık. Yıllardır bir psikiyatri kliniğinde yatıyormuş. Doktoruyla konuştum. Çıkması mümkün değil diyor. Kadın şizofrenmiş. Canavarlar görüyormuş.
Komiser Z. başını sallamakla yetiniyor. T. ile içeri giriyorlar. Salonda savcıyla karşılaşıyorlar. Z. ulaştıkları tüm bilgileri savcıya anlatıyor. Afrika menekşeleri sabah güneşinin üzerlerine vurmasından oldukça memnunlar. Konuşulanları dinliyorlar.