ilham alınan hikâye
SALUR KAZAN’IN EVİ YAĞMALANMASI
Adamı uyku tutmamış, yattığı yerde çevresini süzüyordu. Seviyordu doğduğu büyüdüğü ve adına Yurt dedikleri kaya parçasını. O kaya ki sanki bir tüymüş gibi bulutlarla birlikte uçuyordu. Havanın tüm esintisini, rüzgarları teninde hissediyordu. Başını biraz kaldırıp bakınca uzaklarda bir bulut gibi süzülen başka adalarda görünüyordu. Aşağılarında hafif bir sis altında hayal meyal yer görünüyordu. Öyle çok büyük değildi bulundukları yer, normal bir yürüyüşle on dakikada bir uçtan diğer uca varabilirdiniz. Yine de bir oba için bu kadar toprak parçası yeterliydi. İleride nüfusları artınca başka adacıklar bulabilirlerdi. O zarif Konur atına biner kendini boşluğa salarda süzülürse beş dakika olmadan yere varıyordu. Yok yurtlarına dönmek için yerden yukarıya varması gerekirse o biraz daha zaman alıyordu.
Alaca karanlıklar içinde duran o yiğit, yaşlanmış kartalın yavrusu, yoksulun kimsesizin umudu, Araz düzlüklerinin aslanı Derin vadilerin Kaplanı, Uruz’un babası Bayındır Hanın damadı Soylu obasının mutluluğu Ulaşoğlu Salur Kazan uzandığı yerden doğruldu.
“Hazırlanın beylerim, yiğitlerim yata yata epey paslandık. Biraz hareket bize iyi gelecek, ava gidiyoruz. Böyle yata yata canım sıkılmaya başladı” dedi Kazan Beyi. Can sıkıntısı iyice içime işlemeye başladı. Biraz hareket getirmeliyiz Araz’a dedi. Yanındakiler beylerinin sözlerine pek inanmamış gibiydiler. İçlerinden biri “Çevremizde bu kadar düşman varken, aşağıda Knevi’nin derinliklerindeki Şök mağaralarında yaşayan hasımlarımız bizleri kıskanırken, bu av ne kadar doğru olur beyim” dedi. “O mağara adamları nasıl çıkabilecek bu kadar yükseğe. Hem iyi diyorsunuz da paslanmadık mı dura dura. Hadi sallanmayın da binitlerinizi hazırlayın. Kaç gün geçti burada Yurtta pinekliyoruz. Aşağıya inelim de biraz kaslarımız açılsın” Yarım saat sonrasında Kazan Bey, adamlarıyla, silahlarıyla hazırdı. Uzun boyunlu gökçe renkli binitine atlamıştı. Genç hayvan evcilleşmeye yeni başladığı için asi davranışlarda bulunsa da güçlü yapısıyla binicisi gibi heyecanlıydı. Diğerleri de kendi binitlerine binmişlerdi. Hayvanların rahvan yürüyüşleriyle Yurt’un sınırına vardılar. Birkaç adım sonrasında yüzer gibi süzülmeye başladılar.
O sabah, çok erken saatlerde, gün doğusundan yükselecek sarı güneşin ışıkları görülmeden ve tabii kuzeyin mavi güneşi battıktan sonra yola çıkmışlardı. Yere indiklerinde Kuzey güneşinin mavi ışıkları çoktan kaybolmuş güneyde soluk sarı-kızıl pırıltılar gelmeye başlamıştı. Ama güney güneşi o kadar uzaktaydı ki ancak tatlı bir ışık vermekten öte gidemiyordu. Yine de Araz’da yaşayan insanların uyanmalarına sebep oluyordu. Ne de olsa işleri güneyden doğan güneşe göre planlanıyordu.
Son at gözden kaybolduğunda, geride kalan genç prens biraz gurur ama çokça endişeyle çevresine bakındı. Babasının lakabı dostlarının arkasından övgü amacıyla söyledikleri gibi Deli Kazan’dı. Ağır adımlarla sınıra vardı. Aşağıda sisler içerisinde serbestçe dolanan babasını ve arkadaşlarını izledi bir zaman. Uçmanın özgürlüğüyle kimi çığlık atıyor kimi kahkahalarıyla ortalığı çınlatıyordu. Aralarında olmak isterdi. Elini kendi hayvanının boynuna attı. Kırmızıya çalan kahverengi uzun tüyleri olan hayvan mırıldanmaya başladı. Sahibinin okşamasından keyif alan güzel hayvan başını asil bir hareketle silkeledi uzun yelesi ahenkli bir şekilde dalgalandı. Geriye döndü Yurtlarını korumak için geride kalan ve çoğu istirahata çekilmiş olan adamlarına baktı. Küçük bir gurup kendi akranı sayılan arkadaşlarını saymazsan çoğu yaşlı duyuları zayıflamış olan bir avuç yiğit vardı yurdun yeşil zemininde.
Yurtlar, yaşadıkları gezegenin çevresinde ekvator çizgisinin birkaç kilometre yükseğinde uçan kayalardı. Yaşlı gezegenin çekim kuvvetiyle, çok yakınındaki mavi güneşinin çekim gücü arasında dengeye kavuşmuş bir şekilde adeta havada asılı duruyorlardı. Dönme hızları gezegenin kendi dönme hızında olduğu için görünmez bağlarla çakılı gibiydiler yerden bakınca. Aslında Knevi Gezegeni bereketli ovalara yumuşak eğimli dağlara sahip yaşanacak bir gezegendi ama hakim konumdaki ırk kendilerini bu Yurt dedikleri kayaların üzerinde yaşamaya alışmışlardı. Bu biraz eski vahşi çağlardan kalma bir güvenlik alışkanlığıydı birazda prestij meselesiydi. Ve bu Yurtlar kıymete binmişlerdi.
“Sen gidince bize kim göz kulak olacak demişti Evdeşi. “Sana yiğit oğlumuzu Uruz’u bırakıyorum” dedi. Hemi de kendi gibi genç atak ve gözünü budaktan sakınmayan arkadaşlarıyla birlikte kalsın” dediydi. Kara yağız delikanlı bu haberden hoşnut olmamış gibiydi. “Bey babam bizde sen ile gelelim. Gelelim ki av nasıl edilirmiş tuzak nece kurulurmuş öğrenelim” dedi. “Bu da bir eğitim, koca Yurt’u Tanrı armağanı bu havada yüzen dağı sana emanet ediyoruz bundan daha önemli bir iş bir eğitim mi olur” bey sözünün üzerine söz olamazdı tabii. Dudaklarının üzerinde yeni yeni tüyler bitmeye başlamış delikanlı başını öne eğmekten başka bir yol bulamamıştı.
Yaşlı kadın oğlunun bu av merakından bıkmıştı. Gerçi genç Bey’in şu aralar yapabileceği fazla bir işte yoktu. Her ne kadar çevrelerinde sahip oldukları Yurt’u ele geçirmek isteyen düşmanları olsa da kanı kaynayan genç adamın önüne geçemezdi Tüm sevgisine ve saygısına rağmen anasına hayır demesinden korkuyordu. Ne de olsa o bir Bey’di ve yiğitlerinin önünde küçük düşmek ana kuzusu gibi görünmek istemezdi.
Obanın öyle çok zenginliği yoktu. Hatta en büyük zenginliğinin yiğitleri olduğu bile söylenebilirdi ama bunun dışında Yurt’larında besledikleri Üyge Kuzuları vardı. Bu kuzular özel olarak yetiştirilen ve gezegenin başka yerlerinde kolay beslenemeyen kuzulardı. Sessizlerdi, çabuk büyüyorlardı ve en önemli güzelliği –ki tüm güzelliklerini saymak çok zaman alırdı -ipek gibi yumuşacık ve çelik gibi dayanıklı yünleriydi. Bu yünlerden ister en hızlı onların delemediği zırh gibi yelekler örebilirdiniz isterseniz yumuşacık yataklar ve yastıklar doldurabilirdiniz. En güzel kök boylarla boyadığınızda taze gelinlerin genç kızların diri bedenlerini saran yumuşacık kumaşlar dokuyabilirdiniz. Ve etleri, doyumsuz lezzetli etleri, yiğitlerin pazularına güç verir, gözlerinin ferine fer katar, bilgelerinin akıllarını keskinleştirirdi. Sütü minicik bebeleri tez zamanda yıkılmaz sarsılmaz yiğit haline getirirdi Yüz yıllar süre melezleme yöntemiyle çeşitli türler arasından geliştirilmişti Üyge Kuzuları. İyi bir soy elde edildikten sonra bu soyun yabancıların eline geçmemesi için olağan üstü çaba harcıyorlardı. Şimdi adına Yurt dedikleri bu yeşil kayanın üzerinde gözü gibi baktıkları yüz Üyge Kuzusu vardı. İçlerinde tüm sürüyü idare eden kara koç en kıymetlisiydi. Eğer tüm gezegendeki en güzel kuzular Üygeler ise Karakoç ta tüm üygelerin içinde en yararlısıydı.
Böyle bir sürü de herhangi bir çobana emanet edilemezdi tabii. Babası ve onun babası ve dahi onunda babası çoban olan Karaçuk Çoban gözü gibi bakardı sürüsüne. Mevsim uygunsa Rüzgar tatlı esiyorsa ve mavi güneşlerinin yardımıyla Knevi’nin en iyi otlaklarına götürürdü. Bir gün bir ovada başka bir gün çok daha uzakta bir vadide olurlardı. Doğal olarak bu iş kısa sürer kem gözlü düşmanlara yakalanmamak için tez gider gelirlerdi. Zaten üzerlerinde yaşadıkları Yurt’tan daha iyi otlakta az bulunurdu koca dünyada. Neyse biz konumuza dönelim
Salur kazan bey yiğitlerini topladı ve kuşlar gibi süzülerek ve dahi atlarının sırtlarında yere kondular. Tanrı şükürler olsun ki diğer mahlukat kendileri gibi hava yüzemiyorlardı. Bu iki güneşli gezegenin özelliği olsa gerek ki güneşlerin çekimi gezegenin bazı türlerinin farklı gelişmelerine yol açmıştı. Kanatlara sahip olan kuşlar uçabiliyorlardı. Ve kuşlar kadar hafif kemik yapısına sahip olan atlar, bir de Üygeler; hepsi değil ama Tanrının bu yüzme yeteneğini verdiği bazı türler yüzebiliyorlardı havada. Bacaklarının küçük bir hareketiyle yerden havalanabiliyorlar gövdelerini yanlarında görünmez kanatlarıyla süzülebiliyorlardı. Sert kıllarla örülmüş gibi duran kuyruklarıyla aşağı yukarı veya ileriye doğru hareket edebiliyorlardı.
İnsanoğlu da atları kadar olmasa da bu özellikleri taşıyorlardı herkes değil tabii Uçabilecek kadar olgunluğa erişmiş kişizade o kadar azdı ki. Uçma mertebesine ulaşmak uzun ve yorucu bir eğitimle, kendi kendini terbiyeyle ilgili bir şeydi. Şükür ki Gök tanrının bu lutfu bahşettiği bazı insanlar ve bazı hayvanlar dışında bu mertebeye ulaşan azdı. Öğrendikleri bilgilerden biri de uçmanın gerçekleşmesi için iki güneşinde olmadığı karanlık bir ortam gerektiğiydi. Sıradan insanlar, kuzuların ve dahi atların kanatların görülebileceği gözlerden sakınmak diye yorumlasalar da bu durumu bilgelerin bildiği uçmanın gezegen ve güneşler arasındaki çekim gücüyle alakalı olduğuydu.
İşte Salur Kazan yerde yürüyen koşan güçlü çeneleri ve sivri kocaman dişleri olan ve dahi dört ayağında beş parmaklı pençeleri olan kaplanlar ve aslanlar ve diğer vahşi hayvanların peşinden gideceklerdi. Yurt’larının çevresine asacaklardı bu güçlü hayvanların kellerini düşmanlarına özellikle de Şökli Melik’e ve diğer düşmanlarına korku salmak için. Çadırının zeminine sereceklerdi postlarını dosta düşmana karşı. Bir de dişlerinden ve tırnaklarından güçlü, keskin, kırılmaz ve körelmez silahlar yapacaklardı. Kalın derilerinde çarık edeceklerdi. Bağırsaklarını kurutup oklarını güçlü atabilecek yay kirişleri yapacaklardı. Evet, bu gezi hem bir av koca yiğitlerin heyecanı, eğlencesi hem de tüm obayı sevindirecek ganimetler sağlayacaklardı.
Genç Uruz iki güneş arasında birkaç saat süren zifir devresinde işleri sıkı tutması gerektiğini biliyordu. Bu yüzden Yurt’un dört bir yanına nöbetçiler koydu. Anası ve ananesi için Yüce çadırın kapısına da gözü pek arkadaşlarından nöbetçiler dikmişti. Uyku denilen gaflet o kadar tatlıydı ki, aşağıdan hırsız gibi uğru gibi baskın veren düşman askerlerini fark etmediler bile. Salur Hanın baş düşmanı Şökli Melik en seçme adamlarıyla obalarını basmıştı. Genç yiğitlerin bir kaçını şehit ettikten sonra diğerlerini esir almışlardı. Ulu çadırı ve dahi diğer çadırları talan etmişler tüm zenginliklerini halılarını dokumalarını alıp götürmüşlerdi.
Genç yiğit gözlerini açtığında hiçbir şey göremiyordu, çevresi kapkaranlıktı. Başında büyük bir şişlik ve şişliğe bağlı ağrı vardı. Sanki kafasının içerisinde koca bir arı kovanı vardı ve tüm arılar kafatasının içinde dolanıp vızıldıyorlardı. “Beyim uyandın mı? Sesi duymuştu ama nereden geldiğini anlamamıştı. On adım kadar ötesinde soluk bir ışık parıldadı, geniş bir mağarada olduğunu anlamıştı. Babasının Yurt’u emanet bıraktığı arkadaşları sağda solda oturuyorlardı. Yaşadıkları mağlubiyetin acısını karanlıkta dahi yüzlerinden okuyabilirdiniz. “Şök mağaralarında tutsak mıyız?” diye sordu. Gereksiz bir soru olduğunu biliyordu ama ağzından çıkmıştı bir kere. Soğuk mağaranın diğer duvarında yansıyan parıltı azaldı ve söndü
Şök, iki güneşli araz gezegeninin, mağaralarıyla bilinen bir bölgesiydi. Apayrı bir kültür ve apayrı bir canlı topluluğuydu buralar. Belki yıllar yüzyıllar önce insandılar zamanla ağır ve kısa bir bedene sahip olmaya başlamışları. Gökyüzünün aydınlığından çok mağaraların derinliklerinde yaşadıkları için bedenleri farklılaşmaya başlamıştı. Boyları kısalmış, gözleri ışığa değil gölgeye ve karanlığa göre değişmişti. İnebildikleri kadar derine iniyorlar, kendilerine göre dehlizler, havalandırma bacaları inşa ediyorlardı. Dehlizlerinin nerelere kadar uzandığı hangi noktalardan yer yüzüne çıktıklarını kimse bilemiyordu. Toprağın, kayanın, cevherin içinde oldukları için madenler konusunda uzman olmuşlardı. Yine de gözleri yükseklerde bulutlarla bir uçan tepelerin üzerinde yaşayanlardaydı. Özellikle de yedikleri o iğrenç kemirgen, böcek ve köklerden çok daha lezzetli buldukları Üyge kuzularının peşindeydiler. Yeryüzünde ilk başta göze batmayan kapılarının kenarında iyice gizlenmiş gözcüleri sürekli olarak Yurtları izliyordu. Ve en iyi Yurtlardan birinde oturan Salur Kazan tüm adamlarını toplayıp ava gittiğinde uzun zamandır bekledikleri fırsatın doğduğunu anlamışlardı.
Önce yerden büyük deri tulum çıkardılar. İçini, derinlerden çok derinlerden nadiren elde ettikleri gazla doldurdular. Bu planı uzun zamandır yapıyorlardı ve sabırla bekliyorlardı. Getirdikleri bir körükle tuluma gazı basmaya başladılar. Gece kadar siyah tulum şişti, şiştikçe hafifledi, hafifledikçe yükseldi. Ykselmeye başladığında Şök mağaralarının gençlerinden biri eline aldığı uzun iple, tulumun altındaki sepete bindi ve havalandı. Beş dakika geçmemişti ki her kol boyunda düğümü olan ip Yurt’tan aşağı sarkmıştı. Ağır ağır ve dinlene dinlene tırmandılar. Birkaç saat sonrasındaysa mağaraların en genişlerinden birinde oturan reislerinin ayakları altında hazineler serilmişti. İpek halılar, ince ama sağlam giysiler, korkudan yanlarına bile yaklaşamadıkları sayısız av postları, Şökli Reisin önünde yığılmıştı.
Yaşlı ama hala güçlü görünen reis uzun sakalını sıvazlayıp kahkahalar atıyordu. Değişik kökleri damıtarak veya mayalandırarak elde ettikleri içkilerini içiyorlar naralar atıyorlardı. İyi bir vurgun yapmışlardı. Meşalelerin titrek ışıklarıyla aydınlattığı geniş mağarada herkes gülüyor eğleniyordu ama en az reis kadar yaşlı biri tüm ciddiyetiyle olanları izliyordu. Durumu fark eden Şökli Melik
“Bre Traba neden gülmüyorsun yoksa sen Salur’un yandaşı mısın?” dedi.
“Ben bu mağaralarda doğdum ve büyüdüm herkesten daha fazla diş bilerim bizi buralara mahkum eden bulut insanlarına ama sevinmeyelim sevinirsek bile tedbiri elden bırakmayalım” sesinde gerçek endişe vardı ve o konuştukça kendisine hak verenlerin mırıldanmaları duyulmaya başlamıştı.
“İyi de Salur’un oğlu, Salur’un karısı, Salur’un anası burada biz ne istersek verir” kendisini haklı göstermek için çevresine bakındı “Öyle değil mi köstebekler” dedi. Ortalık gene kahkahaya boğuldu.
“Peki Kazan’ın oğlunu tanıyoruz biliyoruz. Kendisiyle cenk eden delikanlılarımız var, peki evdeşini biliyor muyuz, anasını tanıyor muyuz” Taş salon gene sessizliğe bürünmüştü. Arkalardan cılız bir ses duyuldu “Ya kuzular, kuzular nerede”
“Hah işte aradığım eksiklik buydu. Adamın obasını Yurt’unu talan ettik çadırlarını soyduk ama elimizde ilaç için olsa bir tane Üyge kuzusu yok” Elinde beyaz madenden parıldayan kadehiyle, ortaya serilmiş halılar, yükler üzerinde debelenen gençlerden bir yerinden doğruldu.
“Haklısın Melik Baba, Biz gidelim de sürüyü sürüp getirelim olmadı beş on kuzu getirelim. O zaman ziyafetimiz tamam olur” Sözü geçen genç adamın doğrulduğunu gören diğer gençler de ayağa dikildiler. Başka söze gerek duymadan mağaranın çıkışına yöneldiler. Şökli Melik arkasında bağırdı “İşte benim oğlum, babasına yakışır bir aslan parçası” dedi.
Adamlar dışarı çıktığında güneş doğmuş ortalığı mavi ışık kaplamıştı. Evet, büyüklerine hava atar gibi dışarı çıkmışlardı ama şimdi ne yapacaklardı. Sürüyü ve çobanları nerde bulacaklardı. Melikin oğlu adamlarının bir kısmını sağına bir kısmını soluna gönderdi. Kafasını kaldırdı baktı, bulut kaya yükseklerde süzülüyordu. Kalbi heyecanla atmaya başladı, birkaç saat önce iple oraya tırmanırken ne kadar korktuğu aklına gelmişti. O zaman Üyge sürüsü de uzaklarda olamazdı çünkü sürü baktığında Bulutkaya’yı görmeliydi Yurtlarını hissetmeliydi ve Üygeler Yurt’larının gölgesi altında huzur içinde olabilirdi. Muratlarına ermeleri de çok zaman almadı.
Karaçuk çoban uzanmış kestiriyordu. Kardeşi Kıyan Gücü, biraz ilerisinde düzce bir kayanın üzerine oturmuş kavalını çalıyordu. Tatlı ezgileri, tüm ovayı kaplıyordu. Her yönüyle hassas olan kuzucuklarını iyi beslemeli ve hoş tutmalıydı. Sabahın serinliğinde otlayan hayvanlar öğleye doğru buldukları gölgelere yayılıp dinlenmişlerdi. Akşamüzeri tekrar otlamaya giderlerdi. Bu keyif veren bir otlanmaydı. Mavi ışık solmaya başladığında Yurt’tan gelen adamlarla BulutKaya’ya dönerlerdi. Diğer kardeş Demir Gücü ise daha ileride dalgın dalgın dolanıyordu. Adımları atsa da gözleri baksa da kafası ve gönlü Komşu kızı Mavi Çiçekteydi.
Karaçuk çoban irkilerek yerinden kalktı. Çevresine bakındı Kuzuları otlarken görünce içi rahatladı. İki kardeşine seslendi. Gördüğü kötü rüyayı anlattı. “Kıyan Gücü, bana yaptığımız sapanı getir” Uzaklarda dolanan küçük kardeşine dönerek “Demir Gücü bana bulabildiğin kadar taş getir, eğer Gök Tanrı rüyamda bana bir mesaj verdiyse işimiz çok zor olacak” dedi. Bir dakika sonrasında yanlarındaki yüklülerin arasında bulup çıkardılar sapanı. Yarım saat sonra kuzuları küçük ağaççıklarla çevrelenmiş hafif tepelik bir yere çıkarmışlar taşıyabildikleri kayalarla kendilerine siper yapmışlardı. Ve Karaçuk Çobanın o herkesin alay ettiği büyüklükteki sapanını kurmuşlardı. Sessizce beklemeye başladılar, beklediler, beklediler. Bir ara Kıyan Gücü “Hiçbir şey olmadı boşuna evhamlanıyorsun” dese de onlar tedbirlerini almış küçük tepeyi ilkel bir kale haline getirmişlerdi. İşte böyle bir akşamüzeri buldu Şökli Melik’in oğlu çobanı ve sürüsünü.
Uzun zaman arandıktan sonra izlerini bulmuşlardı. Yurt’un bilge çobanı iz bırakmadan veya az iz bırakarak nasıl yolculuk etmeleri gerektiğini biliyordu. Konakladıkları yerden göçerlerken olabilecek tüm izlerini silmeye çalışıyorlardı. Bu yüzden akşama doğru bulabilmişlerdi sürüyü. Çobanı ve sürüsünü tepenin üzerinde gördüklerinde baskın yapma şanslarının kalmadığını anlamışlardı. Yine de babasına iyi bir evlat ve yiğit bir savaşçı olduğunu kanıtlaması gerekiyordu. Adamlarıyla tepeye doğru sessizce yaklaşmaya başladılar. İşte o zaman koca bir taş hemen yanındaki adamının kafasını patlatmıştı. Birkaç adım daha attılar, göze batmasınlar diye sürünmeye başlamışlardı ama havada ıslık çalarak yaklaşan taşlar neredeyse sıfır hatayla gelip hedefini vuruyordu. Her taş ardından bir kemik sesi ve acı dolu bir bağırış getiriyordu. Çaresizce durdular. Oğul Melik saklandığı kayanın arkasından seslendi, nasıl baskın yaptıklarını bağırarak anlattı.
Kazan beyinin Bulut Kayasındaki Yurt’una nasıl çıktıklarını Altın direkli çadırını yıktıklarını atlarını, develerini götürdüklerini anlattı. Zengin hazinesini, sandıktaki akçalarını yüklendiklerini söyledi. Kuğuya benzer kızını, selvi boylu eşini, karıcık anasını ve yiğitleriyle birlikte gönlünün yemişi oğlunu esir ettiklerini söyledi. Uzun boylu Buğra hatunu ve arkadaşlarını nasıl götürdüklerini anlattı. Söylediği her söz Üç kardeşin ciğerini deliyordu. Ve Alaca karanlıktaki ses “Teslim ol, önümüz de selam dur ki senin canını bağışlayalım, Babam Melik’e götürelim, sana beylik verelim” diyerek sustu.
Üçkardeş bir ara aralarında fısıldaştılar. Duyduklarının gerçek olup olamayacağı konusunda tartıştılar. Ama aşağılardan gelen ses sanki ne düşündüklerini anlamış gibi “İnanmazsan sana Genç Uruz’un kolyesini gönderiyorum” dedi. Ardından ağır zincire tutturulmuş kolyeyi alabildiğince yakınlarına fırlattı. Arkadaşları beylerine kızdı. Baskın esnasında ele geçirdikleri kızıl madenden olan kartal figürlü güzel kolyeyi atmasını ayıpladılar “Korkmayın arkadaşlar nasıl olsa geri alacağız” dedi. O ara tepenin başından cevap geldi.
“Gözümde bir it kadar değeri olabilecek adamlar beni korkutamaz. Sizler ancak benim köpeğimle aynı yalaktan su içebilirsiniz. Ne anlattıklarınızla ne de silahlarınızla bizi korkutamazsın.” Dedi. Bu sözlere kızıp ayağa kalkan yakın arkadaşı yayını gerdi ama bırakmaya fırsat bulamadan beynine inan koca taş kendisini yere yıktı. Çoban ve kardeşleri yüksekte olmanın avantajını çok iyi kullanıyorlardı.
“Benim demir borulu sapanım size bu hakkı vermez daha fazla yaklaşmayın” dedi. Oklar bir yanda taşlar diğer yanda havada uçmaya başladı. Sapanını çok iyi kullanıyordu garibim çoban ama kardeşleri kendisi kadar talihli değildi. Hain bir ok tamda kalbine saplandı Demir Gücünün, ardından başka bir kahpe ok Kıyan Gücünün sol gözüne girdi. İki kardeşi şehit olsa da Kahraman Çoban düşmanını püskürtmeyi başarmıştı. Arkadaşlarını kayalarla yere serildiklerini gören oğul Melik ayakları kıçını döve döve kaçtı.
Karanlık ve havasız mağarada haberi alan Melik kudurmuştu. Bir yandan oğluna bağırıyor sıradan bir çobanı alt edemediğini söylüyordu, diğer yandan çevresindeki eşyaları kırıp dökerek öfkesini çıkarıyordu. “Ama baba, adam her attığını vuruyordu. Elini yumruk yaparak göstererek “Şu kadar kayaları kafamıza yağdırdı. Baskına gittiğimiz tüm arkadaşlarım ya öldüler ya da birkaç kemiği kırıldı sakat kaldılar.“
“Hadi oradan ödlek, bana baldırı çıplak bir çobanı övme…“ Kafasını sallayarak “Bir de bana, bu Şök mağaralarında ki halkına veliaht olacaksın” dedi. Ama Şökli Melik’in bilmediği nokta Karaçuk çobanın sıradan bir çoban olmadığıydı. On parmağında on marifet olan biriydi çoban. Zekiydi, insanları ve hayvanları çok iyi tanıyordu ve ozanlık yönü vardı. Yine yaşlı şişman adam bilmiyordu ki Yurt’ta çobanlık yapmak hele hele Üyge Kuzularına bakmak, her kişini harcı değildi. Ne kadar söylenirse söylensin öfkelendiği öz be öz oğluydu. “Yıkıl karşımdan” etrafında başka kırıp dökeceği şeyler kalmayınca elindeki boş metal kadehi fırlattı taş salondan çıkan genç adamın arkasından. O anda tahtının eşiğinde oturan adam yılanın tıslaması gibi konuşmaya başladı.
Ne üzülüyorsunuz lordum Adamın tüm ailesi elinizde rehin istediğinizi alabilirsiniz. Yeter ki pazarlık şansınızı elinizden bırakmayın” Dişlerinin arasından çıkan ses bir süre sustu ardından yine başladı “O zamana kadar önlemlerimizi arttırmalıyız, Söyleyiniz nöbetçileri iki katına çıkarsınlar”
“Ne yani bir kara çobandan mı korkacağız” dedi. Yılan tıslaması
“Tabii Çobandan değil ama kara Çobanın efendisi Salur Kazan’dan ve onun kayın babası, kızını elinde tuttuğun Bayındır Handan korkmalıyız”
Adamlar kaçtıktan sonra kara çoban yerinden doğruldu. İlk yaptığında, arkadaşlarının alay ettiği, Borulu sapanı çok iş görmüştü. Taşı borunun içine yerleştiriyor, sapanın yayını geriyor ve boruyu hedefe doğrultup fırlatıyordu. Kendisi de, sapanı da kahramandı. Ama yapılması gereken başka işleri vardı. Kaçan düşman uzun süre geri gelemezdi korkusundan. Şehit olan iki kardeşini aldı. Toprağa verdi. Mezarları başında Gök Tanrıya dualar okudu. Ardından içindeki tüm acısını ve öfkesini boşaltan derin bir narayla “Salur kazan neredesin, Ölümüsün diri misin bu işlerden haberin yok mudur?” dedi. Ne yan yana yatan kardeşlerinin üzerine yığdığı toprak öbeklerine kapanarak ağlamaya başladı…
Uzaklarda, yolun ancak palalarla açıldığı ormanlarda, derin vadilerde uyuyan Bayındır Hanın Güveyi, Ulaş Oğlu Salur Kazan uzandığı yerden sıçradı. Hemen yanında yatan Kara Göne’ye döndü. Adam bütün gün av peşinde koşmaktan yorgun düşmüştü. Kolay değildi tabii, dağ kadar büyük gergedanların derilerini delecek oklar atmak, Rüzgar kadar hızlı geyiklerin peşinde koşmak, yıldırım gibi atılan kaplanların önünde durmak. Yine de Kara Göne Tavşan uykusundaydı “Hayrola bey ağam” dedi. Seni ürküten yalın bir rüya olamaz değil mi?”
“Yurt’umuzun üzerinde kara bulutlar vardı. Gök gürlüyor, şimşekler çakıyor yıldırımlar düşüyordu. Yerler sarsılıyor dereler kızıl akıyordu. Sakın Yurt’umuzu o Mağara azgınları basmış, obamızı, talan etmiş, yaşlı kadın anamı, gül yüzlü eşimi, civanmert oğlumu esir etmiş olmasın. Ovada koyun otlatan Kara çoban’ın ‘Ölü müsün Diri misin? Kazan Beyim neredesin?’ diye feryat ettiğini duydum” dedi.
Konuşmaların gürültüsüne diğer yiğitlerde uyanmıştı. Her kafadan bir ses çıkıyordu. Kimi Hayırlara yoruyordu Beylerinin rüyasını kimi de artık obaya dönmenin zamanı geldiğini söylüyordu. Sonunda Salur Kazan kardeşi Kara Göne “Bilge çoban olmasaydı rüyamda sizler kadar rahat olabilirdim ama Karaçuk Çoban sıkıntıdaysa bunu tartışmaya gerek yok” Konuşmaları dinleyen bir başka kurmayı “O hemen hazırlıklara başlayalım geri dönelim” dedi. Dedi ama kendide biliyordu ki koca ordunun uyanması, toparlanması, otağların sökülmesi, denklerin yapılması ve kervanın yola düzülmesi zaman alacaktı. Salur Bey ise hala endişeliydi.
“Dur hele avımızı bozma, askeri dağıtma. Benden haber bekle, benim uçar atımla üç günlük yolu bir günde alırım, çabucak giderim. Eğer endişelenecek bir şey yoksa bu rüya bize albızın bir oyunuysa akşama döner gelirim. Yok, geri dönmezsem gördüklerim gerçek demektir, siz başınızın çaresine bakın.” Konuşma biter bitmez Salur Kazan konur atına binmiş dönüş yoluna vurmuştu bile…
Rüzgarlarla yarışan konur binit birkaç saat içinde Yurt’a varmıştı. Havayı döven toynaklar her adımda uçar gibi yol alıyordu. Salur’da biliyordu ki Tulparların kanatları hep geceleri açılırdı. Ancak, çok ihtiyaç olduğunda sahibinin işini kolaylaştırmak için gündüz açarlardı kutsal kanatlarını. Binici kişide o kanatlara bakmamalıydı, bu yüzden Salur Bey gözleri ileriye, uzaklara dikmişti.
Yurt’a vardığında gözlerinden kanlı yaşlar dökülmeye başlamıştı. Damarları kabarımış kalp atışları hızlanmıştı. Gözünün görebildiği her yer yakılıp yıkılmıştı. Bulut kayanın düzlüğünde taş üzerinde taş kalmamıştı adeta. Arazinin yemyeşil dokusu alt üst olmuştu yanık siyahına bürünmüştü. Asırlık ağaçlar ya baltalanmış ya da yakılmaya yıkılmaya çalışılmıştı. Salur Beyin altın bacalı otağı yerle bir edilmiş yağmalanmıştı. Koca düzlükte içinde ava gidesiye kadar neşenin, huzurun, barışın olduğu koca düzlük viraneye dönmüştü. Geriye sadece oğluna ok atmayı öğrettiği yanmış nişangah parçası kalmıştı. Otağının kurulduğu yerde duran koca taşa baktı. O taşın üzerinde otururdu anası ve o gece de yine o taşın üzerinde oturmuş kendisine “Bizi yalnız koyup ava gitme a oğul ” demişti. Analar sezgili olurlarmış, anasının sözünü dinlemediğine pişman olmuştu. Önce öfke ile bağırdı. Yanında dikilen konur atı sessizce acısını paylaşıyor gibiydi. Sonra gözlerinden bulgur bulgur yaşlar dökülmeye başladı. Dakikalarca diz çöktüğü yerde ağladı. Ardından tüm öfkesini kusunca aklı tekrar davranışlarına egemen oldu ve ne yapması gerektiğini düşünmeye başladı. Ama önce yere Knevi gezegenini yüzeyine inip bilgi toplamalıydı.
Bulutkaya’nın gölgesinde akan bir büyük su vardı. Uzaklarda, başı karlı dağlarda doğup Tengize akardı usul usul. Önce onun çevresine bakındı. Bu namertliği kimler yapmış olabilirdi. Yukarıda bir iz bulamamıştı. Her kim ya da kimlerse hiç iz bırakmadan yakıp yıkmışlardı. Yine de bu işi yapanın kimler olduğunu iyi biliyordu. Bu nedenle adamları suçlamadan önce sağlam deliller bulmalıydı. Suyun çevresinde de iz yok gibiydi. Baskını yapanlar izlerini silmeyi unutmamışlardı. Kazan Bey kuşkularının üzerine gitmeye karar verdi. Yolu geniş bozkırı geçip Karadağlara yöneldi.
Yolda bir kurt sürüsü gördü. Salur Kazan Bey tüm ataları gibi kurtları kutsal bilirdi. Yol verdi Konur atını yana çekip, onlardan bir işaret bekledi. Bekledi ama beklediği işareti alamadı. Başlarındaki kocamış Kurt atının üzerindeki yiğidin durumunu hissetmişti sanki. Ağlamaklı gözlerle süzdü birkaç saniye kendisine yol veren adamı ve Kara dağlar yönüne döndü. Başını kaldırıp ulumaya başladı. Kazan Bey bunu bir işaret belledi, yoluna devam etti.
Bir zaman sonra yoluna bir çoban köpeği çıktı. Hayvan Bey’i görüp havlamaya başladı. Sanki Dağlara doğru gitme orada tek başına bir şey yapamazsın der gibiydi. Ak donlu Konur at yoluna devam etmek istediğinde köpek atın ayaklarına dolandı. Adam elindeki değnekle köpeğe vurdu. Köpek yolundan çekildi ve diğer tarafa giderek havlamaya başladı. Bey hayvanın ne yapmak istediğini anlamıştı, köpeği izlemeye başladı.
Beyi kendilerine yol gösteren köpeği tanımasa da köpek Beyini iyi tanıyordu. Birkaç dakika sonrasında yüksekçe bir tepede, kuru bir ağacın gölgesinde oturan Karaca Çobanı gördüler. Üygeler, kendi hallerinde otlanıp duruyorlardı. Uzaktan, at sırtında gelen Beyini gören adam saygıyla ayağa kalktı. Bey ile çoban söyleşmeye başladılar. Bey, gece gelen geçen olup olmadığını sordu. Çoban cevap verdi. Uzaklardan gelen gürültülere havlayan karabaş köpeğini anlattı. Köpeğinin havladığı yöne seğirttiğini söyledi.
“Yaşlı büyük hanımının gölgesini görür gibi oldum, yalın ayak yürüyen genç tutsaklardan birini Uruz Tekin’e benzettim” Birkaç saniye durduktan sonra derin bir of çeker gibi “A Beyim bütün bunlar olurken sen nerelerdeydin” diye sormayı unutmadı.
Ardından Bey gördüğü rüyayı anlattı. Rüyasında gördüğünün gerçek olduğunu çobanından duymak yüreğini acıttı. Çoban dedi ki “İki kardeşimle üzerimize saldıran Gavurlara bir Ülge kuzusunu dahi vermediğini söyledi. İki kardeşinin şehit olduğunu ama dinsizlerin kafalarını,v kollarını attığı taşlarla kırdığını, çoğunu olduğu yere yıktığını, kaçanları da sakat bıraktığını eklemeyi unutmadı. Aralarında ki atışma bitince sanki hiçbir şey olmamış gibi Beyine sordu “Acıktın mı Kazan beyim…”
Uzaklarda Kara dağların altında nedendir bilinmez ama adına Şök denilen kovukların derinlerinde, esirler tıkıldıkları yerlerde başlarına neler geleceğini ve Beylerinin kendilerini ne zaman kurtaracaklarını konuşuyorlardı. Daha yukarılarda Şök Mağaralarının Kralının sarayı sayılabilecek bir geniş salonda, zafer kutlamaları devam ediyordu. Melik, her ne kadar oğlu kuzuları getiremese de elde ettikleri ganimetin kendilerini uzun bir süre idare edeceğini düşünüyordu. Tabii ortalık yatışasıya kadar beklemeleri ve sonra yüksek fiyata satabilmeleri için ganimeti uzak pazarlara göndermeleri gerekiyordu. Baskında, yağmada ve geri dönmede hiçbir iz bir delil bırakmadıklarını düşündükleri için içleri rahattı. Eğer bir sorun olursa olanları inkar edeceklerdi her suçlunun en kolay başvurduğu yol gibi.
Ortaya kurulan masalar, üzerindeki yiyecekler ve şaraplar, herkesin içten kahkahalarına yol açıyordu. Bayırdır Hanın, damadına yapılan bu hakaretin üstüne düşüneceğini bilmelerine rağmen bu endişe eğlenmelerine engel değildi. Kralın hemen sağında oturan baş danışmanı “Keşke bu servisi yapan kızlardan biri Burla Hatun olsaydı” dedi. Bu söz üzerine sarhoş kralın gözleri parladı. İçeri esirlerin yanına gidin, o Kazan’ın anasını bulun getirin dedi. Bu fikir çok hoşuna gitmişti. Kazan Hanına en büyük kötülüğü yapmış olacağını düşünüyordu.
Haber içeriye, kadın esirlerin tutulduğu mağaraya tez ulaştı. Obanın genç ve yaşlı kızlarını bir endişe bulutu kapladı. Nasıl yapacaklardı da bu işten namuslarına bir zarar getirmeden kurtulacaklardı. Aldıkları duyumun doğru olduğunu birkaç dakika sonra öğrendiler. Ama bu arada öğrendikleri başka bir bilgi daha vardı. Ne karanlık inlerde yaşayan Şök halkı ne de onların yaşlı kralı Beyin anasını tanımıyordu. İçeri giren nöbetçi Salur’un anasının hemen öne çıkmasını istediğinde bütün kızlar öne çıkmışlardı. Obasının kendisini bu derece koruması, yaşlı kadının hoşuna gitmişti. Karanlıkta, göz pınarlarında bir damla yaş parıldadı. Hıçkırığı duyulmasın diye sessizce yutkundu
Derdiniz ne kadar çok olursa olsun bir şeyler atıştırmanız gerekir. Nede olsa aç ayı oynamaz demişler. Akşamdan kalma kuzu kızartmasını ve anasının yanlarına verdiği yufkaları yedi Beyi ve Çobanı. Karınları doyduğunda ne yapacaklarını kararlaştırmışlardı. Salur Bey dedi ki
“Be adam ben beyim sense çoban, Bey çobanına buyuruyor. Ben sana emrediyorum sen burada kalacaksın.” Tabi çobanın cevabı çok önceden belliydi. “Olmaz beyim, bu aynı zamanda kişisel bir mesele. Benim iki karındaşımı öldürdü o korkaklar. Mertçe karşıma çıkamadılar, karanlıkta ok atıp vurdular gözümden çok sevdiğim iki kardaşımı. O nedenle bende geleceğim” dedi.
“Hey çoban” diye söze başladı Bayındır Hanın damadı. Sesinde emredici ve etkileyici bir ton vardı. “Sonra benim hakkımda ne deyecekleri aklına gelmez mi senin. Koca Salur Kazan, yanında çoban olmasaydı evini obasını geri alamazdı demeyecekler mi? Bayındır Hanın Güveyisi kafiri tepelemek için Çobana muhtaç olmuş” demeyecekler mi? Dedi. Bir yandan bunları söylerken diğer yandan eline aldığı urganla Karacuk Çobanı bir ağaca sarıyordu. Belki, teke tek olsaydı, Salur ayarında birini kolayca yere yıkardı ama koca beye el kalkar mıydı? Sessizce izledi Beyin kendisini ağaca sarmalamasını. Bağların sağlamlığından emin olunca atına atlayıp Şökli mağaralarına yöneldi. Birkaç adım sonra dönerek “O kadar çok istekliysen ağacı koparıver” dedi.
Hem kardeşlerinin öcünü alamama kaygısı hem de beyinin kendisiyle alay ediyor olması Çobanı hiddetlendirdi. Kendisiyle maytap geçen ağasının şaşkın bakışları altında Gök Tanrının yardımıyla ağacı kökünden kopardı. “şaşkınlığını dalgaya vurmak isteyen Salur kazan “Bre çoban bu ağaç ne ola ki” dediğinde “Yolda acıkırsan sana bu ağaçla yemek pişiririm” dedi. Kazan bey atından indi. Çobanın yanına varıp alnında öptü, bağlarını çözdü. Beraberce yola düzüldüler…
Zindana gönderdiği adamından aldığı cevap Kralı sıkıntıya sokmuştu. Ne yapmaları gerektiğini düşünürlerken Yılan tıslamasını andıran ses gene duyuldu. Keçi sakalları ağarmış veziri pek seven olmazdı hatta kralın kendisi dahil olmak üzere korkarlardı ama akıllı adam olduğu için seslerini çıkaramazlardı. “Oğlunu alın, kadınların gözü önünde çengele asın. Ak etinden kavurma yapın, kızlara ikram edin, yemeyecek olan Bey anasıdır, alın getirin. Getirin bize içki servisi yapsın”
Kadınlar olacakları duyduklarında çığlık çığlığa bağrışmaya başlamışlardı. Yaşlı kadın olacakları biliyor mu diye çaşıtlarıyla haber gönderdi oğluna. Uruz anasına cevap yolladı Eğer babamın atamın onurunu düşünürsen önüne getirilen her yemeği ye. Diğer kızlara haber sal onlarda yemek konusunda tereddüt etmesinler. Eğer bir an duraklarsanız işte o zaman hakkımı helal etmem” dedi. Anasıyla aralarında bağlantıyı kuran kişi gider gitmez bir manga asker yerin yedi kat derinindeki mağaraya geldi. Mertçe göğsünü gerdi Uruz, ölüme gideceğini biliyordu. Ağaca asılıp can vereceğini biliyordu ama kafiri mutlu etmemek için sesini çıkarmadı, gözyaşlarını içine akıttı.
Kapının hemen dışında nöbet tutan yaşlı adam uzaklarda beliren tozları görünce bir terslik olduğunu anlamıştı. Yanında dikilen acemiye gidip Krala haber vermesini söyledi. Daha birkaç adım atmamıştı ki koca bir taş nöbetçinin kafasına geldi ve adam orada yığıldı kaldı. Eğer görüp eğilmeseydi ikinci taş kıdemli askerin beynine gelecekti. Adam içeri koştu. Kralına haber verdi. Kazan atını usul adımlarla sürerek sesinin yeteceği ama kafirin okunun ulaşamayacağı bir yerde durdu. Kazan kafire şöyle seslendi…
“Bre mağaraların kralı, obamı basmışsın yurdumu talan etmişsin zengin hazinemi almışsın. Varsın hepsi senin olsun. Eşimi, oğlumu almışsın kulun olsun. Ama yaşlı anamı bana ver” dedi. Kral kendisinden aman diler gibi konuşan Kazan Beyi görünce kibire kapıldı. “Kazan Bey, bize hep yukarılardan baktın, bunca yıl bizleri hor gördün, mağaralarımız küçümsedin. Ama ben senin korkuların oldum, kendini güvende sandığın o kartal yuvasını andıran Yurt’una baskın yaptım. Malında mülkünde bizimdir, ailende kölemdir. Ananı yaşlı keşişe veririz, anan keşişten bir oğlan doğurur, biz onu sana rakip yetiştiririz” dedi. Bu sözlere Çoban çok kızdı ve Ağasının bir şey demesine fırsat vermeden bir adım öne çıktı
“A akılsız adam” dedi. “Beyimin anası yaşlıdır, ondan çocuk falan olmaz. Ama illa Beyimin dölünü almak istersen karagözlü kızını gönder. Kızının, Kazan Beyimden oğlu olsun, siz onu Kazan’a rakip yaparsınız” dedi. Kral bu sözlere çok bozuldu. Yanındaki askerlere yaylarını germelerini işaret ettiğinde Çoban ve beyi çoktan geri dönmüşlerdi. Şişman yaşlı kral, bu adamın tek başına veya yanına aldığı bir çobanla baskına gelmesine bir anlam verememişti. Salur kazan’ın bu cesareti nereden bulduğunu anlayamamıştı. Bir adım gerisinde vezirinin iğrenç sesini duyduğunda belli belirsiz irkilmişti. “Siz onları meşgul edin biz çevrelerini kuşatalım” fena fikir değildi”
“Cesaretiniz bu mu?” dedi avazı çıktığı kadar bağırarak. Hem benim krallığıma gelip meydan okuyacaksın hemde zoru görünce yüzgeri edip döneceksin” Kral, adamların damarına basmıştı. Sözleri duyan Kazan Bey, atının dizginini çekti. Beyinin etkilendiğini gören Çoban boru sapanının içine koca bir taş yerleştirdi. Keçi kılından yaptığı yayı gerdi, nişanladı, Bıraktığında koca taş ıslık çalarak yerinden fırladı. Kaçan düşmanın ardından bakmak için kayanın üzerine çıkan kralın ayakları dibine düştü. Mesafe uzaktı, çoban isabet ettirememişti. Yine de korkan Kral ve yanındaki askerler kendini yere attıklarında başlarının üzerinden bir taş daha geçmiş mağaraların duvarında patlamıştı. Kazan Bey atından indi. Eğer adamlar içeri girerlerse tutsakları kurtarmak daha zor olabilirdi.
Daha birkaç adım atmamışlardı ki çevrelerinde bir sürü mağara adamı gördüler, tuzağa düşmüşlerdi. Çoban, sapanını doğrultup taşı atasıya kadar, Bey yayını çekip okunu salasıya kadar yanlarına gelmişlerdi. Salur Kazan, sadık dostu okunu ayaklarının dibine bıraktı ve kılıcını çekti. Hiç düşünmeden ileri atılan iri yarı bir adama doğru salladı. Acı bir çığlık ve kopan bir kol ortalığı kana beledi. İkinci adamın karnını deştiğinde saldıranlar çoğalmıştı. Yılan tıslamalı zayıf adam ileride ve yukarıda bir kayanın üzerinde adamlara emirler veriyor onlara vaatlerde bulunuyordu. Kara Çoban, koca bir taşı fırlatıp adamı kayadan uçurabilirdi ama o kadar zamanı yoktu. Elindeki sapanını bıraktı yerde cansız yatan düşmanların birinin elindeki kılıcı zorla aldı. Şimdi havada düşmana karşı iki kılıç inip kalkıyordu. Ne kazan beyin ne de garip çobanın hareketleri boşa gitmiyordu. Her darbe ya kopan bir uzuv veya deşilen bir karın demekti. Yine biçe biçe düşmanı bitiremiyorlardı. Yere yıkılan her bedenin arkasında daha fazlası üzerlerine saldırıyordu.
Çoban, hakkını helal et” dedi Salur bey, nefes nefeseydi.
“Lafı mı olur Beyim” diye cevap verdi. “Asıl sen hakkını helal et. Çevrelerindeki çember daralıyordu. Dakikalar ilerledikçe hareketleri yavaşlamaya başlamıştı. Hatta birkaç sıyrık bile almışlardı. Kazan Bey, bir ara göz ucuyla baktığında, hemen yakınlarında kayanın üzerinde dinelen ve buyruklar yağdıran adamın elinde kısa bir yay olduğunu gördü. İşte bu kötü olurdu. Yanlarına yaklaşmayan düşman uzaktan işlerini bitirebilirdi.
“Çoban Keçi sakallıya dikkat et” dedi. Zayıf uzun boylu adam yaptığı işin tadını çıkarır gibi ağır hareket ediyordu. Yerden bir ok aldı, yayına yerleştirdi, gerdi, çığlığa benzer bir sesle kahkaha attı. O an attığı kahkaha acı bir çığlığa döndü. Yayı geren sağ omzuna ucunda kartal tüyü olan bir ok saplanmıştı. Arkasını dönmeye fırsat bulamadan ikinci ok sırtına girdi. İşte o zaman kurtulduklarını yardım geldiğini anlamışlardı. Sanki üzerlerine bir bulut çökmüştü.
Kır, doru, çigren, çapar, al, yağız onlarca yüzlerce at çevrelerindeydi. Hanlar hanı bayındır Han yardıma gelmişti. Kazan Beyin kardeşleri gelmişti. Yiğitler düşmanlarının üzerlerine çökmüşler aman vermiyorlardı. Bir yanda Bayındır Han diğer yanda kardeşleri yardımlarına koşmuşlardı. Düşman bozguna uğradı. Çoğu orada telef oldu. Kral başlarında olmak üzere kaçabilenler dağlara kaçtı. Yiğitler varıp tutsakları kurtardı. Talan edilen mallarını geri aldılar. Yurt’a dönüp obalarını tekrar ve eskisinden daha güzel kurdular. Kazan Bey çobana Kardaşım demeye başladı. Uzun süre barış oldu taa ki Şökli geri dönüp güçlenesiye kadar…
- Mürşit - 1 Eylül 2024
- Sarm’ın Sonu - 1 Temmuz 2024
- Maratondan Kopmamak - 23 Mayıs 2024
- Küpe Bağları - 1 Şubat 2024
- Garip Bir Rüya - 1 Kasım 2023
Başarılı, sıkılmadan okuduğum öykülerden biri oldu. Araştırması yapılmış, Dede Korkut kıvamına yaklaştırılmış ama Dede Korkuttaki gibi konudan ziyade anlatıma ağırlık verilmiş bir öyküydü. Buradan referans alarak seçkideki diğer öykülerine de en yakın zamanda göz atacağım ;).
Önceliği bana vermiş olman beni mutlu etti. Karaladıklarımı beğendiğine sevindim. Anlamadığım nokta ise; “Dede Korkuttaki gibi konudan ziyade anlatıma ağırlık verilmiş bir öyküydü” derken Dedem Korkutunda anlatıma önem verdiğini mi yoksa Dedem Korkutun konuya benim anlatıma önem verdiğimi mi demeye çalışıyorsun… Çok sekiden sorulan bir soru vardı “Mal mı önemli yoksa sunum mu?” Bu biraz da ona benziyor; Konu mu önemli yoksa anlatım mı? Sizce, hangisi daha iyi, konuya ağırlık vermek mi yoksa anlatıma ağırlık vermek mi?
Dede Korkut anlatımı masalcıdır, konu ön plandadır her zaman. Yukarıdaki öyküde ise masalsılıktan ziyade öyküye daha yakın bir anlatım var, onu kasdetmiştim yani. Bu yazılacak hikayeye göre değişir bence, polisiye bir kurguda anlatımın ön planda olmasını bekleyemeyiz ama bunu kıran çok kaliteli eserler de var. Herkesin bir yazım tarzı var, önemli olan kendi anlatım şeklini yakalayabilmek. Şahsen ben konu içime sinmediği sürece yazmaya başlayamıyorum, anlatımı daha sonrasında düşünüyorum.
Merhabalar.
Öncelikle ellerinize sağlık, gerçekten çok sevdiğim ve beğenerek okuduğum bir hikâye oldu. 🙂
Anlatım tarzı da olaylar da gayet güzeldi. Hikâyenin orijanlini bilmediğimden ötürü bir şey diyemeyeceğim ; ancak gerçekten çok sevdim. Sadece ufak tefek birkaç yazım yanlışı vardı ama okuma kalitesini düşürecek kadar değildi.
Ellerinize sağlık, devamını merakla bekliyrum.
Okuduğunuza, beğendiğinize bir kere daha sevindim. Hani şair demiş ya “Hiçbir şeyden çekmedi nasırından çektiği kadar” yazım yanlışları da benim için böyle… Teşekkür ederim.