İsmiyle müsemma Ahram Bey, zannımca dünyanın görüp göreceği en enteresan satıcıydı. Sanmayın ki işportacı yahut esnaf, ikisi de değil. O, vergi levhasını görse onu da satmaya muktedir; zabıtayla kaçıp kovalamaca oynayamayacak kadar yaşı geçkin bir zat-ı muhteremdi. Ne sattığına gelince; ne bulursa onu. Bir keresinde, yoldan topladığı taşları satmaya kalktığını görmüş bizim Raci. “Taşları niye alacakmışım?” diye kendisine çıkışan zoraki müşteriye, “Sen al hele, eve koy dursun. Gün gelir lazım olur.” demişliği bile var. Mahalleli ona kızamıyor da başkaları ne bilsin bizim kayışı kopmuş Ahram’ı.
Vakti zamanında, mahallenin en civanmert delikanlısıymış bu Ahram. Büyüklerimiz anlatır, bir gün mahalleye güzeller güzeli bir Rum kızı taşınmış. Helena’ymış kızın adı. Bizim Ahram görür görmez tutulmuş kıza. Gel zaman git zaman açılmış da kıza. Anlatmış gönlünün meramını. Kız da beğenmiş bunu, onun da gönlü kaymış. Gizli gizli buluşmaya başlamış bu âşıklar. Bir gün kızın suratsız babası görmüş bunları, bakmış Ahram’ın elleri güzel kızının kömür karası saçlarında geziyor, çektiği gibi almış kızını Ahram’ın elllerinden. Alıp eve götürmüş, odasına kilitlemiş ve o günden sonra bir daha hiç dışarı çıkarmamış ölene dek. Çok sürmemiş zaten çilesi Helena’nın. Altı aya kalmadan cenazesi çıkmış evden. Kan kustuğunu söyleyenler olmuş, zayıflıktan iğne ipliğe döndüğünü, aklını kaçırdığını hatta. Ama babası kimseyle görüştürmemiş ki kızı; Ahram ne bilsin gerçekleri. Her duyduğuna inanmış, her duyduğunda daha da kabarmış öfkesi.
Ahram’ın elinde Helena’nın birkaç tel saçı… Babası Ahram’ın elinden çekerken kopan teller. Gerisi toprak altında kalmış, en parlak siyahlar. Öyle bir yemin etmiş ki Ahram, ben de size kan kusturacağım diye, yıllarca yapmadığı eziyeti bırakmamış mahalledeki tüm Rumlara. Kimisinin dükkanını yakmış, kiminin malını çalmış, kiminin adını çıkarmış daha nicesi. Kimse ispatlayamasa da herkes kaniymiş her şeyi onun yaptığına.
Güzeller güzeli Helena, ne babasının ne Ahram’ın kurbanı; annesinin kurbanıymış esasında. Annesi, daha el kadar bebeyken bırakıp kızını, kaçmış bir Türk’e. Babası Türklerden nefret etmesin de ne yapsın. Nasıl inansın Ahram’ın kızına gözü gibi bakacağına, onu seveceğine, kollayacağına. İnanmamış ve yol yakınken alayım önlemimi demiş. Ama gençler sevdalanmışlar bir kere; mümkün müdür kanı kaynayanın gönlünden sökmek sevdalısını. Ahram, bunları çok sonradan öğrenmiş ama öğrense ne çıkar, sevdiği kız toprağa karışmış, akıl başa yâr değil artık.
İşte, bizim Ahram iki ay evvel satacak bir şeyler bulurum diye gitti mahalleden, anca birkaç gün önce döndü mahalleye. Bu iki ayda ne yaptı ne etti sır. Geldiğinde tüm mahalleli gibi benim de fark ettiğim şey, değişen kokusu oldu Ahram’ın. Bizim pis pasaklı Ahram, sabun kokuyordu tertemiz. Üstü başı da eski olmasına rağmen temiz ve düzenliydi. Saçları taranmıştı Ahram’ın ve ayağına da yırtık pabuçlar yerine bildiğin cilalı makosen geçirmişti. Ahram’daki değişim sadece görüntüsünde de değildi. Ağzını küfürle açıp belayla kapatan Ahram, handiyse İstanbul beyefendisi olup çıkmıştı. Geçen gün sordu bizim berber Recep, “Hayırdır Ahram, iki dirhem bir çekirdek olmuşsun, manita mı yaptın yoksa? Varsa öyle bir şey, gidip isteyelim hanım teyzeyi.” Recep’in sözleri başta kendisi olmak üzere yardakçılarını da kahkahaya boğmuştu. Ne de olsa yetmişini aşmış, mahallenin delisiydi Ahram. Neydi bu ani değişimin sebebi?
Ahram, mahalleliye bir şey satmıyordu da artık, onun haricinde fiyaka satıyordu sanki. Tüm mahalleyi dolaşıyor, hatta bunu sabah ve akşam olmak üzere günde iki kere yapıyor ardından çekip gidiyordu nereye gidiyorsa. Kendi hayat gailem bana yetiyordu yetmesine ama meraktan da içim içimi yiyordu. Nasıl değişmişti Ahram? Dayanamadım geçen gün, mahalleyi turlarken benim dükkana yaklaştığını gördüm, çıktım dışarı “Ahram, bi’ gelsene” dedim. Geldi yanıma. “Ahram, sana bir şey soracağım ama..” dedim. Duruşunu dikleştirdi ve “İstirham ederim, sorun lütfen.” diye bir cevap aşketti ama bu sualime cevap mı suratıma tokat mıydı bilemedim zira şaşkınlığım büsbütün arttı. Sorumu soramadım o da müsaade isteyerek yanımdan ayrıldı. Dükkana geri girdiğimde kararı vermişti beynim: Ahram’ı takip edecektim. Yoksa bu merak yüzünden kurdeşen dökmem an meselesiydi.
Raci, Engin ve ben, yaptık planı. Ahram yine geldi, üç turdan oluşan sabahki mahalle tavafını yaptı ve gitti. Biz üçlü de peşinde. Nereye gideceğini bilmediğimiz için yaya takip ettik ve takip bittiğinde arabayla gelmediğimiz için üçümüz de pişmandık. Hatta Raci, öyle galiz küfürler savurdu ki bana, az daha arkadaşımı boğazlayacaktım ama işte, hep merak, sabrettim. Alırdım daha sonra Raci’nin ifadesini. Gelmiştik, saate baktım tam iki saat on beş dakikadır kesintisiz yürüyorduk ve nihayetinde geldiğimiz yer izbe, tekinsiz bir yerdi. Etrafta terk edilmiş birkaç gecekondu birkaç baraka. Barakalardan birine girdi Ahram, hoş barakadan çok hakkuran kafesini andırıyordu ya neyse. Her tarafından yel alan bu viraneye Engin’i dinleseydik akşam gelmiş olacaktık ve bu manzarayı akşam görmek demek otuz yaşımda ahirete intikal etmem demekti zira çok da cesur, gözüpek sayılmam. Yine de Engin’in varlığı bu manada iyi oldu, kendisi korku nedir bilmez çünkü. Amigdalası alınmış bir beyin onunkisi. Hoş, beyni var mı esasen ondan bile şüpheliyim. Neticede, Ahram girdi viraneye, biz de arkasından, usul usul yanaştık kolonun dibine. Bekledik belki bir on beş dakika, ardından Ahram’ın sesi “Geldin mi çiçeğim?” Biz, bir Ahram’ın dikildiği yere bir birbirimize bakarken birden rüzgar esti, sanırsın kasırga. Kolona tutunduk iyice, birkaç saniye sürdü ve durdu rüzgar. Ardından o geldi. Simsiyah kömür saçlarıyla, dünyalar güzeli gencecik bir kız. Üçümüz de ağzımız açık, kızın nereden geldiğiyle değil güzelliğiyle ilgiliydik. Büyülenmiştik. Öyle güzeldi ki cinsilatif, portakal çiçeği kokuyordu, sanki bu dünyadan değilmiş gibi. O an öyle kıskandım ki Ahram’ı, sanırım Raci ve Engin de benimle aynı fikirdelerdi çünkü ikisi de Ahram’a öldürecekmiş gibi bakıyordu. Kız açtı cennet pınarı ağzını “Geldim” dedi “Geldim Ahram.” Ahram, yüzünü kıza döndü, biz uzaylı görmüş gibi kirece kestik. Nispeten Yusuf güzelliğinde bir Ahram vardı karşımızda, gencecik, heybetli, âşık bir Ahram. “Canım Helena’m” dedi Ahram, birbirine kenetlendi iki âşık. Ahram ve Helena… Mümkün müydü bu?
Mahalleden olup da Ahram ve Helena’nın hikayesini bilmeyen yoktu. Biz üç safdilli, birbirimize bakıp şokumuzu paylaşırken onlar puf diye yok olmuşlardı işte. Sihir gibi, büyü gibi bir şeydi olanlar. Başımızı çevirdiğimiz o bir anda, saniyeler içinde yok olmuşlardı işte. Hemen fırladık yerimizden; Raci ön tarafı kontrol etti, Engin arkayı, bense içeriyi. Dört duvar bir viraneden gözümüzün önünde nereye kayboldu bunlar derken yerde bir mendil gördüm, eskilerden, kenarları işlemeli bez mendillerden. Aldım elime mendili, açtım. İçinde birkaç tel uzun siyah saç teli vardı. Ne olduğunu anlayamadım önce. Engin hatırlattı; son buluşmalarında Ahram’ın elinde kalan saçlar. Meğer gerçekmiş; oysa ben aşk hikayelerine özgü o abartılardan sanırdım. Yanılmışım.
Biraz bekledik, dönen olmayınca da düştük yola. Mahalleye geldiğimizde yorgunluktan ölmek üzereydik. Hemen evlerimize gittik, yattık uyuduk. Ertesi sabah, kahvaltı sofrasında tam babama olanları anlatmak için “Baba” diye girmiştim cümleye, babam çayından höpürdeterek bir yudum aldı, dilini damağında şaklattı ve “Ne haltlar yediğinizi biliyorum… Bak bahçeye, portakallar çiçek açtı. Portakallar çiçeğe durduğunda ölmüş kızcağız. O gariban da her yıl bu zamanlar gider gelir böyle işte. Ne yaptığından, nereye gittiğinden bize ne. Ama sen ondan bir parça… Hani demeye dilim varmıyor ama… Oğlum niye çaldın adamın mendilini?” dedi. Yutkunamadım bile. “Ben bir şey çalmadım baba” dedim. “Sen uyurken Ahram geldi kapıya. ‘Oğlun ne aldıysa aldığı yere koysun’, dedi. ‘Yoksa rahat vermem’, dedi. Sen bilirsin. Artık gerisi Ahram ile senin meselen.”
Sofradan kalktım, babam hiç istifini bozmadı. Son sözü söylemişti zira. Odama gittim. Ceketimin cebine baktım; mendil işte oradaydı. Dün aceleyle cebime koymuşum. Ne bileyim böyle olacağını. Babam ne dedi? Aldığım yere koymamı söylemiş Ahram. İyi de ben oraya nasıl gideyim tekrar? Çocuklar benimle gelir mi acaba?
Beynimden geçenler ve gerçekte olanlar… Aradım Raci’yi. Anlattım durumu. “Sittin sene oraya ayak basmam”, dedi. Ettiği küfürler de cabası; beni bi’ gömmediği kaldı. Engin’de şansımı deneyeyim dedim. “Kendi işini kendin gör”, dedi. Daha benim aklımla iş yapmazmış. Ne bahtsızmışım be, arkadaşlara bak!
Aldım mendili, düştüm yola. Kaç kere geri dönmeye çalıştım ama biliyordum eğer yapmazsam babam eve koymazdı beni. Bu sefer benim külüstürle çıktım yola. Ayetel Kürsî okuya okuya indim arabadan. Arabayla olduğumdan yol daha kısa sürmüştü ama saatime bir göz attığımda şaşkınlıktan küçük dilimi yutacaktım zira yola çıkalı tam iki saat on beş dakika olmuş, aynı geçen gelişimizdeki gibi. Yürüyerek de arabayla da aynı sürede buraya gelmek… Çok tuhaftı ama gelmiştim bir kere. Mendili bırakıp bir an önce geri dönmekti niyetim. Etrafı kolaçan ederek yaklaştım Ahram’ın barakasına. Ortalıkta görünmüyordu, bu iyiye işaretti. Onunla karşılaşmak istemiyordum açıkçası. Girdim içeri, mendili aldığım yere bıraktım. Tam arkamı döndüm; Ahram karşımdaydı. “Sağ ol” dedi “Eğer getirmeseydin ya da kaybetseydin Helena’mı bir daha göremezdim.” Bu nasıl bir aşktı böyle? Tüm korkuma ve bir an önce oradan çekip gitme isteğime rağmen tutamadım kendimi yine: “Ahram” dedim “Bunu nasıl yapıyorsun? Mendili benim aldığımı bildiğine göre sizi, yani Helena’yla seni gördüğümüzü de biliyorsun. Bu nasıl mümkün olabilir Ahram? Helena bir ölü değil mi? Sen nasıl gençleştin öyle? Nasıl yok oldunuz birden? Anlat hadi. Bu bir sırsa ölene dek saklarım inan. Raci’yle Engin’i merak etme sen, zaten bana öyle kızgınlar ki bir daha buraya adım atmazlar. Güven bana n’olur, de bu işin sırrını.” Ahram, uzun uzun baktı yüzüme. Güvenmiş miydi ya da kendine bir sırdaş mı arıyordu bilmiyorum ama başladı anlatmaya.
“Bizim hikayemizi bilirsin. Tüm mahalleli bilir. Size göre hikaye olan, benim tüm geçmişim, yaşama sebebim. Yılda bir kere onu görebilmek için nelerden vazgeçtiğimi anlatsam sana, alır mı ki aklın? Şu mendildeki üç tel kara saç, ruhun enerjisidir ve ben yılda bir kere, portakalların çiçeklenmeye durduğu bu mevsimde, onu rüyamda gördüğümün ertesi gecesinde işte böyle bu barakaya gelirim, şu üç tel saçı yakarım. Saçlar yanar ama her yer portakal çiçeği kokar ve o gelir: Güzeller güzeli, kavuşamadığım yârim Helena. Bu bir lütuf mu ceza mı sen söyle. Sevdiceğim gelir; o aşkla sarılırız birbirimize ve puf diye uçar gider elimden. Bulmuşken yine kaybederim, tam elli senedir bu böyle. Öldüğünün ertesi sene gördüm ilk rüyamı. Bu viraneyi de, saçları yakmamı da, burada her sene buluşacağımızı da hep rüyalarıma girerek söyledi bana. Helena’yla benim hiç kuramadığımız yuvamız bu virane işte.
Biliyorum beni anlatacaksın insanlara, belki şimdi belki ben ölünce. Şöyle de onlara:
“İsmiyle müsemma Ahram Bey, dünyanın görüp göreceği en tuhaf aşığıydı. Tuhaflığı sanmayın ki cisminden. Bir diriyi sevdi; bir ölüyü tam elli yıl bekledi. Senede bir gün, kısacık da olsa görebilmek için sevdiceğini neler yapmadı ki? Eline ne geçerse satmaya kalktı, insanlar ona deli derse desin o biliyor ya, bunu sevdiceği istedi. Gösterdi ona “Dünya malında şu kadarcık gözüm yok” diyebilmek için elinde avucunda ne varsa sattı zamanla. Sokaktaki çeşmeyi, yollardaki taşları, bahçelerdeki ağaçları bile satmaya çalıştığını anlattılar kulaktan kulağa. Üç kuruşa sattı satacağını; haline acıyan da aldı işte, doysun dedi garibin karnı. Ah ben bilmem mi sanırsın, lakin sevgiliye kavuşmak öyle kolay olsaydı, o aşkın kıymeti mi olurdu? Böyle söyle soranlara, bu dünyadan bir garip Ahram geçti; sen kendine âşık mı dersin? E mi oğlum, böyle de.”
Diyorum size.
Bu dünyadan bir garip Ahram geçti, ey kâri. Yetmiş beş yaşındaydı öldüğünde ve tüm şehir portakal çiçeği kokuyordu o toprağa düştüğünde.
Anlatımınız güçlü ve yoğundu, sevdim. Başta klasik bir aşk hikayesi sandım ama sonlara doğru daha da ilgimi çekti. Ahram’ın anlattıkları biraz hüzün, biraz samimiyet katmış. Özellikle son paragraf çok hoşuma gitti. Ellerinize sağlık.
Teşekkür ederim vakit ayırıp okuduğunuz ve yorumladığınız için. Bu seçkideki ilk öyküm ve aslında “aşk” üzerine yazdığım da ilk öyküm. Sabredip sonuna kadar okuduğunuz için ayrı bir teşekkür 🙂
Gerçekten güzel bir öykü. Eski kelimeleri güzel kullanmışsınız, ki bu konuda pek tutucuyumdur. Olay örgüsü, kurgu, akıcılık, ve tabii ki üslup.
Babası Helena’yı odasına kilitlediği ile ilgili biraz daha detay verilebilirdi. Heyecanım bir an duraksama yaşadı.
Suçu annesine güzel bağlamışsın.
“uzaylı” yerine öykünün havasına uyacak bir kelime kullanmakta fayda olabilir. Cin, peri, hayalet gibi.
Umarım sektirmeden her ay yazarsınız. Elini sağlık.
“Eski” kelimeler kullanılmadıkları için eskiyorlar maalesef. Aslında bu büyük bir hazine; ondan yeteri miktarda faydalanmak lazım. Ben de naçizane kullanıyorum zira üzerinden zaman geçmiş kelimelerin tınısını dinlemeyi seviyorum. Siz tutucuyum derken eski kelimeleri seviyor musunuz sevmiyor musunuz pek çıkaramadım, umarım seviyorsunuzdur.
Babası ve Helena üzerine haklısınız lakin bu şekilde üç sayfa tutan bir öyküyü daha da uzatmak istemedim açıkçası. Yoksa dediğiniz kısım, annesinin hikayesi yahut barakanın olduğu yer hakkında da hikaye uzayabilirdi.
Suçu annesine bağlama noktasına gelince 😀 (yani beğeninizi beğendim)
Uzaylı kelimesine gelince; şimdi bu öyküyü anlatan kişi otuzlarında. Evet anlatırken eski kelimeler kullanıyor, tıpkı benim gibi. Ama ben de cin yahut peri yerine korku faktörü olarak uzaylıyı kullanıyorum. Bir de üslupla alâkâlı şöyleki absürd mizahı seviyorum, hem birlikte hem ayrı. Ve her yazımda üç aşağı beş yukarı mizahi öğe kullanmaya gayret ediyorum, seviyorum çünkü. Bu lirik, dramatik öyküde de “uzaylı” kelimesinin kullanımı aslında bu öğelerden biri. Karakter ellili yaşlarda olsaydı evet, gulyabani kelimesi kullanılabilirdi. “Cin” kelimesini ve cismini pek sevmiyorum 🙂
Savunma yapar gibi olmuş ama değil elbette. Sadece öykülerini beğendiğim bir kaleme kendimi aklama çabalarım 😀
Latife bi’ yana son dilek için; inşallah efendim, ömür vefa ederse çok arzu ederim 😀
Eski kelimeler konusunda tutuculuğum sanırım negatif yönde. Bu da gereksiz yerde veya yanlış bir anlatıcı tarafından kullanılmasından kaynaklıdır. Yetersiz bir kaynaktan, veya sözlükten alıp, hikayeye aktarılan eski kelimelere karşıyım. Ki, bu kadar özenli kullandığınıza göre siz, benden daha fazla görüyorsunuzdur bu gibi durumları diye tahmin ediyorum.
Rica ederim, ortada duran bir soruna işaret ettim. Elbet sizin de, yanıtlama, açıklama, ve daha güzeli, bu konunun gerçekten bir sorun olup olmadığını ortaya çıkarma hakkınız var. Bu aradan, baba ve Helena konusu, cımbız ile arayıp da çıkardığım bir noktaydı, bilgilerinize. Biraz fikir çatışması yapmalıyız ki, gelişim yaşansın.
😀
Merhaba; İmkansız aşkı çok güzel anlatmışsınız. Akıcı ve etkileyici.
Tek takıldığım nokta (bir okur olarak) babanın ölünceye kadar kızını bir odaya kilitlemesi. Hah tabii fantastik bir öyküde bu çok mu diyebilirsiniz ama kurgusal gerçeklik açısından burası bana çok sert geldi. Dediğim gibi bir okur görüşü. Ellerinize, yüreğinize sağlık, Ahram’a da üzülmedim dersem yalan olur…
iade-i ziyaret gibi olmuş sanki 🙂 Baba kızını odaya kilitliyor o gün evet ama odada değil ölene dek ev hapsinde tutuyor hikayede. Belki ev kelimesini kullanmadığım için yanlış anlaşılmış olabilir ama öyle bile olsa yıllarca bir odada hapis hayatı yaşayan insanlar var ki burada Helena’nın ömrü altı ay.
yorum için teşekkür ederim. Ahram’a üzülmenize gelince, üzülmeyin o sadece bir hikaye karakteri 🙂 Dublörün Dilemması ve Korkma Ben Varım kitaplarındaki sevdiğim karakterlerin sonları hakkında Murat Menteş’e bir imza gününde üzüntümü söylediğimde şöyle demişti: ” Onlar sadece kurgu karakter, gerçek değil”
yazarın gerçekçisi de acımasız oluyor bazen 🙂 Allah’tan Bukowski’yle tanışmamışız 🙂
Merhaba;
Bu ay tüm öyküleri okuyayım diye seçkiyi açtığımda sizin yorumlarınızı görünce(biraz geç olduğunu yazmıştım ya) önceliği sizinkine verdim. Doğal olarak iade-i ziyaret oldu. Ben memnunum bu ziyaretlerden.
Yazılan tüm eleştirileri okumak, öykü ister benim olsun, isterse başka bir arkadaşın faydalı bir geri bildirim oluyor, en azından benim için. Yazmaya gönül vermiş bir grubumuz var ve yaklaşık üç yıldır öyküler yazıp paylaşıyoruz. Her geri bildirim motivasyon kaynağı oluyor. Paylaşmazsak, birilerine dokunmazsak, eksik kalırız diye düşünüyorum. Ursula K. Le Guin’in(benim kraliçem) Kadınlar Rüyalar Ejderhalar kitabından küçük bir alıntı yapmak isterim burada;Okunmayan öykü öykü değildir; kâğıt hamuru üzerine düşmüş küçük kara işaretlerdir yalnızca. Okur, okuduğu zaman canlandırır onu: yaşayan bir şey bir öykü kılar.
Tüm bunları sizin ve Engin Yıldırım arasında geçen yazışma sonrası ikinizin de bu mecrayı terk etmeyi düşünmeniz üzerine yazdım. Üzerinize vazife değil demeyin, okur olarak üzerime vazife. Çünkü her ikinizde burada olmalı ve yazdıklarınızı bizimle paylaşmalısınız. Bu benim kişisel görüşümdür. Umarım aynı platformda devam edebiliriz. Sevgiler
Merhaba;
Sondan başa gidip anlatalım meramımızı. Maalesef küçük bir tatsızlık yaşadık ve bunun üzerine sayfaya mail atıp öykümü çekmeleri ricasında bulundum. Açıkçası orta yolu bulun minvalinde tamamen iyi niyetli bir geri dönüş yaptılar. Yani hikayeyi kaldırmadılar. Elbette bu sayfadakiler arasında hani şu meşhur “Ölü Ozanlar Derneği” tadında bir bağ var ve ben burada yeniyim. Bu diyalog sonrasında da “geçerken uğramış” gibi sayfadan gitmeyi istedim. Konuyla ilgili yazmak gibi bir niyetim yoktu ama kaleminizi beğendiğim için yanıtsız bırakmak istemedim sizi.
Muhakkak ki bu yazıları burada paylaşmak demek; öykülerimiz okunsun, yorumlar yapılsın, hep birlikte bir şeyler öğrenelim demek. Burada sorun yok. Sorun tamamen üslupta. Burada yarış halinde değiliz. Öykümü beğenmiş ve fikrince yanlışlarımı bulmuş, burada da sorun yok. O sorun olduğunu zannettiği ama küçücük bir araştırma ile aslında ortada sorun olmadığını fark edebileceği şeyleri ifade ederken “Daha fazla örnekledikçe sıkıntılar basıyor zira gerçekten canım öyküyü mahvetmişsiniz.” gibi enteresan cümlelerle yorum yapınca bana da kendimi ifade hakkı doğdu. Ben herhangi birinin bahsettiğim yorumu okusa bana yakın tepki vereceğine kaniyim. Keşke öyküyü beğenmedim deyip geçseydi zira hata dedikleri hata değil.
Her geri bildirimin motivasyon kaynağı olmasına gelince; bu yorum size gelse motive olmazdınız zannımca. Yanlış anlamayın, olay size patlamadı 🙂
Yeri değil ama aklında soru işareti kalanlar için; Ahram karakteri için çok yakın cümleler içinde bir “zat-ı muhterem” bir “kayışı kopmuş” demişim. Gelelim bilinçli yazılan bu ifadelere. Fark edildiği üzere Ahram’ın öllümü üzerine öyküsünü anlatan bir karakterimiz var. Ahram sırrı ortaya çıkana dek herkesin gözünde “kayışı kopmuş” biri. Ama karakter onun sırrını öğrendiğinde onu muhterem bir kişi olarak yâd ediyor. Dikkat ettiyse okurlar; “kayışı kopmuş” ibaresi bitiminde Ahram’ın hikayesi başlıyor. Öyküde tek zaman yok.
Öykümü masaya yatırıp iç organlarını deşmek zorunda kalmasaydım keşke. Hiç olmadığım biri gibi gözüktüğüm için de hassaten üzgünüm. İnşallah öfkemin sebebi anlaşılmıştır; dozajı fazla kaçmış olabilir.
İyi dilekleriniz için teşekkür ederim. Bilmiyorum, zaman gösterecek. Ama bu oluşum çok güzel; lütfen siz ve diğer yazarlar devam edin. Yazmasam da okur olarak takipte olacağım.
Merhaba tekrardan;
Karşılıklı yazıp mecrayı meşgul etmek istemesem de( eh işte yapıyorum zaten…) tek küçük bir parantez. Ben de yedi öyküdür buradayım yani yeniyim.(üç yıllık ekip bizim ayrı bir öykü ekibi). Burada olmamın hoşuma giden yanı birbirimizi kalemlerimizle tanımak. Engin Yıldırım bana patlasaydı farklı mı düşünürdüm, olay olmadan şu tepkiyi veririm demeyi sevmem. Bilmem belki üzülürdüm, büyük olasılık kızardım belki de eh n’apalım öyle düşünmüş derdim. Zaten benim söylemek istediğim sizin tepkiniz ya da yazılan eleştirilerden çok iki kaleminde burada kalmasını istemem.
Bencilce mi evet, çünkü bir okurum ve okumaktan mahrum kalmak istemiyorum. Diyeceksiniz ki ben de yazarım istediğim yerde yazarım. O da doğru ama kitabınız basılsaydı ve kitabınıza bu eleştiri gelseydi onları toplatıp imha mı ettirecektiniz?
Tüm bunları sevgiyle ve iyi niyetle yazıyorum. Anlayacağınızdan eminim.
Eski sözcüklerin kullanılması konusunda malesef garip bir tutku var. Hele de bilmeden ve yanlış kullanılınca bu kadar güzel bir metin böyle hataların altında kalarak harcanıyor.
İsmiyle müsemma, adının niteliklerini taşıyan kişiler için kullanılır. Ahram, çoğul bir sözcük, gizli olan yerler manasında. Bunun bir isim olarak kullanılmasının yanlışlığına, yazarın tercihi diyerek hiç değinmiyorum. Fakat baş karakter en başta gizli bir kişilik değil bir satıcı olarak tanıtılıyor. Ve ismiyle müsemma deyince baştan örgüyü sakatlıyor.
Kayışı koparmış kişiler için zat-ı muhterem kullanılamaz.
Civanmert değil civanmerd
“…diye bir cevap aşketti ama bu sualime cevap mı suratıma tokat mıydı bilemedim zira şaşkınlığ…”
Cevap aşkedilmez. Cümle şöyle olsaydı mükemmel olurdu. “…verdiği cevapla adeta bir tokat aşketti suratıma…”
Hakkuran kafesini de okuduktan sonra pes dedim artık.
Daha fazla örnekledikçe sıkıntılar basıyor zira gerçekten canım öyküyü mahvetmişsiniz.
Farklı milletlerin aşk yüzünden başlayan düşmanlığı, saç yakma gibi masalsı öğeler, karakterlerin yerine oturması, küçük ve gülümseten bir sürü buluşun olduğu bu güzel hikaye dili ağdalayarak bozulmayı haketmiyor.
Sade bir dille yüreklere dokunan hikayeler yazacağınızı görebiliyor ve bekliyorum.
İlla eski sözcükler kullanmak istiyorsanız nasıl kullanıldığına dair iyi bir örnek olarak Uğur Batı’nın yeni çıkan Azraa-eel Menkıbelerini tavsiye ederim.
Evvela selam ederek başlayalım. Öyküyü sanırım mutsuz bir zamanınızda okudunuz zira tüm seçkide bu kadar kırıcı bir yorumu hak edecek bu öykü dahil bir öykü yok fikrimce.
Okumadan, araştırmadan yazıp eden biri değilim. Edebiyat bölümü mezunuyum. Yirmili yaşları geride bıraktım. Yani az biraz bilgi sahibi olduğumu düşünüyorum.
“Yapılmaz, edilmez, olmaz” gibi kesinlik ifadeleriyle bana gelirken bir kendinizi tartın isterseniz. Açıkçası bir İlber Ortaylı tavrı takınmışsınız; bu tavır ona yakışıyor ama sizi ziyadesiyle itici yapmış bilginize.
Öykümü okumak yahut değerlendirmek zorunda değilsiniz. Sanıyorum ki burada editör de değilsiniz. Paragraf sonuna iki güzel kelam edip ama öncesinde bir paragraflık “Ben çok bilirim” yorumunuzla kurnazlık mı yapıyorsunuz anlamadım.
Fark ettiyseniz “aşk” konusu işlenmiş ve bu işleyişte mizahi öğeler, absürd ifadeler bir arada. Bu benim üslubum. Kelime yanlışlarım için -örnek verdikleriniz- açın sözlüğe bakın,doğrusunu görün. Tavsiye ederim üç ciltlik İlhan Ayverdi sözlüğü kütüphanenizde bulunsun.
“Cevap aşkedilmez” asıl ben size pes desem… Mecaz nedir biliyor musunuz? Her kelimeyi ilk anlamı yahut yan anlamıyla kullansak bugün burada bu öyküleri yazamazdık, değil mi?
Bence siz benim eskilerime takılmayın, tavsiyem Murat Menteş, Alper Canıgüz, Hakan Günday, Murat Uyurkulak gibi günümüz yazarlarından bir okuyun; ifade zenginliklerini, kırılan kalıpları görün ufkunuz açılsın.
Kahramanın adına gelince; sizce ben bunu bilmiyor muydum? Dikkatli okuduysanız âşıkların buluştuğu yer de gizli; hatta büyülü. Ahram göründüğü gibi değil, satıcı dediniz ya, bu onun mecburi görünen yüzü. İnsan ismi olmasına karşıysanız sizin insanlara verilen isimlerden pek haberiniz yok galiba.
“Arı bal yapar ama balı izah edemez” demiş ya şair; yazar da kendince yazar ama açıklaması mümkünse kendisine kalsın. Her okur farklı yorumlar ve yazının güzelliği de bu zaten.
Bu arada ben oyun da yazıyorum, öykü de şiir de. Sanılmasın tek bu öyküyle varım. Eski kelimeleri seviyorum, çok seviyorum hatta ama bütün gün Dede Efendi dinleyip mecmua okumuyorum.
Bu sayfadaki ilk öykümdü, büyük ihtimalle “Daha da Davos’a gelmem!” 😀
Başka yorumlarınızı da okudum; insanların hele ki yazım tarzlarından genç olduğunu düşündüğüm arkadaşların -bu seçkidekiler- heveslerini kırmayın lütfen. Bu naçizane tavsiyem, gerisi sizin bileceğiniz iş.
Edebiyat gönül işidir; gönlü bol olana, hor değil hoş görene selam olsun.
Selamınızı gönülden alarak ben de yanlış anlaşılabilecek kadar kısa yazdığım için özür dileyerek başlayayım.
Burada herhangi bir editör olmadığı gibi genelde hep yazanlar birbirini eleştirir. Ben de bunun bilinciyle sadece “beğendiğim” ve aslında az biraz uğraşılsa daha güzel olabicek metinlere yorum yazmaya çabalarım.
Bunu yeterince açık ifade edememişim veya aslında yapıcı eleştiri olarak gördüğüm ama sizin deyiminizle üzgün bir zamanınızda okuduğunuz için yıkıcı ve kötüleyici sanmışsınız.
Kendi adıma konuşayım burada beni öven değil yeren yorumları görmeyi tercih ediyorum. Bunu da daha iyi metinler yazabilmek adına bekliyorum.
Sizin kızgınlıkla ve saldırgan yazınıza verecek bir cevabım yok.
Burada yazdıklarımla kalp kırıyorsam burada yeri olmayan siz değil benimdir zaten.
Hoşçakalın.
Yorumları okudum da eleştirmek ile hakaret arasındaki çizgiyi bilmedikleri için bazıları ağzına geleni sayıyor ve de saçma argümanlarla. Bu beni ilgilendirmez ama saygı sınırını aşmamak lazım. Başkasının eserine kendi fikirlerini sunarsın, emir verir şekilde şeyler söylemek ayrı eleştirmek için eleştirme, heleki kırıcı bir şekilde, ayrı… Rıhtım üyelerine yakışmayan bir hareket.
Öykünüze gelecek olursak: MUAZZAM! Tadı damağımda kaldı. En kısa zamanda tekrar okumak ve okutturmak istiyorum. Minik yazım yanlışları dışında gayet iyiydi. En usta yazarlar bile öyle yazım yanlışları yapıyorlar ki… Kaleminize, gönlünüze sağlık. Bu seçkide okuduklarımın en iyisiydi. Lütfen yazmaya devam edin.
Yeni seçkilerde görüşmek üzere.
🙂 Keşke yorumları silebilmek mümkün olsa. Zira bu tatsız tartışma bu öykünün altına yakışmadı. Üzerinden günler geçince daha duru görmeye başladım; elbette dinen öfkenin payı var bunda. Ben biraz daha sakin olabilirdim karşı taraf da birazcık daha yumuşak yazabilirdi yorumu. Ama olan oldu. Ben Engin Yıldırım’ın öykülerini, ifade biçimini başarılı buldum ve açıkçası başka temalarda da okumak isterim öykülerini. Lakin ben yazsam kendisi öykümü okur mu yorum yapar mı bilemedim. Üzücü olan da bu; böyle güzel bir ortamı boş yere gerdik. Olsun, bu da bir derstir diyelim.
Öykümü beğenmeniz ve güzel sözleriniz mutlu etti beni. Yanlışlarımı duymak da üzmedi bu sefer; üslup önemli.
“Seçkide en iyi olmak” 🙂 Büyük bir etiket bu, boyumu aşar ama sevindim bu iltifata; yalan yok.
Fikrimce bütün öyküler güzeldi; kötü diyebileceğim hiçbir öykü yoktu ama kimi öykü bir tık öndeydi. İkisini söyleyeyim: Süreyya Devran’ın Tuhaf Öyküsü ve Baltacı.
Kimisi şiir gibi yazılmıştı; duygu yüklüydü, onları da çok beğendim.
Kimisi özgün benzetmelerle doluydu, kiminin kurgusu çok başarılıydı, kimi şaşırtıcıydı. Hepsini sevdim.
Siz de yazın; diğer arkadaşlar da yazsın. Bu güzel oluşum devam etsin. İnşallah ben de yazarım lakin şöyle de bir gerçek var; “deniz feneri” teması çok zor geldi bana 🙂
Arkadaşım kalemine saglık hikaye cok hoş
🙂 Teşekkür ederim yorumuna. Seni gördüğüme sevindim ve öykümü beğenmene de elbette 🙂
Ahram’ın takip edildiği sahnede merak unsurunu güzel kullanmışsınız. Bunun yanında portakal çiçeği detayı hikayeyi okurun gözünde somutlaştıran sevimli bir detay olmuş. Elinize sağlık. Diğer seçkilerde görüşmek üzere. 🙂
Beğenmenize sevindim. Portakal çiçeği için bir gülücük 🙂 merak unsuru içinse … acaba ne desem? Tamam tamam, ona da bir gülücük 🙂
Şaka bi’ yana, merak unsuru önemli, bunu verebildiysem ne mutlu bana.
Diğer seçkiler için de inşallah diyelim. 🙂
Oykunu okurmen senin oldugunu bilmeden sana ait oldugunu tahmin ettim… cok begendim benim .yorumum diger arkadaslarinki kadar etkili olmasada taaa gonlumun icinden geliyor basari senin olsun zeki arkadasim kaleminde saglik ?
🙂 Teşekkür ederim. Beğenmene sevindim 😀
Üslubunuzun kendi içindeki ritmini oldukça beğendim, öykünüzün bir ayağı günümüze, öteki ayağı da eski, hikayelerin sıkça anlatıldığı mistik medeniyetlerden birine dayandırılmıştı sanki. İlginç bir atmosfere sahip güzel bir öykü, kaleminize sağlık.
Uzaylı benzetmesi mistik ayağın dengesini biraz bozsa da bunun cevabını zaten yukarıda vermişsiniz 🙂 Başka seçkilerde buluşmak üzere.
Teşekkür ederim güzel yorumunuz için. Beğenmenize sevindim.
Her yorumda öykünün farklı yanlarından bahsedilmesi ne güzel; öykü bir tane ama okur sayısı kadar yorum farkı var. Siz de öykünün ritmine değinmişsiniz. Ben tiyatro metni/oyun ve senaryo da yazıyorum kendimce. Ve o metinleri yazarken ve yazdıktan sonra sesli okuyorum. Göze güzel gelen bir metin sese döküldüğünde aynı güzelliği vermiyor her zaman. Ama hem göze hem kulağa uygunsa yazılan, o uyum sağlanabiliyorsa, metinde de ritm oluşuyor. Elimden geldiğince akıcı yazmaya çalıştım umarım başarmışımdır.
Evet, öyküde tek zaman yok. “Saç ve ruh enerjisi” kısmında mitolojiden faydalandım.
“Uzaylı”ya gelince 🙂
Merhabalar, sonuna kadar sıkılmadan okudum. Neredeyse her bölümde “Ee sonra n’oluyor?” dedim okurken. Elinize sağlık…
Teşekkür ederim yorumunuz için, beğenmenize sevindim.