Öykü

İki Harf Fazla

“İki harf fazla be çocuk, iki harf fazla…”

Hasta yatağında, bir tekerleme gibi, hep bu cümleyi mırıldanıyordu. Her gün kesintisiz gerçekleşen ziyaretlerimizde, kadim bir sır gibi, hepimizi merak girdaplarına çeken gölgeler içinde bu sözün esrarını çözmeye çalışıyor, ama cevabın yakınına dahi yaklaşamıyorduk. Neydi, iki harf fazla olan? Neden ağzından başka sözler değil de, bu gönlü kırık kelimeler dökülüyordu Halil Amca’nın?

Bu esrarengiz olaya iskeleden koşa koşa çivileme atlarcasına girdim, biliyorum. Ama Halil Amca’nın hastanedeki ilk ziyaretimizde dudaklarından sayıklarcasına dökülen bu cümleler de, buz gibi bir suya balıklama atlamışçasına, hepimizi olduğumuz yere çiviledi Halil Amca, geçirdiği kalp enfarktüsü sebebiyle, apar topar hastaneye yatırılmış, ama iyileşeceği yerde, her ziyaretimizde onu daha da kırık bir kalple bulur olmuştuk. Yattığı yerde günden güne eriyor, “İki harf fazla be çocuk, iki harf fazla.” diye diye, kendi dünyasının göçüğü altında eziliyor , sadece kendisinin bildiği bir sırrın gölgesinde saklanıyordu. Ama bizi endişelendiren kendi enkazı altında kalmasına rağmen, kurtulmak için hiçbir çaba göstermeyip, ona uzattığımız yardım ellerini de görmezden geliyor oluşuydu. Gözlerimizin önünde ölüyordu Halil Amca ve bizler de her gün sahnelenen bu trajedinin seyircisi değil mahkumlarıydık.

Halil Amca’yı, göz göre göre ölüme terk etmeme kararı aldığımız o gün, onu kahreden olayı çözmek için bir çare bulduk. Halil Amca merhametli bir adamdı. Ölüm döşeğinde dahi olsa, bir başkasının derdine duyarsız kalamayacağını bildiğimizden, onun dilini çözecek küçük, zararsız bir oyun oynamaya karar verdik. O gün aramızda, adıyla tezat oluşturacak kadar çelimsiz ve Halil Amca’nın yakıştırmasıyla marazlı olanımız Yaşar, hastaneye ziyarete bizimle birlikte gelmeyecek ve neden gelmediğine dair Halil Amca’nın dikkatini çekecek bir hikâye uyduracaktık. Muhakkak merak edecekti Halil Amca nedenini. Ve o dakikadan itibaren yapmamız gereken tek şey, zokayı yutan Halil Amca’nın misinasının hareketlerini pür dikkat gözlemek olacaktı. Meselenin aslına yaklaştıkça, oltaya gelen Halil Amca pes edecek ve bizi de, kendisini de bu korkunç çaresizlikten kurtaracaktı.

Tüm gölge oyunlarına rağmen iyi bir plandı. Ama…

Emin adımlarla ve devrimci coşkusuyla girdik odasına. Onu, beyaz çarşafın üstünde, battaniyesi yerde, gasilhanede yıkanmayı bekleyen bir naaş kadar sessiz ve hareketsiz yatar halde bulduğumuzda ürperdik. Yatış şeklini anlatabilmek ve içselleştirebilmeniz için bir cesedi tarif etmenin de ötesinde; sevdiğiniz birini, henüz ölmemişken son gördüğünüz hali ve ölüsüyle karşılaştığınız o an arasında, aklınızın kurmaya çalıştığı bağın yarattığı sarsıntıyı bilmeniz gerekiyor. Bu yatışı zihninizde ancak iki görüntü arasında, bir ömür bilincinizden silinmeyecek o karşıtlığın hatırası ile canlandırabilirsiniz. İşte, ruhumuzu böylesine tepetaklak eden bir halde karşıladı bizi Halil Amca. Henüz gerçekleşmemiş zaferimizin çocuksu neşesi arkasına bile bakmadan kaçıp gitti. Çıplak bir ölümün tüm estetikten uzak bu ulu orta, kaba haliyle baş başa kaldık.

Aradan dakikalar mı geçti, saniyeler mi, ayrımını yapamayacağız kadar geçen bir süre sonrasında, gelme sebebimiz hepimizi ensemizden yakalayıp, silkeledi. Havadan, sudan birkaç gündelik olayı ağzımızda geveledikten sonra, sanki önceden kurgulamamışçasına, en doğal konuşmamız arasında, Yaşar’ın yokluğunu dillendirdik.

“Zavallıcık, ne kadar da gelmek istemişti oysa, Halil Amca’sının yanına. Gencecik çocuk, bir anda nasıl da yataklara düşmüş, hayatı pamuk iplerinde cambazlık eder olmuştu. Hayret!”

“Aramızda Halil Amca’ya en düşkünümüz de o değil miydi? Muhakkak zayıf bünyesini darmadağın eden, anlatamadığı bir derdi vardı. Belli ki, Halil Amca’nın da üzüntüsü eklenince Yaşar yaşamaya küsmüş, bedeni de hastalıkların uğrak yeri olmuştu. Zalim hayat! Gencecik bir yüreğe karabasan gibi çökmüş, ruhunu tüketiyordu. Ah ah, ne yapmalıydı da hayatının baharındaki bir gence çare olunmalıydı?”

Bir piyes coşkusuyla, doğaçlama şeklinde, ardı ardına, Yaşar’ın başına gelen bahtsızlığı sahnelerken, Halil Amca’nın, yine bir şey mırıldandığını fark ettik. Ama, kendimizi, diyalog halinde, birbirini takip eden seslerimize o kadar kaptırmıştık ki, Halil Amca’nın ne dediğini duyamadık. Son sözlerini söyleyen birinin ne dediğini kaçırmışçasına, panik halinde başucuna üşüştük. Nefessimizi tutup, oyunumuzu da ele vermeme gayretiyle, onu şüphelendirmeden tekrar sorduk:

-Halil Amca, bir şey mi dedin?

-Hı,hı, dedim ya.

İlk kez farklı bir tepki vermişti Halil Amca. Bu kez kalbimizin gümbürtüsü kulaklarımızı sağır etti. Ama görevimizin önemiyle, ihtiyatla tekrar yaklaşıp sorduk.

-Ne dedin Halil Amca, duyamadık.

-Sadece iki harf fazla be çocuk, sadece iki harf fazla.

-İki harf fazla olan ne Halil Amca’cım?

-Özlemek

-Neden fazla?

-Ölmekten.

-Neden bunu dedin yine Halil Amca?

-Ölmesin sakın Yaşar. Çok özlerim onu da. Özlediği ölmemişse çare var. Kavuşamayacağını da sevmesin. Özlemek ölmekten iki harf fazla be çocuklar. Sadece iki harf fazla…

dedi ve yine gölgelerine saklandı.

Aslı Kaprol

15/07/1977 İstanbul doğumluyum. Yeditepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Tiyatro Bölümü mezunuyum. Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Radyo Televizyon Bölümünde Yüksek Lisans yapmaktayım. Aynı zamanda İstanbul Üniversitesi AUZEF Felsefe Bölümünde Lisans öğrenimine devam etmekteyim. Çeşitli dergilerde denemeler, öyküler, şiirler ve söyleşilerimle yer alıyorum. Kısa film çalışmalarım da dijital medyada yer almaktadır. Haber muhabirliği ile başlayan televizyon kariyerime programcılıkla devam ediyorum. Bir çocuk annesiyim.