Öykü

Matruşka

“Biliyor musun Dmitri Mendeleyev periyodik tabloyu rüyasında görmüş. Üstelik gördüğü rüyada daha önce bulunmamış elementler de mevcutmuş.” dediği günden beri çocukluğumdan beri gördüğüm ısrarcı, tekrarlayan rüyamın ne anlama geldiğini saplantı haline getirmiştim. Anlatıldığında kulağa son derece sıradan gelen sembollerle örülü rüyamın beni bir örümceğin ağında çırpınan kelebeğe dönüştüren yanıysa tüm olayların aynı sırayla gerçekleşip aynı sonla bitiyor oluşuydu. Yıllar içinde hiçbir gelişme göstermeksizin her şey tam olarak şu sırayla vuku buluyordu:

Kim olduklarını bilmediğim cisimsiz bir takım güçler tarafından kovalanıyor, Yüzüklerin Efendisi’ndeki atmosfer benzeri dağlık bir yerde, dibi bucağı gözükmeyen bir uçurumun kenarına kadar gelip o deli eden çaresizliğin yıkıcı tesirlerinin bombardımanıyla bedenimden ruhumun içine kadar delik deşik oluyor, böğrümden boğazıma hücum eden bir çığlıkla boğuluyor, ama onca çabaya rağmen kulakları çın çın çınlatacak bir haykırışla dört bir yanı inletemeden paramparça olacağımı bildiğim derinliklere doğru düşmeye başlıyordum. Nereden geldiğini bilmediğim ilkel, mekanik bir istekle kollarımı açıp aşağı yukarı hareket ettiriyor ve çırpındıkça rüzgârın kollarımı paraşüt gibi şişirip beni yavaşlattığının farkına varıyordum. Mantık sistemi kontrolündeki bilişsel süreçlerin etkisiyle bunun beyhude bir çaba olduğunu ve asla kanatlarım olmadan bu ölümcül düşüşten sağ olarak kurtulamayacağımı bilsem de içimden yükselen sesin bana “Uçabilirsin, uç hadi, uç!” demesine kulaklarımı tıkayamıyordum.

Bu aşamadan sonra esas düğüm her şeyi benim için daha da içinden çıkılmaz bir hale sokup varlığını hissettiriyordu. Kollarımla o kadar hızlı çırpınıyordum ki bir süre sonra parmak uçlarımdan alev almaya başlayıp tüm bedenimi külden bir hayalet kuşa çevirecek yangına teslim ediyordum. İşte, o anda tüm evrenin tasdik ettiği ortak bir biliş haliyle kuş olduğumu anlıyor ve ateşten kanatlarım olduğunun farkına varıyordum. Tam bu anda, alev alev yanan kanatlarımdan yayılan sıcaklığın yüzüme vurmasıyla uyanıyordum.

“Anka Kuşu bu. Kökeni Pers mitolojisine dayanan, mistik, ölümsüz bir kuş. Kendini aramayı ve yeniden doğmayı sembolize eder.” demişti babam. Kâbusumsu rüyamdan ilk bahsedişim ve onun da Dmitri Mendeleyev’in periyodik cetvelini rüyasında buluşunu anlatışının üzerinden yıllar geçmişti. Belli ki her 1700 yılda bir kendisini yakarak küllerinden yeniden doğan, Kaf Dağında yaşadığı söylenen ölümsüz bir kuş efsanesinden muzdariptim. Başıma dert olan bu sarmal rüyadan çıkış yolu bulabilmek ilk iş efsaneyi dikik didik araştırdım. Efsaneye göre Simurg olarak da bilinen Zümrüdüanka Kuşu bilgi ağacının dallarında yaşar ve akıllara gelebilecek her şeyi bilirdi. Bütün kuşlar başları sıkıştığında çözüm bulacağından emin oldukları için ona danışırlardı. Anka kuşu öleceğini hissettiği zaman ağacın kuru dallarından kendisine yuva yapar, ta ki güneş kuru dalları yakıp onu küle çevirip tekrar doğmasını sağlayana dek ölümü beklerdi. Anka Kuşu yuvasında yanarak ölür ve küllerinden yeniden doğardı. Ama bir gün, aynı benim rüyam gibi biteviye devam eden bu yanıp tekrar doğma döngüsünün dışında bir şey oldu. Kuşların başı yine dertteydi ama uzun süredir Anka Kuşunun havalandığını görmemişlerdi. Tam umutlarını kaybettikleri anda çok uzaklardaki bir ülkede Zümrüdüanka Kuşunun kanadından bir tüy buldular. Umut böyle bir simyadır işte. Mucize beklentisiyle imkânsızlıklar önce olasılıklara, mümkün hale getirilen o olasılıklar da tüm olmazları göz ardı ederek yüce amaca dönüşürdü. İnsan da böyle bir güdüleme mekanizmasının saat gibi işleyen süreçleriyle anlam katmıyor muydu yaşamına?

Bizim dertli kuşlar da tüm yaşamı kutsayan bir umutla Anka Kuşunun yuvasına gitmeye karar verdiler. Ancak Anka Kuşunun yuvasına gitmek öyle kolay değildi. Zümrüdüanka Kuşunun yuvası etekleri bulutların üstünde olan Kaf Dağının tepesindeydi ve oraya ulaşmanın yolu da yedi dipsiz vadiyi geçmeye bağlıydı. Birçok kuşun varamadan kaybolduğu yolda bahsi geçen yedi vadi sırasıyla: irade, aşk, cehalet, inançsızlık, yalnızlık, dedikodu ve ben vadisiydi. Her aşama yamandı ve çetin mücadeleler gerektiriyordu. Sadece otuz kuş bu vadilerden geçmeyi başardı. Yuvaya vardıklarında Zümrüdüanka Kuşunun otuz anlamına geldiğini öğrendiler ve kurtarıcı, bilge, mükemmel kuşun bu yedi vadiyi geçen kuşların tamamı olduğunu anladılar. Buldukları kendileriydi.

Bu sonla mutlu mesut rüyamla haldaş olacağımı sandıysanız benim gibi siz de fena halde yanıldınız. Anka Kuşu efsanesinin her detayına hâkim olmanın hayal dünyamdan maziye doğru yayılan hoş sadası dışında maalesef rüyama herhangi bir yansıması olmadı. Her gece yine çılgınca uçuruma doğru kovalanıp, o korkunç derinlikle bakışıp, yelin damarlarımı delişini hissettiğim bir düşüşle alevden dev bir kuşa dönüşüp uçamadan kan ter içinde uyandım. Tekrar etmenin öğrenme üzerindeki pekiştirici yönünün rüyam söz konusuyken nasıl bir zulme dönüştüğünü ben her gece aynı senaryonun içinde yaşayarak öğrendim. Son derece zararsız gözüken bu hikâyeyi kâbus haline getiren şey her anın bir öncekinin tekrarı oluşuydu. Hiçbir sürprize gebe olmayan bu beklentisizlik her defasında ruhumu hayal kırıklığına uğratarak küstürüyordu. Umutsuzluk lanetiyle zehirlenişimin ölümcül etkileri gerçek yaşantıma da tesir ediyordu. Beni rahatsız eden de zaten buydu. Belki rüyamda düşerek ölmüyordum ama ne kadar çırpınırsam çırpınayım yaşamama yetecek kadar da hayat bulamıyordum. Yaşamımın sınırları belli ki özetle bu cümle kadardı: Yaşamama yetecek kadar hayattan mahrumdum.

“Bir grup var. Uyku terapisi adı altında rüyalarını kontrol etmeye çalışıyorlar. Astral seyahat ve lucid rüya deneyimleri yaşadıklarını söylüyorlar. Anlatılanları duysan şaşar kalırsın. İnanılır gibi değil ama inanıp yapıyorlar. Muazzam deneyimler yaşıyorlarmış. Gidip bir görüşsen mi acaba?” 

Yaşadığım çıkmazın en yakın tanıklarından biri olan arkadaşımın ağzından dökülen bu sözlerin tınısı henüz kulaklarımdan yitip gitmeden, önceliklerimi askıya alıp, kendimi bu gruba ulaşmaya adadım. Öyle uzun bir bekleme kuyruğu vardı ki neredeyse tüm uykuları tek bir rüyaya hapsolmuş zavallı canımın sabretmeye tahammülü kalmamıştı. Anka Kuşuna ulaşmaya çalışan otuz kuş gibi bu gruba ulaşmalı ve kabız uçuş adını verdiğim bu ıkınmalı basiretsizliğe bir son vermeliydim.

O gece çabalarım karşılığını buldu. Rüyamdaki çıkmazın aksine uyku üstadı haline gelmiş rüyacılarla bir araya gelmeyi başardım. Grupla tanışmamızda beni en çok etkileyen şey kıyafetlerine kadar sindiğini fark ettiğim dinginlik haliydi. Yüzlerine yapışmış ruhani denilecek türden bir huşu seslerine de yansıyor, kısa cümleleri ve vurgulu söylemleriyle maneviyat üzerinde akıl almaz tesirler yaratmayı başarıyorlardı. Coşkun ilhamlar kadar sessizliği kullanmakta da mahirlerdi. Onlar sustukça kısa ama öz cümlelerinin etkisi içime şelale gibi akıyor, dogmatik düşüncelerin kapılarını yıkıyor ve kendimi hiç tanımadığım fikirlerle sarmaş dolaş buluyordum. Platon’nun Menon diyaloğunda Sokrates’in hiçbir bilgisi olamayan bir köleye geometri problemi çözdürmesine benzer bir yöntemle ben de içimde saklı, varlığından haberdar dahi olmadığım idraklara nail oluyordum. Ve bu kavrayışlarla derinden sarsılıyordum.

“Mitoloji toplumsal rüya, rüya ise kişisel mitolojidir.”

Rüyacı adayı olarak gruba kabul edildiğim bu ilk gün, Usta-REM adı verilen rüya rehberimle gerçekleştirdiğim başlangıç oturumunda bana ilk söylediği söz bu oldu. Her rüyanın sadece kişiye özel olmadığı ve insanlığı ilgilendirdiğine dair çarpıcı görüşlere sahip olan Carl Jung’un rüyalar hakkında öne sürdükleri hakkında epeyce bilgi sahibiydim ama tüm bu teorik bilgiler kendi rüyamı anlamlandırmama ve bir sonuca bağlayıp kurtulmamı mümkün kılmıyordu. Jung ekolünü sular seller gibi anlatma beceresine sahip oluşum pratikte acemi ve çaresiz kalışıma engel değildi. Burada yapmam gereken iki şey vardı: Bildiğim her şeyi unutmak ve ustamın talimatlarına teslim olmak.

Emret

“Kendime, ruhuma, benim ve bütünümün enerjilerine, nurda olan enerjilere sevgiyle yaklaşıyorum. Benim, ailemin ve bütünümün en iyi olasılıklarla, nurda ve hayrıma olacak şekilde rüya yollarımın açılmasını emrederim.”

“Bu niyete Askalpa deniyor. Uyumadan önce rüya aleminde bağımsız bir yaşamı olan ruhuna bu sözlerle emretmen ve rüyalarının hakimiyetinin sende olduğunu beyan etmen gerekiyor. Niyetini içtenlikle dile getirdiğinde ruhun kayıtsız şartsız itaat eder. Bilmen gereken en önemli şey nurda olmayı seçtiğin sürece hep güvende olduğun.”

Usta- REM bu koşulun üstünde ısrarla durdu: “Hep ışığı seç. Asla karanlık tarafa geçme!” Karanlık tarafta olanlar konusunda kimse konuşmasa da kâbusların anavatanı olduğu ve bazı haberci rüyalarla insanı delirten etkiler yarattığını anlamak zor değildi. O tarafa geçmeye hiç niyetim yoktu. Benim asıl derdim alev kanatlarımdan kurtulup uçacaksam uçmayı, çakılacaksam da yere çakılıp her şeye bir son vermeyi başarmaktı. Hue ışıklarla uyku için ideal hale getirilen odamda özgürleşeceğim aleme doğru yapacağım seyahat için beyaz nevresimli yumuşak yatağıma sırt üstü uzandım ve ilk kurala uyup Askalpamı dile getirdim:

 Ruhum, nurda olacak şekilde rüya alemlerimin açılmasını emrediyorum.

Oasisini Bul

“Bebekler beş, altı yaşına kadar tek bir çakradan oluşur. Enerjisel tarafı bütündür. Onların gerçekliği ve rüyası hepsi bir aradadır. Hepsini bir arada yaşarlar ve bu süreç altı yaşına kadar devam eder. Bir çocuğun hayal dünyasına dikkat eder, söylediklerini takip edersen çocuğun ruhunun hangi taraflarda hareket ettiğini görebilirsin.”

Bir bebek değildim ve rüyamı kontrol etmek için hayli çaba sarf etmem gerekiyordu. Kolay uyuyamadığımdan bana verilen tavsiyelere odaklanmak için bile yoğun gayret gösteriyordum. Önemli olan gücün bende olduğunu bilmekti. Ustamın anlattığına göre göbek deliğinden ve timustan iki enerji çıkıyor ve bu enerjiler asla rüya aleminde kaybolmaya izin vermiyordu. Pozitif rüya görmek isteniyorsa o tarafa yönlenmeyi sağlıyordu. Rüyanın tadını çıkarmamız tavsiye ediliyordu. Rüya tarafında bir şey düzeltildiği zaman bu dünyayı etkiliyor, rüya tarafında olumsuz durumlarla karşılaşıldığındaysa haber olarak kabul edilip gerçek dünyada düzeltme yolları aranıyordu. Ama tüm bu aşamalardan önce bir giriş evresi vardı ki buna Oasis deniyordu. Bu herkesin kişisel olarak yarattığı hayali bir mekândı. Son derece rahat ve huzurlu bir ortam düşleniyor, kurulan o dünyada ister kendin olarak ister bir çizgi film kahramanı ya da sadece bedensiz bir çeşit enerji olarak da var olmayı seçebiliyordun. Uykuya dalış öncesi uğranılan bilinçli bir duraktı. Derin bir gevşemeye kavuşmak için son derece etkili bir yöntemdi.

Benim Oasisim, uçsuz bucaksız gökyüzünün masmavi okyanusa karıştığı ve yemyeşil ormanların dağlara uzandığı görkemli doğada, geniş kadifeden kanatlarıyla göklerde sakince süzülen bembeyaz bir kuş olup uçmaktı.

İşte, buydu benim huzur dolu yuvam, eşsiz Oasisim…

Uyu

Rüya görmek de bir seçimdi. Benim gibi tekrarlayıcı rüya görenler kadar hiç rüya görmeyenler de vardı. Bu iki anlama geliyordu: Ya doğru yatış açısını bulamamıştın ya da farkında olmadan çocukken ruhuna rüyalarını hatırlamama emri vermiştin. Çok ender olsa da bazen ruhun kendi dünyasında kendi krallığını kurmuş olmaktan o kadar memnun olurdu ki mutlu mesut o dünyada geçinip giderdi. Kulağa zararsız gelen bu bağımsız halin gerçeklik denilen dünya yaşamına olumsuz yansımaları söz konusuydu. Ustamın, “Rüyalar hiçbir zaman yaşamdan kopuk, saçma sapan bilinçaltı çöplüğü değil, yaradılışın sırları ve kadim yaşam bilgeliğiyle dolu bir kaynaktır. Rüyalar sayesinde bu kaynakla irtibata geçip eşsiz deneyimlerle kutsanma şansına sahip olabilirsin.” sözleri karşısında heyecandan donakaldım. İnsanlık tarihinde benzersiz deneyimlerin yaşandığı sır değildi. Tesla, Einstein ve Schrodinger gibi dâhiler rüyalar konusunda ciddi araştırmalar yapmış ve gündüz rüyası denilen uyanık görü tecrübelerine günlüklerinde değinmişlerdi.

Peki, hayatta kalmak için hava, su gibi muhtaç olduğumuz uyku da neyin nesiydi? Niye her gece bilişsel yetilerimizi askıya alıp, yaşama mola verip, ölüm benzeri bir hale teslim oluyorduk? Uykusuzluk yüzünden birçok hastalığın tetiklendiği bilimsel olarak kanıtlanmıştı. Bağışıklık sistemi çöküyor, metabolizma iyi işlemiyordu. Kardiyovasküler hastalıklar oluşuyor, doğurganlık düşüyor, duygusal denge bozuluyor, Alzheimer artıyor, beyin fonksiyonları iyi işlemiyor, hafıza ve öğrenme becerisi bozuluyordu. İnsanların hayvanlardan daha gelişmiş olmaları da uykuya bağlanıyordu.

Uykuda tam olarak bize ne mi oluyordu? Usta- REM bana tüm olup biteni bir çocuğa anlatır gibi şöyle anlattı: “Gece hava kararınca beden melatonin salgılıyor ve uyku ritimlerine girme isteği başlıyor. Uyku sırasında bizi bekleyen iki faz var: REM ve NON- REM. Genelde doksan dakikalık aralıklarla REM ve NON-REM arasında gidip geliniyor, bunlar beyin ve beden regülasyonu sağlıyor. Uykuda terapiye giriyorsun. REM yani hızlı göz hareketi denilen evrede rüya görülüyor. Bir de NON- REM evresi var ki o aşamada da beyin dalgaları yavaşlıyor, Hipokampus Neokortekse bilgi boşaltımı yaparak ertesi gün için hazır hale getiriyor ve bu sayede bilgi arınması gerçekleşiyor. O gün içinde biriktirdiğin bilgileri seçiyor ve önemlileri Neokortekse yüklemek suretiyle ertesi gün için yeni alan açıyor. Ama esas mucize REM evresinde gerçekleşiyor. O aşamada beyin dalgaların gündüz olduğu kadar aktif. Ama rüya görürken kasların paralize oluyor yoksa rüyanda yaptıklarını bedeninle yapmaya çalışırsın ki bunun adına uyurgezerlik deniyor. Hani bazen karabasan bastı denir ya, onun da uyurgezerlik gibi aslında basit bir açıklaması var: Uyurgezerliğin tam aksine uyurken kasların o kadar pasifize oluyor ki uyanma aşamasında hareket edemiyorsun. Tüm o anlatılan hayaletli hikâyelerin korkunç maskesini düşürecek bilimsel gerçek işte bu kadarcık!

Bazen beyin REM evresindeyken uyanık hayattan daha aktif halde oluyor. Bu evrede derin duygular, anılar ve yüksek motivasyonlar yaşıyor, yeni bağlantılar kuruyorsun. Yaratıcı fikirler ve problem çözme buradan geliyor. REM yaşadığında ve uyandığında dünyaya farklı bakıyorsun. Bu yüzden rüya görmek çok çok önemli. Şayet rüya görmüyorsan bunun çok ciddi anlamları olabilir. Senin durumun ise daha karmaşık. Çile yumağı haline gelmiş rüyanı çözmek için buradayız. Unutma! Sana hep aynı gelse de her rüyanda küçücük de olsa mutlaka farklılaşan bir unsur vardır. Ve bu küçük değişimler çözüme giden yolun anahtarıdır. Bunu görmeni sağlayacağız.”

 Atla

Ustam gözlerimi tamamen kapattırmadan önce ruhuma ve enerjime sevgiyle yaklaşmamı ve olabildiğince gerine gerine esnememi istedi. Bir süre başıma gelen komik hadiseleri hatırlayıp kıkırdayarak gülmemin ruhuma yolculuğunda çok fayda sağlayacağını da söyledi. Bir süre dediklerini samimiyetle yaptıktan sonra yattığım yerde gözlerimi kapattım. Artık sadece ustamın sesini duyuyordum. Tamamen onu talimatlarını odaklanmış halde Oasisimde olabildiğince en rahat halime kavuşmuştum. Artık sıra daha derinleşmeye gelmişti:

“Ruhunu serbest bırak.” dedi.

 “Algıların her tarafa açık olsun ama bedenini rahat bırak. Ruhunun zihnini ve kalbini yanında götürmesine izin ver. Unutma, her zaman güvendesin. Rüyada kaybolma gibi bir durum söz konusu olamaz.” Birazdan civamsı ya da bulutumsu yumuşak bir alana geçiş yapacaksın. Orada istediğin gibi hareket edebilirsin. Oraya geçmek için Oaisisinden atlaman gerekecek. Bunu atlayarak da yapabilirsin, uçarak da… Geçiş şeklin sana bağlı. Sadece orada etrafına dikkatlice bak. Gördüklerin çok önemli. Ama öncelikle görmeyi öğrenmen gerekecek. Bunun yolu da dikkatinde saklı. 

Işığı Seç

“Hem negatif hem de pozitif tarafa açıksın ama seçim yapma özgürlüğüne sahipsin. Gerçekten nurda mısın? Olmak istiyor musun? Bu seçimi yaptıkça o taraftaki rüyalar artar. Ben hem iyi hem de kötüyü bilmek istiyorum diyorsan o zaman ikisi de artar. İki enerjiyi de çağırmış oluyorsun. Kötüyü bilmemek aptallıktır diye bir şey yok. Nurda olmak, ileri görüşlülük, keskin zekâ, yüksek algı kapasitesi sağlayarak ruhunu serbest bırakmanı kolaylaştırır ve rüyalarını değiştirir. Unutma, bir rüyanın sekiz anlamı vardır. Asla rüyanı yorumlama. Anlamaya çalış.”

 “Nurda olmayı başarmak için dünyevi yaşamında dikkat etmen gereken bazı hususlar var: İnsanlar hakkında dedikodu yapma, kötü şeyler söyleme. Birisi hakkında bir şikâyetin varsa yorum yapmadan sadece olayı aktar.”

“Karanlık taraflardan uzak dur. Hep ışıklı yolları seç. Eğlence oralarda…”

… dedi ustam.

Fark Et

Ruhun da hepimizin olduğu gibi bir hayatı var. Ruhun tek farkı istediği hızda istediği her yere kolaylıkla hareket edebilmesidir. Ruhunun seni sevdiğini hep aklında tut ve bazen kötü zannedilen rüyaların aslında birer haberci olduğunu, düzeltilmesi gereken şeyler olduğunu, enerjisel olarak düzeltildiği zaman bu hayatın da düzeleceğinin bilgisinin verildiğini lütfen hatırla. Einstein’in dediği gibi: “Bir şeyi görebiliyorsanız vardır.” Ve onlar zamansızdır. Gelecek, geçmiş kavramı yoktur. Herhangi bir zamandan herhangi bir şekilde hatta gelecekten haber alınabilir. Bu tarz şeyler oluyorsa ruhun geleceğe veya geçmişe hatta paralel evrenlere gidebilen bir hayatı olduğunu bil. Senin bir evin, bir yuvan varsa ruhun birden fazla vardır ve bu sayı kişinin çakralarının, alemlerinin ne kadar açık olduğuna göre de artar.”

“Artık fark etmeye başladın mı? Aynı sandığın rüyada aslında hep değişen ne?”

Uyan

Uyanıp hiçbir ustanın başımda talimat vermediğini hatta rüyacılarla henüz buluşmadığımı anladığımda uyku felci geçirmiş kadar paralize oldum. Bir hayale inanmış ve kendini gerçekleştiren kehanet benzeri bir tecrübe yaşamıştım. Bir umuda o kadar çok bağlanmıştım ki hiçbir müdahaleye gerek kalmadan içsel bir mekanizmayı harekete geçirmeyi başarmış, belki de kendi kendimi telkinle hipnotize etmenin yolunu bulmuştum. Ama o soru beynimi kemirip duruyordu. Bana sorulan ya da kendime sorduğum o sorunun cevabını da biliyor muydum? Aynı sandığım rüyamda aslında hep değişen neydi? Zümrüdüanka Kuşunu bulmak için yola çıkan otuz kuş gibi cevap aslında en başından beri bende miydi? Aslında hep biliyor ama görmeyi seçmiyor olabilir miydim? Yıllardır Gordion düğümü haline gelen rüya labirentinden çıkış anahtarı ben miydim? Tam yedi aşamalı bir yolculuk yapmış ve ilk kez tekrarlayan o rüyayı görmemiştim. Hayallerimin de ötesinde bir güzellikte, alevden, panikten uzak, bembeyaz kanatlarımla salına salına uçmuştum. Üstelik bunu tasarlayarak yapmıştım. O anda lucid rüya deneyimi yaşadığımı fark edip bu kez uyanık halde güldüm. Anahtarım ise öyle Sfenks bilmecesi gibi gizemli değil insanlık tarihi kadar eskiydi: Umut ve hayal etmek…

Anka Kuşu yanarak tekrar yaşama dönüyordu. Bense bunu artık her gece rüyalarımda yapacaktım. Umut ve hayal ederek.

Ve belki de hâlâ uyandığımı sandığım bir rüyanın içindeydim. Bir Matruşka bebeği gibi her şey hep iç içe…Çokluk içinde aslında hepsi bir.

Kim bilir?

Aslı Kaprol

15/07/1977 İstanbul doğumluyum. Yeditepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Tiyatro Bölümü mezunuyum. Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Radyo Televizyon Bölümünde Yüksek Lisans yapmaktayım. Aynı zamanda İstanbul Üniversitesi AUZEF Felsefe Bölümünde Lisans öğrenimine devam etmekteyim. Çeşitli dergilerde denemeler, öyküler, şiirler ve söyleşilerimle yer alıyorum. Kısa film çalışmalarım da dijital medyada yer almaktadır. Haber muhabirliği ile başlayan televizyon kariyerime programcılıkla devam ediyorum. Bir çocuk annesiyim.