Öykü

Ölüm ve Hayaller Yazar

Gizli bir yaşam sürmek ne kadar zor olabilirdi? Gerçekte kim olduğunu ömrün boyunca yalnızca bir avuç insanın bilmesi nasıl bir his verebilirdi? Muhtemelen çoğu insan için bu, her şeyden çok daha fazla acı verici olurdu. Hatta ve hatta hayal kurmalarının en büyük engeli de olabilirdi. Neyse ki bu tarz varsayımlar benim için asla gerçek olmamıştı ve asla da olmayacaktı. Sonuçta, ışığı getirmek de karanlığın öncüsü olmak da kaderimde vardı. Tabii bütün bunları anlamam uzun yıllarımı alacaktı.

Kim olduğumun önemli olduğunu sanmıyordum ancak insanlar beni o zamanlar yalnızca tek bir isimle tanıyorlardı. Helen, işte bu isim ayın ve güneşin dostluğunu kazanmış olan kişiye, yani bana aitti. Kötülerden daha acımasız ve iyilerden daha merhametli olduğum söylenirdi. Tek bir bakışımla milyonlarca kişiyi öldüren ve masumları korumak için canını vermeye hazır olan birisiydim sadece.

Yaşadığım olayların hangi evrende, hangi yılda gerçekleştiğini bilen yoktu ancak buna inanmak için sebebe de ihtiyaçları yoktu. Yine de ben, bütün anılarım etrafımı kuşattığı için her şeyi çok net bir şekilde hatırlıyordum. Söylenen bütün sözler, duyulmak istenen ve kaçınılan sesler, şahit olunan olağanüstü manzaralar, ölüm kokan hatıralarımda gizliydi.

Başlangıç zamanını söylemek zordu çünkü doğumumla birlikte her boyutun değişimine ve de geleceğine yön verir olmuştum. Zamanla büyürken daha da güçlenmiş ancak duyguların getirdiği zayıflığı yok edememiştim, bu yüzden de gerçek hislerimi bir sır olarak saklayıp yoluma devam etmeyi tercih etmiştim.

Henüz çok genç olduğum sıralarda, annem beni korumak için can verdiğinde en büyük kardeşim, yani ablam tarafından nefret edilerek yaşamayı öğrenmiştim. Yanımdan ne olursa olsun ayrılmayan abimse kararsız ve endişeli bakışlarla sessizliğe karışmıştı, bense bunun da zamanla geçeceğini kendime söyleyerek bir parçamı daha karanlığa gömmüştüm. En küçük kardeşim ise her yaptığımı örnek alırken, benden yalnızca sevgi görmeyi umarken ellerime bulaşmış olan milyonlarca kişinin kanıyla onun yanında durmaya cesaret edememiş ve adı bile duyulmamış olan boyutlara gitmeye karar vermiştim.

Diğer güç kullanıcıları gibi farklı boyutlara gitmek için büyülü eşyalara ihtiyacım yoktu çünkü bir boyuta portal açmak, okyanustaki ucu bucağı görünmeyen suları kontrol etmek ve yıldırımları yönlendirmek benim için çocuk oyuncağından farksızdı. Fakat gerçek gücümün insanların vücudunda dolaşıp duran kanı ve görülmemiş eşsiz zihinleri kontrol etmek olduğundan neredeyse kimsenin haberi yoktu.

Hiç düşünmeden çıktığım o yolculuklarda öğrendiğim en iyi şey, güçlenmek için acı çekmenin gerekli olduğuydu. Doğruları bilmek istediğimde söylenen yalanlardan başka bir şey duyamaz olmuştum, güvenmek istediğimde en beklenmedik anda ihanet edilen kişi haline gelmiştim, ağlamak istediğimdeyse gözlerimden yalnızca kan aktığını öğrenmiştim.

Yüzyıllarca süren savaşlardan ve dile getirilemeyecek olan o işkencelerden sonra ölmek istediğim anlar hiç olmamış mıydı? Asla çünkü hayatta olduğum müddetçe başkalarının hayatına dokunabilme ve seçilen yolları değiştirebilme imkânına sahiptim. Ölüp ölmemek aslında umurumda değildi, elbet bir gün gözlerimi açmamak üzere kapatacağım bir anın geleceğini biliyordum. Sadece hayattayken sahip olduğum zamanı en iyi şekilde değerlendirmek istiyordum, hepsi buydu.

Onca felaketin arasında başka bir şey yaşanmamış mıydı? Elbette yaşanmıştı. Mesela doğduğum andan itibaren yanımda olan, yüzyıllardır beni bir an olsun yalnız bırakmayan dostum, sırdaşım, beni ben yapan en değerli yoldaşım bir hayale sahip olana kadar beni bir an olsun yalnız bırakmamıştı. Tam her şeyin mükemmel olduğunu ve neyin peşinden gitmek için istek duyduğumu anladığım anda o kişi de yok olmuştu. Melviro adı verilen, upuzun dalları olan, gümüş yapraklı bir ağacın altında, ay ışığının en parlak olduğu anda ellerimde can vermişti. Yine beni korumak için ölen birisinin tebessüm eden yüzünü görmek zorunda kalmıştım. Yine canımdan çok değer verdiğim birinin ardında herkesi yok etmek isterken bulmuştum kendimi.

Hayatım boyunca yalnızca üç kez gözyaşı dökmüştüm. İlki doğduğum gün, ikincisi annemin ölüşüyle büyüdüğümü anladığım zaman, sonuncusuysa yoldaşımın ölümüyle neredeyse kimseye sevgi duymadığımı, böylesine özel bir duygudan asılardır mahrum kaldığımı fark ettiğim o acınası andı.

En nihayetinde birilerinin umut ışığı ve birilerinin de ezeli rakibi olmaktan yorulduğumu anladığım anda uzun süredir uğramadığım o yere, yani evime geri dönmüştüm. Neyse ki koskoca malikânede benden ve kâhyalardan başka hiç kimse yoktu. Şanslı olduğumu düşünmeye başladığım andaysa benden yalnızca birkaç yaş büyük olan abim çıkagelmişti.

Uzun yıllardır görmediğim kardeşimle karşılaşınca anlık olarak bir duraksama yaşamıştım. Benim ona söyleyecek bir sözüm yoktu ancak anlaşılan o ki, onun bana söylemek istediği çok şey vardı. Abimden nefret ediyor değildim, zaten tarih ne kadar değişirse değişsin nefret ettiğim tek bir kişi olmuştu, neticede aileme karşı olan hislerim bir balon misali sönüp gitmişti. Hâlâ benim için önemli olsalar da bana yabancı olduklarını düşünmeden edemiyordum.

Milyarlarca farklı evrendeki kişiler tarafından ulaşılmak ve konuşulmak istenen insanların başında geliyorduk ancak en son kendi aramızda ne zaman yüz yüze konuştuğumuzdan bile emin değildim. Bizdeki aile kavramı biraz farklıydı sanırım. Herhangi birimizin başı dertteyken tabii ki de ona yardım ederdik çünkü bize bizde başkasının zarar vermesini istemezdik. Sonuç olarak ailemle ilgili önemli olayları yalnızca dolaşan söylentilerden duyduğum kadarıyla biliyordum. Kaç kez tehlikeli durumlarla karşılaşırsak karşılaşalım ölmemize ramak kalmadığı sürece de yardım istemezdik, yani bu yüzden benim onlarla görüşme fırsatım olmamıştı çünkü yanımda kıymetli bir dostum vardı. Artık o da gittiğinde daha dikkatli olmak zorundaydım.

Dışarıya çıkıp çıkmamak arasında kararsız kalmışken abim sakinlikle yanıma gelmiş ve gözlerini gözlerime kilitleyerek “Duyduklarım doğru mu, o gerçekten de öldü mü?” diye sormuştu.

Hiçbir duygu belirtisi gösteremezken tek diyebildiğim şey basit bir “Evet.” olmuştu.

Ailemdeki herkes onu severdi çünkü yıllarca bizimle birlikte yaşamış ve sayısız kez bizlere yardım etmişti. Yani abimin bakışlarından geçen hüzün duygusunun sebebini anlayabiliyordum. Hatta annem olsaydı çok daha fazla üzülebilirdi, sonuçta beni ona emanet edecek kadar çok güvenip değer verdiği birisiydi.

Abimin bir eli ensesine giderken “Anladım. Pekâlâ, doğruyu söylemek gerekirse çok doğru bir zamanda geldin. Yaklaşan turnuvaya katılmak için yanımda aileden birisini götürmem gerektiğini biliyorsun. Ablam ve ufaklık hâlâ dönmediği için bunu senden istemek zorundayım, turnuvada bana eşlik eder misin?” dedi.

Neden önce iyi olup olmadığımı sormadığını biliyordum. Sebebi basitti, iyi olmadığımı zaten kendisi de biliyordu ve bu isteği, aklımı olanlardan uzaklaştırmak için sadece bir bahaneydi. Bahsettiği turnuvaya yalnızca en güçlü savaşçılar katılırdı ve farklı boyutlardan gelen binlerce kişi arasında ölümüne yapılan bir yarışa dönüşürdü, etraftaki vahşetin gerçek olup olmadığını sorgulamaya başladığınız anlar ne yazık ki kaçınılmazdı. Yalnızca 4 yılda bir gerçekleşen bu turnuvaya ailemiz her seferinde davet edilirdi. Benim ilgimi çekmediği için daha önce katılmamıştım, üstelik bunun için vaktim de yoktu fakat bu kez katılmakta bir sorun görmemiştim. O yüzden cevabım gayet hızlı ve net olmuştu.

“Madem sordun, o halde teklifini kabul ediyorum. Geleceğim.”

Ah, ama bu kararımın benim için bir dönüm noktası olacağını nereden bilebilirdim ki? Doğru kişiyle en yanlış zamanda tanışacaktım ve bu, kaderimi alt üst edecek olan kapıyı aralayacaktı.

Öyle bir dost hayal edin ki geçmişi yüzünden gülümsemeyi unutmuş, mahzun bakışları yüreğinizi kanatan, hiçbir şey yapmasa bile ışık yaymasına rağmen bunun farkında olmayan ve yalnızca sizin yanınızdayken dünyanın aydınlandığını düşünen, ömrünüzde gördüğünüz en saf kişi olsun. İşte o, bütün mücevherlerden bile çok daha kıymetli olan kişiyle gerçekten tanışmıştım.

En çok sevdiğiniz kişiye ufak bir zarar dahi gelmesin istersiniz ya hani, ona bir şey olma düşüncesi bile içinizi titretirken o kişiye en büyük zararı veren kişi siz olsaydınız ne hissederdiniz? Ben söyleyeyim, yüzyıllardır yaşadığım acılardan çok daha şiddetli bir ıstırap yaşamanıza, kalbinizin geriye tek bir toz zerreciği bile kalmayacak şekilde parçalanmasına yol açıyordu.

Onunla geçirdiğim zaman boyunca sızlayan yaralar, zihnimdeki dibi görünmeyen karanlık sular ve susmak bilmeyen çığlıklar ansızın yok olup varlıklarını unutturuyorlardı. Ruhumun özgürce şarkı söyleyişini ve kalbimin zarafetle dans edişini hissedebiliyordum. Bunları ona söyleyemesem bile onun da aynı şekilde hissettiğini çok iyi biliyordum.

O, benim güneşim olmuşken ay ışığına hasret kaldığımı nasıl dile getirebilirdim ki? Ölen birisinin yerini onunla doldurmak istemediğim için ondan uzak kaldığımı söylersem incinmez miydi? Gözyaşlarının çizdiği geleceğe doğru yürümek için kim istek duyardı ki?

Feci halde her şeyi elime yüzüme bulaştırdıktan sonra bildiğim en iyi şeyi yapmış, kimsenin haberi olmadan çekip gitmiştim. Fakat bu da bir fayda etmemişti çünkü peşimdeki kişi oldukça inatçıydı ve benden vazgeçmek gibi bir düşünceye de sahip değildi. Onu ne kadar kırsam da incitsem de hiçbir şey olmamışçasına beni arayıp durmuştu.

Varmış olduğum yeni boyutta o beni bulmadan önce aklımdan geçenler tam olarak şuydu:

En son ne zaman yıldızları seyretmek için vakit ayırmıştım? Ne kadar süredir rüyalarımı hatırlayamadığım için üzülmeye başlamıştım? Sakince şehrin sesini dinlemeyeli kaç yıl olmuştu ki? Hatırlayamıyordum ancak yıllar sonra kendimi biraz daha huzurlu hissediyordum.

Zaman zaman kalbime tuhaf bir ağırlık çöküyor, sebepsizce ağlamak istiyordum. Bu çok garipti çünkü bunlar benim yaşayacağım türden şeyler değildi. Sonuç olarak aklıma tek bir sebep geliyor ve onun iyi olup olmadığını merak ediyordum. Sırf bu yüzden geri dönmek istediğim anlar bile olmuştu. Fakat öyle bir şey yapacak olursam şimdiye kadar yaşadıklarımın hiçbir anlamı kalmazdı ki. Pekâlâ, geçmiş geçmişte kalmıştı ve seçimimin sonucuna katlanmak zorundaydım.

Hiç alışık olmadığım bir dinginliğe ayak uydurmayı nihayet başarmıştım. Şimdi ise sakince ölümün beni kucaklamasını beklemeliydim. Off, geçmişte böyle bir noktaya geleceğimi söyleselerdi muhtemelen buna inanmazdım. Fakat gelecek, tahminlerimizin çok daha ötesinde olabiliyordu işte.

Bazen ama sadece bazen, haklı olmaktan nefret edebiliyordum. Orada onunla karşılaştığımda bana söylediği sözlerin hâlâ arada sırada kulaklarımda çınladığını hissedebiliyordum. Nedenini anlayamadığım bir şekilde nefes nefese kalmışken beni gördüğü anda göz bebeklerinin titreştiğine yemin edebilirdim. Onu karşımda gördüğüm andaki şaşkınlığımı ise tarif edemezdim.

Bir süre öylece bakakaldıktan sonra “Senin burada ne işin var?” diye sormuştum. Yıllar sonra gördüğün birisine söylenmesi gereken ilk şey de buydu ya zaten(!)

Yavaş adımlarla yanıma yaklaştığında ilk önce elini sakince bana doğru uzattı, dokunmak istiyordu ama beni incitmekten çekiniyordu. Onu anlamak hiçte zor değildi ancak incinen asıl kişi oyken gözlerinde ki bakışlar nasıl kadar içten olabilirdi?

Tuttuğu nefesi bırakırken elini de indirmiş ve sorduğum soruyu görmezden gelerek “Bunun gerçek olduğuna inanamıyorum… Seni ne kadar uzun süredir aradığım hakkında bir fikrin var mı?” demişti.

Onunla konuşmanın faydasız olacağını bildiğim için yalnızca arkamı dönmüş ve “Gitmek zorundasın. Kaybolmuş birine yardım edemez, yol gösteremezsin.” diye karşılık vermiştim.

Tam adım atacağım esnada ise her zamanki kadifemsi sesi dolmuştu kulaklarıma.

“Hep mi böyle olacaktın? Hüznün ne zaman bir son bulacaktı? Yorulduğunda ve her şeyden bıktığında düşersen seni kaldırırdım, zihnindeki karmaşada boğulursan da kurtarırdım ancak kaybolduğunu söylersen yalnızca aramaya mahkûm kalırdım. Sorduğun soruların cevaplarına sahip değildim ama sana yardım etmek için her şeyimi verirdim!”

Nefes almaya cüret edemezken tek yapabildiğim şey sessizce onu dinlemeye devam etmekti. Ördüğüm duvarları kırmasına izin veremezdim, vermemeliydim.

“Korktuğunu biliyorum, her ne kadar belli etmesen de bir darbe daha alacak mecalin kalmadı. Kaçıyordun ve bu konu hakkında bir söz söyleme hakkına sahip değilim fakat benden de kaçarsan kurtardığın o renksiz dünyaya beni geri iterdin. Henüz düşündüğün kadar güçlü değilim, karanlığa son verecek kadar parıldayamayabilir ve seni hayal kırıklığına uğratabilirim. Böyle bir şeyi ise kaldırmamın imkânı olmadığını bilirsin. Lütfen sadece biraz daha sabret. İstediğin her şeyi verecektim, hayallerini gerçeğe dönüştürecek ve asla tahmin etmediğin kadar büyüleyici bir ışıkla yolunu aydınlatmak için gelecektim. Sadece biraz daha bekle, seni kurtarabilirdim, bunu yapabilirdim!”

Bu adil değildi… Aklımdan geçen her şeyi bilen, verdiğim değeri sonuna kadar kendi lehine kullanan biriyle nasıl başa çıkabilirdim ki?

Hızla ona doğru dönüp cevap vermeye hazırlanırken aklımın ucundan bile geçmeyen bir şey olmuştu. Yıllar önce öldürdüğümü sandığım güç kullanıcılarından birisi yaydığı tehlikeli aurayla yalnızca birkaç metre ötemizde duruyordu. Masumların hayatlarına son vermekten zevk alan ve kimsenin durdurmaya cesaret edemediği, Ölüm Lordu olarak anılan kişi bir kez daha karşıma dikilmişti. Ne yani, onun için yapılan o aptalca ayinler gerçekten de onun dirilmesine mi yol açmıştı?!

Yüzünden hiç silinmeyen tiksindirici gülümsemesiyle saldıracağını anladığım anda yanımdaki kişiyi tuttuğum gibi arkama saklarken onu ilk gördüğümde neden nefes nefese olduğunu da anlamış oldum.

Ölüm Lordu eskisine oranla çok daha güçlü duruyordu ve bense savaşmak için en berbat anı yaşıyordum. Uzun süredir güçlerimi kullanmamıştım ve bu yüzden güçlerimi arsızca kullanmaya çalıştığım andaysa bedenim buna müsaade etmeyecekti.

“Arkadaşın seni bulmamı baya kolaylaştırdı, ona teşekkür etmeliyim. Şimdi, intikam almak için geri döndüğüme göre seni nasıl öldürmeliyim. Bir fikrin var mı?”

Hah! Mezarında olmalıydın, senin gibi kaybetmişlerle ilgilenmiyorum demeyi her ne kadar çok istesem de imkânların buna el vermemesi fazla can sıkıcıydı.

“Ölüm Lordu, tarihin kendini tekrar etmeyeceği ile ilgili sözleri fazla ciddiye aldın sanırım, seni bir kez daha toprağın altına göndermek benim için hiç sorun olmayacaktır, bil istedim.”

Fazla mı zorlama olmuştu? Bilemiyorum ama onun da gerçeği bilecek hali yoktu ya. İşte bu düşüncem de geçmişte ne kadar saf olduğumu anlamama yardımcı olmuştu. Sonuçta bu söylediklerimin ardından zar zor yutkunmama sebep olacak malum sözleri duyacaktım.

“Kahramanlar kahramanı Helen, eskisi kadar güçlü olmadığını biliyorum. Tıpkı herkes gibi… Tekrar düşündüm de bu kadar hızlı ölmen çok büyük bir kabalık olacaktır, öncelikle gözleriyle beni boğmaya çalışan şu öfkeli dostunun ölümünü izlettirmem daha uygun olacaktır.”

Duyduğum son sözler sinirlerimi anında gererken bundan sonra ne olacağını düşünmeyi bırakıp öne atılmıştım. Tabii arkamdan gelen kişiye de söyleyecek söz bulamıyordum çünkü beni yine dinlemeyecekti.

Canımın yanmasına aldırış etmeden ellerimden kopup giden yıldırımlar Ölüm Lorduna neredeyse hiçbir şekilde etki etmemişti. Dakikalar birbirini kovalarken bedenimdeki bütün kemiklerin kırıldığını hissediyordum ama buna da alışkındım yani bu noktada duramazdım!

Ölüm Lordu, yüzünden düşmeyen gülümsemesiyle bize bakarken hâlâ nasıl tek bir kalıcı hasar almamış olduğunu anlayamıyordum. Duyduğum sesle kendime gelirken saniyeler içerisinde neler olduğunu algılayamıyordum. Yüzüme sıçrayan kan bana ait değildi ama Ölüm Lordu’na da ait değildi. Yoksa… Hayır, hayır yanlış görüyordum değil mi? Zar zor nefes alan kişi o olamazdı.

Ölüm… Neden hayatımın merkezine yerleşmiş olan bu kelimeden kurtulamıyordum ki? Neden normal bir hayat yaşayamamıştım? Tek istediğim şey başkalarına yardım edebilmek, mutlu olmaktı. Ellerimi kana bulamayı, böyle yaşamayı ben istememiştim. Kahraman olmayı da acımasız olarak anılmayı da istememiştim! Yorulmuştum, herkesten ve her şeyden…

Başka birisinin daha canlılığını kaybetmiş olan matlaşmış gözleriyle, buz gibi bedeni ve sanki acı çekmeden ruhunu vermişçesine ettikleri o tebessümlere de tanık olmak istemiyordum!

Artık vücudumdan hiçbir ağrının gelmediğini fark ettiğimde gözlerimi kamaştıran o ışıkta kime ait olduğunu bilmediğim bir ses işitmiştim.

Kim olduğunu hatırla! Sen yükselmek için seçilen kişisin. Ölmek de doğmak da senin kaderin…

Gözlerimi açabildiğimde ne yaptığımı yeni fark etmiştim, güçlerim geri dönmüştü. Ölüm Lordu’nu ise bir kez daha yok etmiştim ve bu sefer bunun kalıcı olduğuna da emindim. Ama o neredeydi? Ölmüş olamazdı ve o yaralarla kaçması söz konusu bile değildi. O halde ne olmuştu?

Yaşanan bu olaydan sonraysa yollara düşüp ona aramaya başlamıştım hem de dur durak bilmeden. Kısacası rolleri değişmiştik ama benim onu bulmam çok daha uzun zamanımı almıştı.

Tıpkı o günkü gibi gözleri kör eden beyaz bir ışık ortaya çıktığında fark edebildiğim ilk şey özlem duyduğum o kadifemsi ve melodik sesti.

“Bak işte buradayım, sonunda beni bulmuştun. Her ne kadar umutsuzluğa kapılacağını sanmış olsam da asla bunu yapmamıştın ve bunun için de sana büyük bir teşekkür borçluydum. Upuzun bir ardan sonra yeniden kavuşmuş olduğumuz için çok mutluyum ve bir o kadar da huzurlu…”

Gökyüzünü anımsatan uçuk mavi gözlerinin bana kilitlenmiş olduğunu anladığımda gülümsemeden edememiştim. Ancak bu gülümseyiş pek de uzun sürmemişti.

“Artık sona gelmiş gibi hissettiğini de kararsızlık içinde olduğunu da biliyorum ancak belki de böylesi daha iyidir. Sonunda özgürlüğüne açılan kapı bu olabilir. Farkındayım, bu zor olacak ancak bunu yapabilirsin, sana inanıyorum! Yeni bir maceraya atılmanın vakti gelmişti. Eğer seni burada tutarsam mutsuzluğun ve çöküşün benim elimden olacaktı ki, bunu hiç mi hiç istemezdim. Hayallerine devam et varlığımın sebebi, belki bir gün her şey bir son bulacaktı fakat bunun için bir başlangıca ihtiyacın vardı, değil mi?”

Alnıma kondurduğu minik öpücükle en güzel tebessümünü gözler önüne sererek son cümlesini de eklemişti.

“Git hadi, ilk adımı atma vaktin geldi.”

Kalbime saplanan zehirli okun sonum olacağını düşünürken onu görmeyi beklememiştim. Önceden de söylediğim şekilde, doğru kişiyle yanlış zamanda karşılaşmıştım, olay sadece bundan ibaretti.

Zaman tıpkı kar taneleri gibiydi. Can alıcı bir güzelliğe sahipken ölümü dilettirebilecek bir katil kimliğiyle de hüküm sürebilirdi. Seçimlerimize göre kendimizi bir fırtınanın ortasında da bulabilirdik, rengârenk çiçek tarlalarında da. Zamanında hangi seçimin kurbanı oldum da gökyüzüyle karanlık denizler arasında mekik dokur hale gelmiştim acaba?

 

Şu an nerede olduğumu bilemiyordum fakat yapmam gerekenleri az çok tahmin edebiliyordum. Yine de bunlar umurumda değildi, sonuçta ben yalnızca arzuladığım şey için savaşacaktım. Özellikle de o mücevherimsi mavi gözlerle yeniden karşılaşana kadar elimden geleni yapmakta kararlıydım.

Evet, işin özü hâlâ hayattaydım ama bu ölmediğim anlamına gelmiyordu ki. Ben asırlar önce ölmüştüm ama yeniden doğmak kaderimde yazılmıştı. İstesem de istemesem de efsanelere karışmış bir kuşun ruhuna ve gücüne sahiptim. Zümrüdüanka olarak ilerleyecek ve ne kadar yorulursam yorulayım yükselmeye devam edecektim. Gerekirse de yeniden dirilirdim. Kim buna karşı çıkabilirdi ki?