Öykü

İlka

Yeşillerin ortasındaki bir göldeyim. Sessizlik huzur verici olmaktan ziyade çıldırtıcı… Delirebilirim. Suyun içinde yatıyorum. Su beyaz giysimin ince kumaşı misali tüm bedenimi sarıyor şefkatle. Huzur bu mu? Canım yanmıyor artık. Üzerimden geçen siyah yılanın kıvrımlarını bedenime özgürce sürmesine bile aldırmıyorum. En son duyduğum yankılanıyor kulaklarımda. Her güzellik bir gün sona ermeye mahkûmdur! Âşık olduğum adam söylemişti bunu bana dudaklarıma kondurduğu sıcacık son öpücükten sonra.

VOLKAN

Onu gördüğüm ilk günü hatırlıyorum. Güzelliğini… Ona bakarken elimdeki meyve sandığını neredeyse düşürüyordum. Ne kadar süre öyle kaldım bilemiyordum ama en sonunda ondan bir gülümseme çalmayı başarmıştım. Bu kasabaya geldiğimin üçüncü ayıydı. Beni bulamayacakları kadar uzak bir yerde olmalıydım. Güzellikleri yok etmek için yarışan o şehir insanlarından uzakta. Yollar aşmalıydım. Trenler, otobüsler, yol şeritleri…

Sahteliklerden arınmaya ve kaçmaya başladığım ilk anımı hatırlıyordum. Baktığım şu güzelliğin yanından bile geçemeyecek bir kadını günahlarından kurtarmaya çalışıyordum. O kadın kendini para için satmaya o denli hevesliydi ki tanıştığımızda. Barda oturmuş şarabımın bardağın içindeki yansımasını seyre dalmıştım. Rengi annemin saçlarının rengindeydi. Yoksa babamın ona elindeki vazoyla vurduktan sonra saçlarının aldığı renkte mi demeliydim? Adını bile hatırlamak istemediğim o kadın yavaşça yanıma yanaşmış ve uzun bacaklarını daha rahat görebilmem için yanlamasına oturup “Merhaba!” demişti. Dudakları kan kırmızısı bir rujun etkisi altındaydı. O ruj onu esir almıştı ama onun haberi yoktu bundan. Bilmiyordu o rengin içinde boğulmanın ne demek olduğu. Dönüp onu baştan aşağı süzerek başımla selamlamıştım, ilgilenmediğimi belirten bir soğuklukla. Ama o durmadı. Durmalıydı! Adı neydi? Hale…

Sadece benimle olacağını söylediğinde karanlık bir kış gecesiydi. Yeni boyadığı kızıl saçlarını kurutmaya çalışıyordu. Üzerinde beyaz, askılı bir atlet vardı. Ve iç çamaşırı. Boyanın kokusu midemi kaldırmıştı. Hayatım boyunca nefret ettiğim bir şey varsa o da kendini olduğundan farklı göstermek adına orasını burasını boyayan kadınlardı. Sonra o en sevdiği rengin derinliklerine çektim onu. Çünkü biliyordum asla sözünü tutmayacaktı. O ilkimdi!

Şimdi karşı kaldırımdaki şu güzelliğe bakınca tüm kötülükleri arkamda bıraktığımı fark ediyordum. Gülüşü bu ilkbahar sabahında içimi güneşten daha fazla ısıtmıştı. Kısacık bir andı bu yaşadığımız ama anlamıştım o benim aradığım masumiyetti. Hep masum kalması gerekendi o. Başını utangaç bir tavırla eğip takı dükkânından içeri süzülüşünü seyretmiştim olduğum yerden.

Bu kasabaya geldiğim anda karar vermiştim. Geçmişim yoktu. Zenginlik, bol para yoktu. Hepsi doğumumda bana konan isimle birlikte ölmüştü. Planımı öyle ince yapmıştım ki eminim şu anda arkamdan timsah gözyaşları döken ve o yaşları paramla silip ölümüme içinden şükürler eden bir sürü insan vardı. Uzak akbabalar! Ben, Volkan Kalyoncu ölmüştüm. Büyük bir şirketin tek sahibi ve varisi olan zengin ve gizemli adam elim bir trafik kazası sonucu ölmüştü.

Yanıma sadece ihtiyacım olacak kadarını almıştım. Yeni adım Eza’ydı. Garip bir isim seçmiştim kendime. Lakin söylemesi farklı bir keyif vermişti bana. Bu kasabayı tesadüfen bulmuştum. Sadece şöyle bir dolaşmak için gelmiştim. Fakat kamyonetimden inip de sokaklarını arşınlamaya başladığım andan itibaren kasaba beni kendisine mahkûm etmişti. Sakin, içten, sessiz bir yerdi burası. İnsanları dost canlısıydı. Hele o yeşilliklerle bezeli göl… Nilüferlerle kaplı, yeşilliklerin içinde, kendi zamanını yaratan bir göldü. Gölün etrafı beyaz kır çiçekleriyle çevriliydi. O çiçeklerin arasında gülümseyen gelincikler vardı. Beyaz ve kırmızının uyumunu hep çok sevmiştim. Suyla birleşen yeşilin kokusu tüm duyularımı harekete geçirmişti. Mükemmeldi. Gölün kıyısında duran banka oturup saatlerce bu manzarayı seyretmiştim. Karanlık iyice çöktüğündeyse kendime kasabada kalabileceğim bir motel bulmuş yeni hayatımın planlarını yaparak uykuya dalmıştım. Bu kez kötülük ellerime bulaşamayacaktı.

Kasabaya uyandığım ilk sabah önce kendime yaşayacak şirin bir ev aramaya başlamıştım. Bulmuştum da. Hem de aradığımdan fazlasını. Küçük bahçeli bir ev ve arkasında uzanan şirin bir sera… Gülümseyerek emlakçiye dönüp “Alıyorum.” demiştim. Hayat verecektim bu kez. Kollarımı sıvayıp çalışmaya başlamıştım. Hevesliydim. İlk kez kendi emeğimin, alın terimin değerinin farkına varmıştım. İçimde yaşayan, kanla beslenen, öldürerek çoğalan canavar sessizliğe gömülmüştü. Beni terk etmesi için dualar etmiştim adımı ölüme mahkûm ettikten sonra ve sanırım dualarım kabul oluyordu.

Sabahın ilk ışıklarıyla kalkıyor gölün derin sihrinde son bulan bir yürüyüşün ardından serama dönüp müşterilerimle ilgileniyordum. Önceleri garip karşıladıkları ve sırf kim olduğumu merak ettikleri için başlattıkları ziyaretleri artık rengârenk çiçeklerime ve hormonsuz sebzelerime dönmüştü. Onları her seferinde gülümseyerek, ellerimin toprak karasıyla karşılıyor ve keyifle uğurluyordum. Onlardan biriydim en nihayetinde. İstediğimde buydu zaten. Hiç tanımadığım bir coğrafyada, hiç tanımadığım insanların ve onların gündelik yaşantıları içinde kaybolmak!

Basit bir hayat hep dilediğim olmasına rağmen yıllarımı istemediğim okullarda okuyarak, babamın filoları hatırına önümde diz çöken insansıların arasında tükettim. Annemin kırık ruhuna tanık oldum. Gün geçtikçe kendinden kaybettikleriyle mücadelesini resimlerine döken gözü yaşlı bir kadındı benim annem. Arap prensim diye göğsüne çekip koklardı beni. Yüreğindeki acıların bir birleşimiydi koyu tenim onun gözünde. Babamın uzaklığına inat benim sevecen bir çocuk olmamı isterdi. Namuslu ve sadık bir kadındı. Her ne kadar babam o gece bunun tersini haykırıp onu kızıla boyasa da ben hep onun masumiyetine inandım. O öldüğünde on beş yaşındaydım. Onun alınıp götürülen bedenine titreyerek bakmıştım. Kulağıma ilk kez fısıldamıştı canavarım. “Her güzelliğin bir sonu vardır!” diye. Sonrasında o eve bir daha uğramadım ta ki babam layığını bulup da bir çukurun içinde geberene dek.

O gün kaldırımın karşında onu takı dükkânına girerken gördüğümde annemin bana yıllardır ilk kez gülümsediğini hissetmiştim. Masum, sıcak ve kısacık o gülümseme bana gitmem gereken yönü fısıldamıştı. Ona gitmeliydim.

Onunla tanışabileceğim yollar aramaya koyuldum kendimce. Takı dükkânını gözlemeye başlamıştım. Aslında bilerek yapmıyordum bunu. Kalbimi izliyordum. O dükkânda çalışıyordu. Her sabah aynı saatte dükkânı açıyor. Karşıya koşar adımlarla geçip benim sebze meyve verdiğim manavın yanında ki pastaneden bademli kurabiye alıp dükkânına dönüyordu. Yüzünden eksik olmayan gülümsemesiyle karşılıyordu müşterilerini. Kızıl, gür saçlarını genellikle yanından toplayıp kulağının arkasına bir gül sıkıştırıyordu. Benim dükkânın önüne bıraktığım her alışında etrafına meraklı gözlerle baktığı gülü. Gülümseyerek gülü eline alışını seyrediyordum. Ona sevgiyle dokunuşunu. Dolgun dudaklarına götürüp öpüşünü…

Çok kadın tanımıştım lakin bu öpüş kadar mahrem bir anı hiç yaşamamıştım. Dükkânı her gün aynı saatte kapatıyordu. Bütün komşularına tek tek iyi akşamlar dileyip iki sokak aşağıdaki evine gidiyordu. İkinci kattı evi. Bazen bir köşeye sinip gölgelere çekilerek onu seyretmeye devam ediyordum. Üstünü değiştirmesini, çiçeklerine bir bir öpücükler kondurup tüm şefkatiyle onlarla ilgilenmesini, gece yarısı ışıklarını söndürüşünü… Gözlerimi kapadığımda onun uyurken aldığı huzurlu nefesleri bile duymaya başlamıştım. Ben onun hayatının tam ortasındaydım sonunda. Artık onunda benim hayatıma tutunmasının zamanı gelmişti. Her şey planladığım gibi gidiyordu.

Ertesi sabah takı dükkânına gittim. Elimde pembe bir gülle… Masumiyetin, salt sevginin rengi pembeydi bence ve onun yanaklarına en çok uyan renkte buydu. Kapıda ki çıngırak benim geldiğimi söylüyordu. Tezgâhın arkasındaki bölmeden gökkuşağının renkleriyle bezenmiş perdeyi aralayarak geldi masumiyet. Gülümsüyordu. Üzerinde krem rengi çiçekli bir elbise vardı. Diz kapaklarında bitiyordu etek kısmı. Minik babetler giyinmişti. Çok güzeldi. Gülümseyerek yanıma yanaşıp”Merhaba, nasıl yardım edebilirim?” diye sordu. Donup kalmıştım. Bahar havası bile içimdeki soğukla başa çıkamıyordu. Ya o da diğerleri gibiyse sorusu beynimi kemirirken ne kadar süre öylece yüzüne bakarak kaldım bilmiyorum. Narin eliyle koluma dokunup”İyi misiniz?”diye sorduğunda derin bir nefes alıp kendimi onun kokusuna hapsettim. Başımı sallayıp”Kusura bakmayın. Zor bir gündü.”diyebildim. Gülümsedi yeniden. Dudakları ne güzeldi gülümsediğinde. Ne olur diye dua etmeye başladım masum olduğunu söyle. Ölmen gerekmesin! Düşüncelerin yeniden beni kuşatmasına izin vermemeye çabalayarak konuştum. “Ben güzel bir kızı yemeğe davet etmek istiyorum. Ama henüz tanışmadık bile.” Yüzü anlayamadığını belli eden bir ifadeyle yanıyordu. Kaşlarının arasındaki çizgi belirginleşmişti. Bunu kaygılandığında yapıyordu. Bir süre susup onu seyrettim. Sonra devam ettim.”Ona güzel bir toka hediye etmek istiyorum. Fakat ben nasıl bir şey olması gerektiğini bilmiyorum.”

Gözlerime baktı o an. “Tamam, şöyle yapalım.”dedi ve ellerini kavuşturup onu takip etmemi isteyerek tokaların olduğu yere doğru ilerledi. Küçücük elleriyle tokalara dokunuyor bazen de başını kaldırıp bana gülümsüyordu. Birden tam önümde durdu ki aramızda sadece bir iki santim vardı, sordu.”Adını biliyor musunuz?” Başımı hayır anlamında sallayınca dudaklarını büzüp tokalara bakmaya geri döndü. Bu hareketi yapınca gamzeleri belirginleşmişti. İçimden kahkahalar atmak istedim. Onun baktığı yöne doğru eğilip “Adını bilmiyorum henüz ama gülleri çok sevdiğini biliyorum.” dedim. Sonra dediğimden pişman olup cümlemi toparlamaya çalıştım. Vücudunu dikleştirmiş bütün dikkatini bana vermişti. “Yani ben elinde sürekli gül görüyorum. Bende bu kasabada yaşamaya başladım. Sebze, meyve yetiştirdiğim bir seram var. Onu görüyorum. Neredeyse her gün…” Başımı yere eğip tepkisini bekledim. Yavaşça gözlerimi ona doğru çevirdiğimde gülümsediğini fark ettim. “Bir dakika!” deyip hızla ilerlediğinde endişeyle beklemeye başladım. Poşet hışırtılarını dinliyor bir taraftan da dükkânı inceliyordum. Her yer ışıldıyordu. Kadınlar kendilerine güzellik silahını sekçiklerinden beri bu yaratıklar onların dünyanın masumiyetini bozmalarına yardımcı oluyorlardı. Sonra öncesinde tanıdığım ve saflığa uğurladığım kadınlar geldi aklıma. Hepsi bunları takıp takıştırıp beni kandırmaya çalışmışlardı. Param vardı çünkü.

Geri döndüğünde elinde kırmızı gül şeklinde minik bir toka tutuyordu. Klipsi olan tokayı avucumun içine bıraktı hevesle.”Bunlar bugün geldi.” Gözleri ışıldayarak bana bakıyordu. Başımı tokadan kaldırıp gözlerine çevirdim. “Fazla sade değil mi?” diye sordum. “Hem nasıl takacak ki bunu?” Tokayı elimden alıp saçına götürdü. Kızıl saçlarındaki tokayı çıkarıp onları eliyle bir yana topladı. Büyülenmişçesine seyrettim bu sahneyi. Annemin her gece saçlarını taramalarım geldi aklıma. Yalvarırdım ona.”Ne olur anne ben tarayayım bu gece de saçlarını. Çok güzeller!” Dolan gözlerimi ondan gizleye çalışarak kırpıştırdım. Fark etmiş miydi? Tokayı saçlarına nazikçe yerleştirip “İşte!”diye gülümsedi. Bende gülümsedim dolan gözlerime inat. “Alıyorum.”dedim.

Kasaya doğru yürüdük beraber. Çekingen bir tavırla”Şanslı bir kızmış.”dedi. Gülümseyip”Adım Eza!” dedim.” Hayır, şanslı olan benim.” Parayı uzattığımda onu kasadan nasıl uzaklaştıracağımı düşünüyordum. Utangaç bir tavırla “Benimki de Semina.” dedi. “Tanıştığımıza memnun oldum. Kekeleyerek ”Aslında bu tokadan bir tane daha almak istiyorum.’diyebildim. Parayı kasaya yerleştirip başını salladı. Hızla depo olarak kullandıkları odaya yönlendi. Bende hemen onun için yazdığım notu, tokayı ve gülü tezgâha bırakıp dışarı çıktım. Şimdi yapmam gereken tek şey kalıyordu. Onu davet ettiğim yerde beklemek!

SEMİNA

Onu ilk görüşüm iki ay öncesine dayanıyordu. Kasabamız küçüktü. Her yeni yüz fark edilecek kadar küçük. Ama kocaman bir şehirde bile yaşasam o dikkatimi çekerdi zaten. O kadar hoştu ki! Bir erkek için kurulabilecek en absürt cümle olacak belki ama, o çok güzeldi. Çikolata rengi teni, o aşk romanlarında okuduğum adamlarınki kadar düzgün bir vücudu ve kıvırcık uzun saçları… Saçlarını arkadan toplardı genelde. Gülümsediğinde yanaklarındaki çukurlar belirginleşir onu sevimli bir çocuk gibi gösterirdi. Elleri incecik, narin ve her daim temizdi. Biliyordum çünkü dükkânın karşısında her belirişinde onu seyretmekten alamıyordum kendimi. Tüm o anların içinde sadece bir kez bana bakarken yakalamıştım onu. Elinde bir meyve sandığı vardı. Kahverengi gözleri kalbimi yerinden söküp alırken mahcup bir edayla gülümsemiştim. Yüzümü al basmıştı.

O gün dükkânda görünce elim ayağım birbirine dolanmıştı. Kalbimin atışını kontrol edebilmek için derin derin nefesler almış, o konuşurken dualar etmiştim. Utangaç bir adama benziyordu. Tam artık tanıştık derken kurduğu cümleyle dünya başıma yıkılmıştı. Beğendiği bir kız vardı ve onun için toka almak istiyordu, öyle mi? Yüzümün aldığı rengi saklamak adına depoya gitmiştim. Yanaklarımdan süzülen yaşı silip, “Ne yapalım, kader işte…” dedikten sonra kırmızı gül şeklinde bir toka getirmiştim ona. Kasaya gelip parayı ödemek üzereyken bir tane daha istemişti aynı tokadan. Tekrar depoya gidip döndüğümde gitmişti.

Tokayla beraber tezgâhın önünde duran zarfa bakakaldım bir süre. Sonra cesaretimi toplayıp zarfı açtım. Sanırım hiç bu kadar mutlu olmamıştım. Zarfın içinde bir not vardı. Şöyle yazıyordu.

“Semina, lütfen çekingenliğimi ve seçtiğim yolu bağışla. Senin güzel yüzüne bakarken yapamayacağım yemek teklifini, beyaz bir sayfa ve siyah bir mürekkeple yapma yolunu seçtim. Lütfen tokayı hediyem olarak kabul et. Sende çok hoş duruyor. Benimle bu akşam saat sekizde “Göl Restoran da yemek yemek ister misin? Seni bekliyor olacağım.

EZA”

VOLKAN

Derin bir nefes alıp ayna da kendime baktım. İyi görünüyordum. Dalıp gittim birden. Annem geldi odama. “Volkan, benim Arap prensim kızlar senin için birbirlerini öldürecekler.” Görüntü yerini yalnızlığıma terk ettiğinde fısıldadım annemin hayaline. “Gerek kalmıyor anne, ben onları öldürüyorum zaten…” derin bir nefes alıp restorana doğru yola koyuldum. Gece güzeldi. Ay gökyüzünde tüm gövdesiyle raks ediyordu. Çocukken dinlediğim masallarda annemin anlattığı gecelere benziyordu bu gece. Ve ben artık iyi kalpli prensesimi bulmuştum. Keşke onu daha önce tanısaydım. Belki bu kadar kire bulanmazdı ellerim!

Restoran gölün baktığı bir tepenin hemen üzerindeydi. Yürüyerek göle gitmek buradan biraz zahmetli olabilirdi belki ama burada oturup seyretmek keyifliydi. Hele de romantik bir akşam yemeği için. Kapıdan içeri girdiğimde görevli beni önceden ayırttığım masama götürdü. İçecek bir şey isteyip istemediğimi sordu. Limonlu su istedim. Yere kadar uzanan camdan dışarıdaki harika manzarayı seyre daldım. Ay gölün üzerinden yansıyor ve sanki birazdan onun serin sularına kendini bırakacakmış gibi görünüyordu. Ağaçlar da onlara yumuşacık bir yatak olmak için kendilerini hazırlıyorlardı sakin esen rüzgar eşliğinde.

Başımı çevirip saatime baktım. Yarım saat önce gelmiştim. Restoran boş sayılırdı. İçeride yemeklerini bekleyen birkaç çift vardı. Konuşmalar ve yükselmesin diye dikkat edilen kahkahalar duyuyordum. Hayatın akıp gittiğini unutmak üzereydim bu yerde. Her şey öyle sakin, öyle lirikti ki…

Garsonun getirdiği suyumu yudumlayarak manzaraya çevirdim kafamı. Beklemek güzeldi. Saat sekizi vurduğunda Semina kapıda belirdi. Uzun kızıl saçlarını topuz yapmış, tokasıyla tutturmuştu. Siyah, kolları tüllü minik bir elbise vardı üzerinde. Omzuna kırmızı bir hırka asmıştı. Yüzünü boyamamıştı. Ayağında yine şirin babetleri vardı. Çok güzeldi. Gülümseyerek karşıladım onu. Yüzünde utangaç bir ifade vardı. Elimi uzatıp minicik elini avucumun içine aldım. “Hoş geldin Semina. Umarım yemek davetimin şekli sana itici gelmemiştir.” Yüzü kızardı bir anda. Elini elimden kurtarıp ensesine koydu. “Hoş bulduk. Hayır, itici değildi. Aksine çok hoşuma gitti.” Tüm restoran aydınlandı bir anda. “Lütfen, otur.” Arkasına geçip onun için sandalyesini masaya ittim. Garson aramızdaki utangaç sessizliği fırsat bilip yanımıza koşturdu. “Hoş geldiniz, efendim. Sizin için bu gece ne yapabiliriz?” sıkın bir ifadeyle garsona döndüm. “Özel bir menünüz var mı?” diye sordum. Aslında içinden geçen “Koşarak gidip kendini göle at münasebetsiz!” demekti lakin yapmadım. Kabalık olurdu.

Yemek keyifle, kahkahalarla geçti. Hayatınızın büyük bir kısmını yalanla tüketmişseniz gerçeği gördüğünüz anda anlıyordunuz. Sizin yüzdüğünüz yalan denizinin balçığına benzemiyordu suları. O kadar ferahtı ki alışkın olmayan yanınız önce inkâr ediyor sonra sıcaklığına alışıp kendini o denizin billur sularına bırakıyordu. Bende öyle yaptım. Semina bana kendi küçük dünyasını anlattıkça ben kendimi onun sularına bıraktım. Gülümsedim. Kahkahalar attım. Onu da güldürdüm bu halimle. Yemek bitip de restorandan ayrıldığımızda onu evine bıraktım. Yanağıma kondurduğu minicik öpücüğün onun yüzündeki ala dönüşmesini seyrettim. İçimde çok derinlere gömülü masumiyet uyanmaya başlamıştı galiba. Bunu hem korkuyla hem de heyecanla karşıladım. Semina ile hayatımı temize çekecektim.

Eve varıp da uykunun kollarına sığındığımda gülümsüyordum lakin yaptıklarınız sizi en zayıf olduğunuz anda yakalayıp hesap sorardı. Kâbusum ne garip ki yaptıklarımın yeniden gösterimiydi. Beyaz, zamanın ve mekânın olmadığı bir yerde duruyordum. Hiçbir şey yoktu etrafta. Yalnızca bir ayna vardı. Tedirgin adımlarımla aynaya yaklaşıp, görünmeyen bir koltuğa oturdum. Siyahlar içindeki yüzüm karşıladı beni. Sonra yüzüm sakince dalgalar halinde kaybolup ilk cinayetimin resmi döküldü aynaya. Kızıl saçlı, bol makyajlı bir ayağında hala çivi topuk ucuz ayakkabısı olan bir kadın vardı. Onu hatırlamıştım. Saçlarına yapışan elim ıssız dağ yolunda onu sürüklüyordu. Eldivenler vardı elimde. Kırmızı renkli bir çift deri eldiven…

Denizi gören uçuruma vardığımda saçları elimden kum gibi aktı. Kafasının yere çarparken çıkardığı ses çınladı kulaklarımda. Başımı yere eğip yüzüne baktım. Ben kana bulanmış yüzü süzerken gözleri bir anda açıldı. Dudaklarından akan kanla konuştu ceset; “Onun masum olduğunu mu sanıyorsun? Her kadın biraz karanlıktır Volkan hala öğrenemedin mi? Göreceksin! Yaptıkların seni temizlemeyecek!” ardından attığı şuh kahkaha tüm vücudumun tiksintiyle sarsılmasına sebep oldu. Saçlarını ellerime doladığım gibi onu uçurumdan aşağı bıraktım. Kırılan kemiklerinin sesini dinlerken başımı göğe kaldırıp haykırdım. “Yanılıyorsun kadın. Ben temizleneceğim.” Ayna tekrar yansımamı gösterdiğinde koyu tenim bembeyazdı. Tıpkı olduğum yer misali… Tekrar aynadaki yansımamı gördüğümde gözlerim kızıldı. Yanıyordu gözbebeklerim. Yaptığımın yanlış olmadığını söylüyordu çapılan dudaklarım. Histerik bir kahkaha peyda oluyordu yüzümde. Ellerimi görünmeyen beyazlığın içine daldırıp sertçe kavradım havayı. Aynaya çevirdim dikkatimi. Bu kez yansıyan bir bahçeydi. Beyaz zambakların ekili olduğu bir bahçe… Kahverengi havalandırılmaya bırakılmış toprak belirgin aralıklarla ekilen zambakları besliyordu koynunda.

Gri mor karışımı atmosfer beni içine çekiyordu. Korku yoktu. Olmam gereken yer burasıymış hissi yaygındı damarlarımda. Tırnaklarımın arasına dolan toprağa baktım bir süre. Sonra kafamı aşağı eğip yüzü kana bulanmış kızıl saçlı kadına verdim dikkatimi. Yeşil gözleri açıktı hala. Donuk bakışları sanki yalvarıyordu daha fazlası için. Kadının yanında duran zambak fidesi bembeyaz salınıyordu yapraklarıyla. Açık bir mezar vardı ileride. Kadını saçlarından tutup oraya kadar sürükledim. Sonra etrafa yığılmış toprağı alıp yavaşça çukura dökmeye başladım. Alt gövdeyi gömdüm önce. Sonra çukura girip yerdeki mermer parçasını kadının başı yatay şekilde yukarı gelecek pozisyonda yerleştirdim. Sanki yumuşacık bir yastığın üstünde uyumaya hazırlanıyordu. Baş tarafına geçip boyası hala yerinde olan dudaklarını kavrayıp ağzını araladım. Zambak fidesini toprağıyla beraber ağzın içinde ekip yüzünü örttüm.” İşte benim zambak tarlam, masum ve bereketli…” diye fısıldadım. Derin bir nefes beni aynama döndürdü. Yüzümü görmek için başımı kaldırdığımda kurumuş bir tarlayı andırıyordu yüzüm. Çatlayan parçalar ellerime döküldü. Kan ter içinde uyandım.

Nefesimi dengeleyip ağlama nöbetimi bastırmam sabahı bulmuştu. Koşarak kendimi soğuk suyun altına attım. İlk kez pişmanlık duyuyordum iliklerimde. Onları temizlemiştim belki ama kendim onların kanlarıyla kirlenmiştim. Gözlerimi kapayıp soğuk duvara verdim sırtımı. Semina benim kurtuluşum olacaktı, olmalıydı. Daha fazla temizlik yoktu. Artık kendimi temizleyecektim.

SEMİNA

Eza, hayatım boyunca beklediğim aşktı. Çocukluğumdan beri hayalini kurduğum kurtuluş umudumdu. Küçük bir kasabada yaşıyorsanız sizin tek hayaliniz huzurlu bir evlilik ve iyi kötü para kazanabileceğiniz bir iştir. Ama ben hiçbir zaman bunu hayal etmemiştim. Ben beni bu kasabanın dar koridorlarından çekip çıkaracak, bana aşkı verecek ve bilmediğim o diyarları aşkla gösterecek bir adamı hayal etmiştim. Benim kahramanım olacak bir prens… Ve şimdi anlıyordum ki Eza o prensti.

Yemek, tüm o neşe dolu anlar ve beni evime bırakırken kapıda dudağımın kenarına kondurduğu o minicik öpücük. O öpücük ki beni iliklerime kadar titretmişti. Tıpkı okuduğum o aşk romanları gibiydi. Yatağıma yattığımda hayallere dalmıştım. Gece boyunca yatağımda dönüp durdum heyecanla. Acaba diyordum yarın neler olacak? Sonra derin bir nefes alıp pencereye baktım gecenin laciverti göğü bulamıştı. Lambanın altındaki karaltı dikkatimi çekti o anda. Karaltı bir adama benziyordu. Eza dayanamayıp geri mi gelmişti? Pencereyi açıp lambayı daha iyi görebilmek için eğildim. Utanmıştı belki de kapımı çalmaya. Evet, o gölge bir adama aitti. Daha da eğilip bağırdım. “Eza, sen misin?” Gölge kımıldandı sesimi duyunca. Gülümseyerek camı kapattım. Bir heves hırkamı sırtıma geçirip dışarı fırladım. Fakat gölge gitmişti. Onu utandırmış mıydım acaba?

VOLKAN

Seraya gidip bitkilerimle ilgilendim. Ayrık otlarını kopardım hırsla. Onlar bitkilerimi kirletiyorlardı. Rüyam aklıma geldikçe midem daha çok bulanıyordu. Birkaç gündür böyleydim. Aynı rüyayı tekrar tekrar görmekten yorulmuştu bedenim. Sürekli midemde bir ağrıyla uyanıp banyoya zor yetişiyordum. Bu günde değişmemişti. Zaten iki kez kusmuştum yataktan kalktığımdan bu saate kadar. Bir kez daha mide içeriğimi görmeye dayanabilir miydim bilemiyordum. Elimi karnıma bastırıp derin bir nefes aldım. Alnımda biriken ter damlaları yüzümü yalayıp geçiyordu. Yavaşça doğrulup gözlerimi kapadım. Geçmeliydi. Ben değişmiştim. Katil değildim. Hiçbir zaman katil olmamıştım ki! Ben sadece bu dünyayı yalanlarıyla kirleten kadın bozuntularını hak ettikleri yere yolculamıştım o kadar.

Gözlerimi açıp Semina’yı düşledim. Ne yapıyordu acaba? Bu gün ona göl kenarında bir piknik hazırlayacaktım. Birkaç gündür çok güzel vakit geçirmiştik. El ele gölde gezmiş, şehre inip sinemaya gitmiştik. Onun gülüşü bulaşıcıydı. Bende gülümsemeye başlıyordum o güldükçe. Onsuz geçen her an kâbuslarımı tetikliyordu. Kâbuslarım ve sabah kusmalarım kilo vermeme sebep olmuştu. Semina endişe ediyor bir doktora gitmem gerektiğini söylüyordu sürekli. Bense bembeyaz yanağına kara elimi gömüp “Benim doktorum sensin.” diyordum. Yüzü kızarıp başını yere eğiyordu böyle anlarda. Onunla ömrümü geçirecektim. Karar vermiştim. Ve bugün göl kenarında ona hayatımı teklif edecektim.

Elimi cebime sokup ona aldığım yüzüğü çıkardım. Gülümsedim yarım ağız. Küçücük bir pırlanta parlıyordu parmaklarımın ucunda. Eskiden böylesini tek gecelik o mahlûklara verirdim. Onları uğurlamadan önce!

SEMİNA

Bugün beni göl kenarına çağırmıştı. Dükkânı erken kapatıp aynaya son kez baktım. Beyaz, dizlerimde son bulan bir elbise giymiştim bugün. Kızıl saçlarımı yandan bağlamıştım. Eza’nın sevdiği gibi… Güzel görünüyordum. Aynanın karşısında son kez durup saçıma gül şeklindeki tokamı geçirdim. Hırkamı elime alıp kapıya ilerledim. Birden sokağın karşısında ağacın arkasına kaçan birini fark ettim. Birkaç gündür sanki birileri beni takip ediyor gibiydi. İlk önce üstüme almamıştım bu hali. Tesadüftür demiştim. Ama yemeğe çıktığımız o geceden beri penceremin karşısındaki lamba hep aynı ziyaretçiyi ağırlamıştı. Eza’ya endişelenmemesi için söylememiştim. Sanırım artık söylemeliydim. Dükkânın kapısını kilitleyip hızlı adımlarla göle doğru yürümeye başladım. Güneş kızıla boyamıştı ışıklı yüzünü. Elimi cebime atıp Eza’yı aramaya karar verdim. Aksilik bu ya telefonumu dükkânda unutmuştum. Bir an sokakta durup geri dönüp dönmeme arasında gidip geldikten sonra geç kalmak istemediğim için devam ettim yürümeye. Nasıl olsa orada buluşacaktık.

Göle vardığımda Eza henüz gelmemişti. Etrafa bakınıp göl kıyısındaki banklardan birine oturmaya karar verdim. Gölün dingin yeşili hayallere dalmama sebep olmuştu. Romantik bir piknik yapacaktık. Belki de dedim fısıldayarak bugün bana evlenme teklif eder. Arkamdan gelen bir çıtırtı duyup heyecanla ayağa kalktım. Arkamı dönmeme fırsatım olmadan kafama aldığım darbe ile yere serildim. Başımdan süzülen sıcacık sıvıyı duyumsadım. Gözlerime kapanmaması için yalvardığımı duyumsadım. Bir elin saçımdan sürükleyerek beni göle indirdiğini duydum. Kımıldayamıyordum. Gözlerimden inen yaşla karışıyordu kanım. Ayakkabılarımın ayaklarımdan çıkarıldığını duydum. Ellerime güç vermesi için Tanrı’ya yalvardım. Ama yapamadım. Biri ayaklarımı okşuyordu. Kim olduğunu görebilmek için gözlerimi açıp bakmak istedim, yapamadım. Suyun vücudumu kaplayışını, bir yılanın üzerimde gezinişini hissettim. Ağzımı açan bir el dişlerimin arasına bir gül sıkıştırdı. Gülün kokusunu alabiliyordum. Derin ve huzur verici bir kokusu vardı. Çekildiğimi hatırlıyorum. Alnıma değen elin saçlarımı geriye itmesi misali bir ışığın içine çekildiğimi… Son hatırladığım ise sevgilimin sesi. “Her güzelliğin bir sonu vardır!”

VOLKAN

Semina’yı kaç kez aradım şu saate kadar, sayamadım. Son anda çıkan bir müşteri yüzünden geç geleceğimi haber vermek istedim. Telefon açılmadıkça endişem arttı. Son hızla göle doğru sürmeye başladım. Sürprizimi kendi ellerimle mahvetmiştim. Muhtemelen göle varmıştı Semina. Beni beklerken görebiliyordum onu. Bir banka oturmuş, babetlerini ayağından sıyırmış ve göle dalıp gitmişken… Lakin göle vardığımda gördüğüm manzara buna hiç benzemiyordu.

Etrafa toplanan kalabalığı fark ettim önce. Polis arabalarının ışıkları aydınlatıyordu inmekte olan karanlığı. İnsanların elleri ağızlarında, dehşetle göle bakışlarını gördüm. Kamyonetimi alelacele bir kenara çekip hızla göle koşmaya başladım. Sarı şeridi gördüğümde dünya başıma yıkılmıştı. Önce sarı şerit çarptı gözüme sonra Semina’nın beyaz elbisesi, gölü kızıla boyayan kan. Haykırarak göle inmeye çalıştım. “Hayır!” diyordum. “Olamaz, bu Semina olamaz!” Polis beni engellemek için elinden gelen her şeyi yaptı fakat engelleyemediler. Göle inip Semina’yı kollarıma aldım. Göğsü inip kalkıyordu hala ama ölecekti. Biliyordum, bu iç çekişin ölümcesiydi. Onu göğsüme bastırıp ağlamaya başladım. Kimseyi yaklaştırmıyor, vahşi bir hayvan gibi bağırıyordum. Gözleri açıldı belli belirsiz. Dudaklarına bir veda öpücüğü kondurdum. Kulağına fısıldadım ağlayarak. “Her güzelliğin bir sonu vardır.”

Öldü. Onu gölden çıkarıp siyah bir torbanın içine soktular. Gülü şeffaf bir poşete… Banka bıraktığım bedenim ağlamaktan yorgun düşmüştü. Elimde sıkı sıkıya tutuyordum tokasını. Bir el omzumdan tutup ona bakmam için beni zorladığında başımı zorlukla kaldırdım. “Başınız sağ olsun. İsminiz Eza’ydı değil mi?” başımı sallayıp derin bir iç geçirdim. Sivil giyimli polis yanıma oturup birkaç soru daha sordu. Ve sonra benim başlangıcım olan cümleyi kurdu. “Bu çiftçinin işi!” Yüzüne anlayamadan dehşetle baktım. Dudaklarım bana verilen lakabı terennüm etti.”Çiftçi?”…

Polis başını sallayıp “Evet, Çiftçi… Daha önce buralarda görmemiştim onun işlerini. Demek ki şehir ona yetmedi. Tam bir manyaktır. Aslında en çok yaptığı kadınları öldürüp ağızlarına zambak ekip daha sonra toprağa gömmektir ama demek ki sanat eserlerine çeşit katıyor artık. Siz iyi misiniz?”

Çiftçi, bendim. Demek bütün kadınlarım açığa çıkmıştı. Ama Semina’ma bunu yapan ben değildim. Gözlerimi kapatıp, yere yığıldım. Yine o zambak tarlasındaydım. Cenaze töreni sakindi. Ailesi yoktu Semina’nın. Birkaç yıl önce onları bir kazada kaybetmişti. Herkes gittiğinde mezarın kenarına oturup bir süre öylece etrafa bakındım. Tokası öldüğü günden beri elimden düşmemişti. Tokayı cebime koyup telefonumu çıkardım. Çalam sesi hattın diğer ucundaki karanlık sesle son buldu. Söylemem gereken tek şey vardı, ortağıma. “Çiftçi geri dönecek, ortak. Ama bu kez bir katili yolculamak için! Hazırlan…”

İlka” için 2 Yorum Var

  1. Harika bir kurgu, harika bir anlatım ve harika bir hikaye. Ellerinize sağlık, yine tek bir solukta, sonuna nasıl geldiğimi anlamadan okudum. Hiç yorum almamış olmasına üzüldüm doğrusu. Bir de neden hikayelerinizdeki tüm yakışıklı erkekler esmer tenli ve kıvırcık saçlı acabaaaa? 🙂 Kaleminize sağlık…

  2. çok teşekkür ederim yorumunuz için… 🙂 bu soruyu burada cevaplamazsam kırılmazsınız sanırım… sizinde yüreğinize sağlık…

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *