Öykü

Işıltılı Sular mı Bu?

Gündüzdü. Gecelerin tozunu attırmayı iyi bilen, sadece tozunu attırmakla kalmayıp dört başı mamur karanlık saltanatının da bir numaralı yardakçısı ve yalakası olan Selvi, gündüzle arasının düzelmesi gerektiğini, yoksa hayatının tepetaklak olacağını henüz son yıllarda anlamaya başlamıştı. Yapmak zorunda olduğu çalışmalar, görüşmek zorunda kaldığı insanlar, arşivlerin sadece 9-5 arası çalışan meymenetsiz memurları ve aslında sağlığı onu cebren ve hile ile gündüze mahkûm etmişti. Gündüzün demir parmaklıkları görünmezdi ve görünmedikleri gibi sadece gece uykusunda ortaya çıkarlardı. Selvi’ye sınır gerekti. Zira sınırsızlığının suları onu kısa zamanda alıp götürecek kendi denizinin bir parçası yapacaktı.

Bu su… Uykunun en derin yerinde atağa kalkan, gözün görebileceğinden metrelerce yükseğe çıkıp parmaklık falan bırakmayan su. Alışmakta çok zorlandığı gece uykularının içinde, düşmekten korktuğu bu denizde boğulmaktan değil de demir parmaklıklara çarpmaktan koruyordu kendini Selvi. Zira boğulmakta bir beis yok, mühim olan hapis kalmamaktı onun için. Bir de gardiyanlar vardı ki işte asıl meseleyi başlatan onlardı.

Doktor ona “Gece uyuman, gündüz uyanık olman gerek.” dediğinde Selvi o kadar sallamamış, o kadar bu cümleler bir kulağından girip bir kulağından çıkmıştı ki gözleri endişeyle bakan kadının konuştuğu dili anlamadığını bile iddia edebilirdi. Doktor cümlelerinin sonuna geldiğinde ise dil açıktı: “Eğer gece uyumazsan yazma yetini kaybedeceksin. Hani dünya kurulurken ahit sandığını koruyan kerubimlerin önünde top oynayan bir çocuk vardı. Kerubimler ona uzaklaşmasını söylediklerinde çocuk onlarla o kadar ilgilenmemişti ve ne olursa olsun top oynamaya öyle büyük bir aşkla devam etmişti ya. Kerubimlerin son söylediklerini duyamayacak kadar kaptırmıştı kendini top oynamaya. Duyamayınca da hem kendinden hem topundan olmuştu. Çocuğa sorsalar top oynamayı kendinin önüne koyar neredeyse bedeni olmasa da oynayabileceğini zannederdi. Oysa dünya bu değildi ve olmayacaktı. Ahit sandığına ne kadar yaklaşırsan önce en değerli yeteneğin, sonra bedenin senden alınacak ve hayatlar boyu sürecek bir pişmanlık olacaktı elinde kalan.” Doktorun cümleleri, sırtında gümüşünün tozundan insanın gözünü alan görünmez kanatlarıyla, havada naif bir panzer gibi süzüldü. Harfler Selvi’nin tenine değdi, okşadı, en sonunda panzerliklerini yapıp ezip geçtiler.

Selvi hastaneden çıktığında yağmur yağıyordu. Daha yazmam ben de dedi içinden. Daha yazmam. Geceleri kaleme tercih edemeyeceğini bilemeyecek kadar cahil olan bu kadın sonsuz iç geçirmelere ve ölümsüzlüğünün laneti olacağı bir hayata adım attığının farkında değildi. Zaten genel olarak farkında olma sorunu olmasaydı, işler bu safhaya gelmezdi lakin Güneşi’nin kareleri öyle çalışılmamış karelerdi ki hangi müneccimbaşı gelse bu dayağın ona ömür boyu yeteceğinin altına imza atardı.

Bir süre yazmadı Selvi. Yazmayınca daha iyi, ne ahit sandığı kaldı ne Kerubim. Normal insan oldum ben. Hem gece uyumuyorum hem yazmıyorum. Gecenin kendisi yeter, yazı olmasa da olur, gibisinden cümleler kurmaya başladı muhtelif muhitlerde. Onu iyi tanıyanlar bunun uzun süreli bir hadise olamayacağını, eserekli hallerinin bir süre sonra geçeceğini bilseler de bu kez öyle olmadı. Çok zaman geçti… Belki onlarca hayat… Selvi büyüdü, uzadı, uzadı, kimseyi görmez oldu. Gece onun, kelimeler elin oldu. Selvi çok uzadı. İçinden çıkılmaz hallere girmiyordu artık. Kederi boyunu aşamadığı gibi -ki zira o bir Selvi’ydi- sevinç de yanına yaklaşamıyordu. Çeşitli türden kuşlardı yanına yaklaşabilenler artık. Kuşlarla arkadaş olan Selvi, yeri göremiyor, göremediği gibi bedenli ve kök salmış olmanın zorundalığıyla bulutlara da ulaşamıyor ve bu yüzden gerildikçe geriliyordu. Gece yaşayıp gündüz uyuması artık gerçekten ona kötü geliyordu, zira gece kuşları en tehlikelileriydi ve en zalimce davranışlarını kelimeleri olmayanlara sergilerlerdi.

Artık gece ufuklarının biricik gözleyicisi olmuş Selvi bir gün bir karakuş ile karşılaştı. Bu yakışıklı karakuş iklimi gereği yalnız gezen, çeşitli ağaçlarda çeşitli izler bırakmayı kendine huy edinmiş, çeşitli insan ve kuş dillerini bilen, anavatanı Fransa olan bir serseriydi. Çok saygı duyup sevilen bu karakuşun Selvi ile ortak bir yönü de vardı. İkisi de kelimeleri seviyorlardı. Sadece Selvi’nin kelime sevgisi geceyle değişmiş, karakuşun kelime sevgisi ise hiçbir şeyle değişmemişti. Selvi ile Karakuş arkadaş oldular. Selvi geceyi bilmenin profesyonelliğiyle karakuşu artık her gün dallarına konduruyordu. Karakuş ise her defasında başka bir çiçekle geliyordu Selvi’nin yanına. Çiçeklerin tozu Selvi’nin yapraklarına değiyor, karakuşun güçlü sesi köklerini titretiyor ve hazzın o dayanılmaz hissiyle yine gecelerin efendisi olduğunu kanıtlıyordu Selvi. Çünkü Selvi’ydi o. Ağçların en uzun yaşayanı, her yerden fark edilecek kadar uzunu, belki de en güçlüsü. Bu yüzden gündüzün iyiliğiyle muhatap olmaz, ne kadar karanlık varsa hepsini kontrol etmek isterdi. Karakuş da karanlıkların kuş efendilerinden biriydi.

Bir gün Selvi gündüz uykusunun en derin yerindeyken yine aynı rüyayı gördü. Dalgalar köklerini yerinden söküp atıyor, o sürükleniyor, su çekiliyor ve demir parmaklıklar Selvi’nin bir yere gitmesine izin vermiyordu. Bu rüya her gün tekrarlandı. Tekrarlandıkça Selvi’nin gündüz uykuları haram oldu. Gece çöktüğünde dayanamayıp uyuyan Selvi rüyasında kendini Güneşli bir günün en sakin zamanında, sakin görüntüsünün altına dalgaları gizlemiş bir masada, bembeyaz bir kâğıt ve kalemle yazı yazarken gördü. Her dilden kelimeler beyaz kâğıdın üzerinde ahenkle dans ederken masaya vuran Endülüs kızılı Güneş neredeyse dile gelip hoş geldin, diyecekti de Selvi duyamadı. Geceyi haram, gündüzü helal eden rüyalar arttıkça Selvi’nin boyu kısalmaya başladı. Selvi’nin boyu kısaldıkça karakuş da gelmez oldu. Selvi o çok beklediği arkadaşının zamanla başka Selviler bulduğunu düşündükçe kahroluyordu. Onu çok özleyen Selvi kısaldıkça, gece uyumaya devam ettikçe, karakuşun onu göremeyeceğini düşündükçe hangi cehenneme gitse daha az çok çekeceğini düşünmeye başladı. Ölememe ile lanetlenmiş kaderi bu rüyalarla ona öyle bir oyun oynuyordu ki Selvi’nin elinden hiçbir şey gelmiyordu. O böylesine acı çekerken hangi rüyayı görürsem göreyim gündüz uyuyacağım ve gece uyanacağım, dedi kendi kendine. Bu cesur hareket karşısında çevresindeki tüm ağaçlar Selvi’yi alkışladı. Alkışların gazıyla gündüz uykusuna yatan Selvi kabusunda demir parmaklıkların ardında karakuşu gördü. Kuş konuşmayı unutmuş gibi gaklıyordu. Gaklamalarının arasından türlü kelimeler çıkıyor, adeta bir İspanyol ineği gibi konuşuyordu. Selvi elini demir parmaklıkların ötesine uzatıp karakuşu tutmak istedi ama yapmadı. Karakuş artık başka biriydi. Kanatları olmayan, hatta kuş bile olmayan tuhaf bir varlıktı. Selvi’nin tüm sevgisi önce öfkeye, sonra acımaya dönüştü. Ardından karakuşa sandığı bu öfke ve acımanın aslında kendine olduğunu anladı. Karakuş kafesin ardında kuşluktan insan formuna dönüşen bir zavallıydı şimdi. Selvi ellerini de dallarını da demir parmaklıklardan geri çekti. “Karakuşu ben kurtaramam. Kuş olan ama kanadı olmayan. İnsan olmaya çalışan ama karanlığı kendine maharet edinmiş bir şeyle yaşayamam. Bu sınırsızlığa dayanamam.” dedi. İçine düşen türlü duyguları savuşturarak uyanmayı diledi.

Uyandığında Güneş’in yüzünü cayır cayır yakmakta olduğunu fark eden genç kadın gece açık bıraktığı pencereden sokağa baktı. Evinin penceresinden görünen Galata Kulesi’nin duvarlarına vuran ışıklar, İstanbul sabahının dayanılmaz seherinin yol göstericileri ve martıların dansına binlerce yıldır şahitlik eden Boğaz tarafından selamlandı. Evden kaçıp başaramamış da geri dönmek zorunda kalmış çocuklar gibi başı eğik baktı sulara Selvi. Hâlâ rüyada mıydı, bunlar gerçek miydi, Fransız karakuşu gerçekten var mıydı yoksa günün sonunda leylekler miydi onu mutlu edecek, bilmiyordu. Alt komşunun balkonundan gelen radyonun sesi, açılmış uykusunun arasına girdi. Haberde şöyle diyordu: “Bugünden itibaren yazma yeteneğinden vazgeçenlerin vazgeçiş belgeleri onaylanacak ve bunun geri dönüşü olmayacaktır.” Haberi duyan Selvi öyle bir irkildi ki hastaneye nasıl koştu, ne ara giyindi, yol nasıl geçti farkında olmadan kendini doktorun odasında buldu.

Kıbrıs’ın köpüklerinden doğmuş Afrodit’in yeniden bedenlenmiş hali kadar güzel olan bu Kıbrıslı hekim, Selvi’nin hayatını kurtaran kadındı. Onun tüm korkularına rağmen Selvi’yi tedavi etmiş, ruhuna ruh üflemişti. Hekim Allah’a en yakın eldir, sözünün yeryüzündeki temsilcisi olan bu kadın, Selvi’nin yüzüne gülümseyerek baktı. Biliyordum, dedi. Selvi hiçbir şey demedi. İnsanlığından olacak, susmayı tercih etti. Bıyık altından harekete geçirdiği o gülümsemesi ise ömrünün uzunluğuna bir kere daha imza attı. Sevgili doktoru Selvi’nin yazma yeteneğinden vazgeçme belgesini yırtıp attı. Kâğıdın yırtılma sesi, genç kadının açılmış yaralarını, gündüz uykularını, eserekli hallerini ve duyup duyabileceği tüm kötü sözleri oracıkta bitirdi. O günden sonra Selvi tüm karakuşlardan, yazısız sabahlardan, leyleksiz haberlerden ve gecenin ziftinin pekinden kurtuldu. Öyle ki o Selvi’ydi, vahdetin sembolü, var olmanın bir numaralı savaşçı ve en müthiş kalemlerin ana maddesiydi. Gündüzleri aydınlık, geceleri demir parmaklıksız uykularda özgürce gezinmeye hayatı boyunca devam etti Selvi. Kimseye sormadan ama Kerubimlere de asla baş kaldırmadan. Bir gün muhabbet ederken Kerubimlere top oynayan çocuğa ne olduğunu sorduğunda da kaçınılmaz cevabı aldı: “O artık ölümlü oldu. Zira kökünden vazgeçip, bize karşı çıkıp, kanadı var diye bir kuşa özenen insanın kaderi ölümlü olmaya mahkumdur.”

Merve Aydın

Kendimi bildiğimden beri yazıyor, yazıyorum. Lisans ve yüksek lisansı tarih olan, doktora çalışmalarına yine tarih bölümünde devam eden bir akademisyenim. Bu esnada öyküler yazıyor, okuyor, diller öğreniyor, gerçekle masalın ortasında gide gele ne gerçek ne değil anlamaya çalışıyorum. Marquez ve Le Guin başımın tacı ve tabii ki Potterheadliği de yakamda parlak bir yıldız gibi taşıyorum.