Gece, uyku pençesini çocuğun gözlerinden çekti ve çocuk uyandı; Korku kargısını çocuğun ensesine sapladı ve çocuk yatağından sıçradı. Dünya zangır zangır titriyordu.
Çocuk, kendini tek katlı ahşap evden dışarı attı . Yeşil yamaç boyu sıralanan evlerden insanların fırladığını, ağaç gövdelerine tutunarak tepenin doruğuna ulaşmaya çalıştıklarını gördü. Hızla o da aynısını yaptı. Çalı, çırpı ayırmadan, bulabildiği her bitkiye tutunarak kendini tepenin zirvesine çıkardı. Köylüler korkuyla yamaçta beliren yarıklara bakıyor, çok ses çıkarmadan birbirlerine seslenerek kendilerince bir sayım yapıyorlardı. Çocuğun babası, o gece takasıyla denize açılmıştı. Satacak balığı olmasına rağmen yine de avlanmak ve gün doğunca doğruca bölgenin en büyük limanına giderek satışını yapıp, şu fırtınasız mevsimde cebini biraz daha rahatlatmak istemişti. Fakat şimdi deniz çalkalanıyordu. Çocuk, babasının eski takalarında dalgalara nasıl dayanıp yaşayacağını düşünemeyecek kadar can korkusundaydı; Hem öyle ya, çocuktu daha. Koca gözlerini tepede oluşan, koptu kopacak damarlara dikmişti.
Köylüler şafağa kadar korkuyla beklediler, fakat heyelan olmadı. Şafağın dalgaları evlerine vurunca, ağ gibi serpilmiş çatlaklara, kendi hayatlarına acıyarak baktılar. Şimdilik evlerine dönmemeye, depremden korunduğunu tahmin ettikleri kışlağa çekilmeye karar verdiler. Çocuk da komşularının peşine takıldı.
Çamların ve gürgenlerin çevrelediği patikalardan dört saatlik bir yürüyüşle kışlığa indiler. Hafif ama sağlam kayaların üzerine kurdukları kışlak sapasağlamdı. Heyhat, köylerinin kurulduğu tepeye de güvenmiyorlar mıydı? Evlerini düşünmenin hüznü ile, kayalara oyulmuş, taşların açıklıkları dallardan örülmüş dolgularla korunan konaklardan her birine birer aile düşmek üzere, yerleştiler.Çocuk babasını özleyip, ağladı. Komşu kadın, ne kadar eğlemeye* çalıştıysa da çocuğu, olan bitenin farkındaki küçük yürek dizginlenemedi. Babasının dönebilmesinin mucize olduğunu, köyde anlatılan meş’um hikayelerden biliyordu. Balıkçı depremin kabarttığı dalgalardan kurtulabilmişse bile, şimdi kim bilir hangi kıyıdaydı. Yaralı mıydı, baygın mıydı? Çocuk bunları sora sora yorgun düştü, komşusu kadının kucağında uyuyakaldı.
Uyandığında babasının geldiği haberini almak umuduyla güneşin tepesine asıldığı meydana çıktı. Fakat orada kimse çocuğun yüzüne bakmadı, hepsi gözlerini kaçırıyordu ve hepsinin bir telaşı vardı. Karmaşık toplulukta oradan oraya sürüklenen çocuğun kolundan, bir ihtiyar tuttu:
“N’ola ki dönüp durursun böyle çocuk?” dedi.
“Babam balığa çıktıydı geceleyin. Sonra afet oldu. Babam dönmüş müdür ki dede?”
İhtiyar, durumu anladı: “Narid’in oğluydun değil mi sen?”
“Evet. Sen de Diken ablanın babası değil misin? Gördüydüm seni birkaç kere.”
“Bir kaçtan fazla gördüm desen yalan olur zaten. Kızımı sizin köye gelin verdiğimde sen daha el kadar bebeydin. Arada yaptığım gibi, kızımın yanına geldiydim ben de.” dedi ihtiyar, güldü. Çocuğun elinden tutup, konakların çevresine dizilmiş çamlardan birinin dibine vardı. Oturup bağdaş kurdu, çocuk da yanına oturdu. Babam öldü benim, dedi.
“Nereden biliyorsun sen?”
“Ölmese gelirdi.”
“Belki de geldi. Sizi bulamadı köyde. Ya yoldaysa, geliyorsa kışlağa?”
“Gelir, değil mi dede?”
“Gelir evlat. Bana dede demen pek güzel, halbuki ben seninle ilk kez konuşuyorum. Benim de torunlarım olaydı, belki seninle oynarlardı şimdi. Ama heyhat, kızımın çocuğu olmuyor. N’apalım… Hayattayız ya. Al bakalım bunu, al.”
Çocuk, ihtiyarın verdiği kuru ekmeği avucu içinde ezdi, yedi. İhtiyarın yeşil gözleri, çocuğa acıyarak baktı. Dur bakayım, dedi, baban yaşıyor muymuş, yüzünden okuyalım. Çocuğun yüzünü elleri arasına aldı.
“Neye baktın ki?” dedi çocuk, merakla.
“Baktım ki yüzünde hiç çizgi var mı. Eğer çizgi olsa, belki baban ölmüş derdim. Ama yüzün tertemiz, dümdüz. Bak bir de benimkine, çizik çizik. Gördün mü?”
Çocuk merakla ihtiyarın kırıklı yüzüne baktı. Baban öldü de, ondan mı oldu yüzün böyle, dedi.
“Babam da öldü, anam da, karılarım da, oğlum da. Ama böylesi kırışık yüz için bu kadarı az gelir. İnsanın yüzüne çizgi düşürenler, hayatında atlattığı depremlerdir oğlum. Dün gördün mü, nasıl yardı yeryüzünü sarsıntı, nasıl damar damar yaptı toprağı? İşte, insan da yaşadıkça sarsıla sarsıla, yüzü böyle yarıklanır. Sen çile çekmeyen insanoğlu gördün mü? Daha neler gelir, sağ olan başa demişler. Hayatın bir adı da duraklı çiledir oğlum.”
Çocuk, durağanlaştı. Yüzü, sırlanmamış ayna kadar ışığını yitirdi. Etrafını dolaşan rüzgar, çocuğun içine dolan gamdan sorgu sual edemedi. Yazık, dedi ihtiyar, bu yaşta bu çile… Üstelik böylesine… Yok ki başka kimsesi. Neden babasıyla balığa çıkmadı acaba, çıksaydı da babasıyla denize karışsaydı böyle yalnız kalmazdı. Adam akıllı konulardan bahis açmak dururken, neden anlattım bu kırışık meselesini ben şimdi. Hayır, konuyu değiştirmeli. Konuyu değiştirmeli.
“Sana gençken nasıl atmaca tuttuğumu anlatayım mı? Bak, evvela eldivenini kendin yapacaksın…”
“Hayır. Bana şu alnını baştan başa dolaşan, büyük çizginin nasıl olduğunu anlat. Baban öldü de mi oldu bu, annen öldü de mi oldu?”
İhtiyar konuşacak oldu, caydı. Cebinden bir çakı çıkardı, birkaç da kara erik. Erikleri kesip, çocuğa uzattı. Çocuk, sessizce yedi. Anlatmazsan da olur, dedi.
“Yok, yok. Sormanda bir tuhaflık görmedim. Çocuk dediğin ne yapar, soru sorar. O çizgi, zannederim, oğlum öldükten sonra oldu. Dedim mi sana, ben Güneyliyim.”
İhtiyar oturuşunu çocuktan öte yana çevirdi, yerde diz büktü. Uçuşan paçalarını çizmesine tıkıştırırken anlatmaya başladı.
“Oğlum doğduğunda daha çok gençtim. İlk karımdandı, severek evlenmiştik. İkinci eşime de hürmetim ilkinden az değildir. Ama ikincisinde birbirimize yoldaşlık edelim diye evlendik. Neyse, bunları sorma zira belki başına gelecek, anlayacaksın. Benim oğlan, kara kuru bir bebekti. Büyüdükçe bünyesindeki kuvvet de kendini göstermeye başladı. On yaşındayken ona mızrak kullanmayı, kalkan tutmayı öğrettim. Bu ikisiyle büyüdü. Askerliğe isteği vardı. Ama ben asker olmasını istemiyordum. Askerin başına ne geleceği belli değildir. Tutar, basit bir intikalde bile…” -ihtiyar, çocuğun babasının da basit bir iş üzerinde yitişini hatırlayıp, toparlandı- “Neyse, tehlikelidir yani. Sen ne olayım diyorsun büyüyünce?”
“Balıkçı olacağım herhalde. Belki demirci olurum. Ama ellerim çok küçük. Bak.”
İhtiyar, çocuğun uzattığı ellere baktı. “Evet, ellerin küçük.” dedi. “Olsun, ellerin küçükmüş, n’apalım yani? Sen de daha az tehlikeli yaşarsın. Ama oğlan değil misin, zoruna gidiyor bu durum. Boş´ver, alışırsın. Uzun yaşamak da az bir zafer değildir.
“İşte, bizim oğlan da asker olacağım deyip duruyor. Asker olma diyemezsin, Güneyde herkes doğar doğmaz askere alınmış sayılır. Hem, ben de askerdim. Ne yapacaktım, onu kışladan mı koparacaktım? Zaten yaşı gereği sürekli talime gidiyordu. Assarlar ülkenin doğu sınırını pek çok yerden taciz etmeye başlamışlardı. Benim hayattaki en büyük korkum Assarlardı. Ama oğlumun ölümü onların elinden olmadı.
“Birkaç yıl sonra, oğlum da on dokuzuna girip askerlikte kalıcı olmuşken, kasabaya üç Ulu geldi, yanlarında bir de tilki melezi. Ulular heybetli ama kan içinde yorgunlardı. İçlerinden birinin göğsünde derin bir yarası vardı. Melezi kasabaya almadık, Ulular bizi ayıplasalar da ses etmediler. Yaralılarını kasabaya bırakmak istiyorlardı, zira kendilerinin de az yarası yoktu. Nasıl taşıyacaklardı. Bir ay sonra geleceklerini söylediler. Kabul ettik tabii. Kasaba hanının yanındaki boş, büyük kulübelerden birini onun için hazırladık, ona baktık. Ulular çabuk iyileşirler, on beş güne kalmadan yarası tamamen kapandı, ayaklandı, turp gibiydi. Çok da yakışıklıydı. Genç kızların ona bakışlarını görseydin… Bizim oğlanın da bir sevdiği vardı, kendi gibi esmer bir şeydi kız. Bizimki, sevdiğinin Ulu Efendiye bakışlarını gördükçe deli oluyordu. Çok sessizleşti, kendini talimlerde yormaya başladı. Durumu anlıyordum, elden ne gelirdi? Senin sevdiğin bir kız var mı bakalım evlat?”
Çocuk ilk defa gülümsedi. Köyden tarafa baktı hızlı hızlı, birini görmek ister gibi. Gülerek başını yere dikti, kısık sesiyle, yok, dedi. İhtiyar da güldü buna.
“Kızların en saf zamanıdır, seninki gibi yaşlar. Bak beni dinle, ileride öyle bir karmaşıklaşacaklar ki anlayamayacaksın. Kızlar gariptir, parmak kadarken sevdayı bilirler. Birini kendine bağladın mı bu yaşta, şansın var demektir. İleride kendi kafaları da karışır, senin kafanı da karıştırırlar. Böyle, hani, denizde girdap olur. Gördün mü hiç deniz girdabı?”
“Gördüm. Ak burunda çok oluyor. İki akıntı var orada.”
“Hah, evet, aynen öyle olur kızların kafası. Döner durur, anlayamazsın. Neyse, en güzeli yaşayarak anlamak bunu. Ben ne konuşuyorsam. Kızardın evlat. Kızarma, güzeldir bu hissettiğin, başına gelmeyen utansın.
“Ne oldu, karışık anlatıyorum değil mi? Tamam, bizim çocuk bir hafta suskun kaldı. Bana söz söylemedi, anasına söz söylemedi. Uludan korkar gibi kaçtı köşe bucak, gözünün ucunu değdirmedi onun uzun boyuna. Ben biliyordum, bizimki korkmuyordu ama görüp hiddetlenmek de istemiyordu. Sevdiği kız da ha bire köy meydanındaydı, güya Uluya görünecek ya. Halbuki yasaktır bizim Ulularla sevda kurmamız, değil mi ya? Sen bile biliyorsun bunu şuncacık yaşında, peki kız bilmiyor muydu? Bal gibi biliyordu ama, onunki de gönül meyliydi oğlum. Dizginleyemez ki insan acizi, göğüs kafesinden taşanı. Ben, bu olanlar geçer dedim, bekledim.
“Tam bir ay sonra, dağın karanlık yüzünden, taşlarda seke seke, arkadaşlarının yanına geldi Ulular. Yanlarında, arkadaşları için silah ve zırh da getirmişlerdi. O tilki melezi yine gruplarındaydı, bu sefer kasabaya yanlarında sokmak için ısrar ettiklerinden, onu içimize kabul etmek zorunda kaldık. Ama ben dahil hiçbir asker, gözünü üzerinden ayırmıyordu.
“Ulular handa, hepimiz toplanınca, kasabayı ardalayan* Mor Dağların ötesinde, bir mahlukun yuva kurduğunu söylediler. Dediklerince, gözleri olmadan gören, ayakları olmadan yürüyen, neticesinde kocaman bir kör yılan gibi yaşayan bir musibetmiş. Kokusunu rüzgarda duyabileceğimizi söylediler. Akşam üzeri, Mor Dağlardan esen rüzgardaki küflü kokuyu hepimiz alır olmuştuk ama hiç buna yormamıştık. Bir haftalığına, Assarları unutmamızı söylediler. Eğer canavar büyürse, oradaki tilki adamlarla yetinmeyeceğini, saf insan tadına bakmak için kasabaya ineceğini söylediler. Dediklerine göre, şimdi bile son derece güçlüydü. Neticesinde, musibeti avlamak için, bizden destek kuvvet istediler.
“Bizim yaşlılardan bazısı, tilki adamları kurtarmak için kendi canlarımızdan olacağımızı, isteğin reddedilmesi gerektiğini söylediler. Gözümüz o kadar kördü ki, pek çoğumuz da bu dediklerine destek verdik. Ulular o zaman, eğer gönüllüler var ise aramızda, sadece onlardan kurulu bir desteğin gelip gelemeyeceğini sordular. Birkaç macera heveslisi teklife balıklama atladı. Gelmek isteyenlerden el kaldırmalarını istediler. Saydığım on sekiz el içinde, benim oğlanınki de vardı. Başımdan aşağı kaynar sular döküldü. Yasa bellidir güneyde: Her aileden erkekler ava katılabilirler. Ama bir şart vardır: Kasabada da aile ile en az bir erkek kalmalıdır. Bizim ailede hepi topu iki erkek vardı. Oğlum giderse, ben geride kalmak zorundaydım.
“Hemen onu han dışına çıkardım. Kızdım, bağırdım, küfrettim, vurdum. Her ne yaptıysam kararından caymadı. Hem benim yaptığım da büyük suçtu. Tartışmamızı gören asesler, nedeni de öğrenince bana on gün hücre hapsi verdiler. Savaşmak isteyen gönüllüyü, savaştan caydırmaya çalışmıştım. Ben on gün hapis yatacaktım, oğlum da ava gidiyordu, karım yalnız kalacaktı. Hemen o gece grup toparlandı, şafakta yola çıktılar. Onlar giderken, ben hapse konuldum.
“Cehennem gibi on günüm geçti. Hapis değil benim dediğim, oğlumu düşünmekten uyuyamadım. Suçum büyük olduğundan, gardiyanlar benimle konuşmuyordu. Dışarıdan bana ulaşan tek kelime bilgi yoktu. On günün sonunda, asıl cehennemin dışarıda kaynadığını öğrendim. Eve geldiğimde karım aklını oynatmış vaziyette, elleri kan içinde, öylece oturuyordu.
“Doğruca kışlaya koştum. Oğlumun öldüğünü söylediler. Naaşını kasabaya getirmemişler, dağa gömmüşler. Ululara saldırmama konusundaki yasayı çiğnemiş: Kasabada bir ay yanımızda kalan Uluya, kamp yaptıkları bir sırada silahla saldırmış. Kıskançlık nasıl bir körlüktür, bilemezsin. Bizim gibi aciz insanların, Ulularla baş etmesi mümkün değildir. Heyhat, Ulu kıymamış, kendini savunmuş, kendinden uzaklaştırmış deli oğlumu. Melez, bizim köye almadığımız melez saldırmış oğluma. Çünkü, oğlumun sevdiği kendisine baktı diye kıskandığı o Ulu, melezin hayatını kurtarırken almış, kasabada atlattığı göğüs yarasını. Melezler yok mudur evlat, yaman dövüşürler. Benim oğlan ensesinden derin bir kesik almış dövüşte. Melez hemen dövüşü bırakmış. Diğer Ulular, meleze saldıran bizim askerleri zapt etmişler, kasabaya dönmelerini istemişler. Bizimkiler kabul etmemiş ve oğlum için bir mezar yapmışlar. Mezarı ilk gördüğümde…” İhtiyarın gözünde yaşlar vardı. Oğlan kalkıp, gitmek istedi.
“Üzmedin beni evlat. İnsanın çocuğunun ölmesi onu sadece üzmez, değiştirir. Artık çocuğunu hatırlamak, sadece üzüntü denip geçilecek bir anlık durum değildir. Bu ömürlük bir keder, biraz gözüm sulandı şurada, ne olacak? Neyse… Ne diyordum. Oğluma bir mezar yapmışlar, iki büyük ladinin arasına. Kasabaya dönmeyip, Uluları takip etmek istemişler ama Efendiler durumu fark edip, melezin rehberliği ile farklı yollara, dağın üst kısımlarına ilerlemişler. İnsanın dağlara çıkması yasaktır, bilirsin. Bizimkiler de korkuya kapılıp, en sonunda dönmüşler kasabaya. Bunları anlatan genç subay, bana mezarı da tarif etti.
“Kışladan çıktığımda, yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Kolum kanadım kırık kalmıştı. İçimdeki öfke ve hırsı zapt ettim, oğlumun mezarına da gitmeden doğruca eve koştum. Karım duvarları yumruklamaktan parmaklarını kırmıştı. Defne dergahına gittik, adaklar adadık, nice zorlu esrikliğe girip, delilikten kurtuldu karım. Ama karakterinde çok derin bir yan, vahşi kaldı. İki yıl sonra da, intihar etti zaten. Ben de hayatımı yeni bir ata koştum, Kuzeye göçtüm. Bir kere olsun intikam gelmedi aklıma. Oğlum suçluydu, melez kendince haklıydı. Ulular akil davranmıştı. Ulular da olmasa… Oğlum öldükten bir ay sonra, dağdan gelen küflü koku kesildi. Melezlerin de yardımıyla, öldürmüşler canavarı.”
İhtiyar, heybesinden bir matara çıkardı, çocuğa uzattı. Sudur, dedi. Çocuk içmedi, ihtiyar su kabını kafasına dikti. Ardından, bu dağları eğip büken ilk depremi insan kibri yapmıştır, biliyorsun değil mi, diye sordu çocuğa. Çocuk başıyla onayladı.
“Dede, senin kızının kafası da dediğin gibi girdap olmuş dönüyor mu?”
İhtiyar başını arkaya atıp güldü. Diken de olmasa, halim haraptı benim, dedi.
Çocuk, bu söz biter bitmez ayağa fırladı. Baba! diye haykırarak, tozu toprağa katarak yüğürttü*. İhtiyar sevinçle çocuğun koştuğu yöne döndü. Kışlak meydanının ta öbür ucunda, orta boylu bir adam, çevresine dizilmiş birkaç köylüye hem sarılıyor, hem hararetle konuşuyordu. Çocuğun geldiğini görünce oğluna atıldı, kucaklaştılar. Onları daha yakından görmek isteyen ihtiyar da kalabalığa yavaşça yürüdü.
Felaketten kurtulup insanlarına dönen balıkçının alnındaki belli belirsiz, henüz taze çizgiyi de o zaman seçti*.
—
*Eğlemek: oyalamak, kandırmak
*Ardalamak: önüne almak
*Yüğürtmek: koşmak.
*Seçmek: net olarak görmek.
Gökhan bey merhabalar. İnternet sitenizde ilanı görür görmez geldim okudum. Açıkçası çok güzel bir buluşunuz var. İnsanın hayatındaki deprem etkisi gösteren olayların yüzdeki çizgilerin müsebbibi olması muazzam bir fikir. Bununla beraber, bir öyküye, tekniği çok iyi kullanarak pek çok altı dolu karakter, pek çok yan olay sığdırmışsınız. Hikaye içi hikaye. Buna da bayıldığımı belirtmek isterim. Diliniz bu sefer çok sade, bu da oldukça güzel olmuş. Bundan önceki öykünüze yaptığım yoruma da verdiğiniz öz cevap için de teşekkür ederim. Basılı dergilerle beraber internetide kullanmanız ayrıca güzel, tebrik ederim. Güzel bir okuma deneyimi için teşekkürler.
Ziya Bey iyi dilekleriniz, övgünüz ve yorumunuz için çok teşekkür ederim. Sade, kendim gibi bir dile dönüş yaptım. Önceki ayın seçkisine giren öykümden farklı olarak, bu daha az deneysel bir öykü. Geçen ayın öyküsü tamamen bir üslup denemesiydi.
Takibiniz için teşekkürler. Hayatınızda byük depremler geçirmemenizi dilerim. Sağlıcakla.
Not: İnternet sitemden gönderdiğiniz maili maalesef yanlışlıkla sildim. Tekrar gönderirseniz oradan daha sağlıklı ve detaylı iletişim kurabiliriz.
Gökhan merhaba. 🙂 İstanbul Üniversitesi’nde sınıf arkadaşıydık. beni hatırlamıyor olabilirsin ama ben seni iyi hatırlıyorum bölümdeki tektük öykücüden biriydin. Sen bölümü bırakınca çok şaşırmıştım, ben de sınıfta kaldım sonra. 😀
Geyik yeter, öykülerini Fraktal’dan takip ediyordum, oradan da ayrıldın sanırım. Fraktal’daki öykülerine benzer, fakat farklı bir dünyada geçen bir öykü olmuş bu. Öykü içinde öykü tekniğini seviyorsun. Bir kez daha görmüştüm karakterlerinden birine yan öykü anlattırdığını, Fraktaldaki bir öykündeydi. Ama bu tekrara kaçmak sayılmaz. Çok bütünlemiş yan öykün ana öyküyü. Bir de öykünün geçtiği dünyayı betimleme noktasında daha çok kavram ama daha çok da gizem sunmuş. Aslında fantastik yazacağın hiç aklıma gelmezdi. Eskiden de gizemli yazıyodun ama bubiraz fantastiğe kaçmış olsun o da gizeminbir şekli sonuçta değil mi. 🙂 Bir de bazen çok ikileme kullanıyorsun dilinde, kulağı rahatsız ediyor ritmi bozuyor. Onun dışında öyküde kusur yok. Fikrin benim çok hoşuma gitti. Çok güzel bir öyküydü.
Not: Formasyon alıyorum. Bu dertle uğraşmayıp hayatını kökten değiştirdiğin için de seni kararından ötürü kutluyorum. İzmir’e her zaman beklerim. 🙂 Ama önce beni hatırlamalısın.
Not 2: Editörlerden yorumu bu kadar kişiselleştirdiğim için çok özür dilerim. 🙁
Merhaba Çiğdem. Samimi olacağım, maalesef seni hatırlayamadım. Belki de soyadın karmaşa oluşturdu. Sanırım evlenmişsin, bilemiyorum. Sınıfla pek etkileşimim yoktu. Bu benim kadir kıymet bilmezliğim. Seni çıkaramadığım için üzgünüm ama kendini hatırlattığın için teşekkürler. Umarım bunu büyük bir kabalık saymazsın.
Fraktal’da yazdığım öykülerden çok da farklı bir üslup değil bu. Bu detayı yakalaman güzel. Bir açıdan bakınca, ben çok da fazla yeni söz söylememiş gibi hissediyorum. Bu benim öz eleştirim. Tekrara kaçıp kaçmadığım konusunda verdiğin cesarete teşekkür ederim.
Umarım tez vakitte formasyonunu da alır, mesleğine kavuşursun. Benim de bu sene mezuniyet senem. Yeni öyküler ve yorumlarda görüşmek üzere.
kaleminize sağlık Gökhan bey.
Çok teşekkür ediyorum, umarım beğenmişsinizdir. Sağlıcakla kalın.
selam gkhan bey guzel bi hikaye olmus kutluyorm. cok fazla anlamadigim sey vardi ama genel havayi sevdim kaleminize saglik.
Yasemin Hanım selamlar. Keyif alarak okumanıza sevindim, sağlıcakla kalın.
merhaba bu güzel öykü için teşekkürler. yalnız anlamadığım çok şey var, mesela bu ulular kim, melezler nasıl melez, tilki melezi denmiş tilki adam denmiş? bunlar kafamı çok karıştırdı. güney nerenin güneyi, çocuğun babası takaya bniyor olay karadeniz taraflarında mı geçiyor? yani alternatif tarih mi kurguladınız yoksa fantastik mi tam çıkaramadım. epey ilgi çekici yazıyorsunuz, devamını bekleriz, kaleminize sağlık.
Merhaba Saadet Hanım. Söylenmesi gereken her şeyin zaten söylendiği kanısındayım. İnsanlık, çember üzerinde kendini tekrarlıyor ve tekrarlayacak. Bu yüzden Anadolu ile kurduğunuz benzerlik, ikimiz de bu topraklardan olduğumuz için gayet normaldir. Merak ettiklerinize gelince, hiçbir canlı doğar doğmaz koşamayacağından, zihnimin ve içindekilerin olgunlaşmalarını ve öylece ortaya çıkmalarını beklemek daha sağlıklı olur kanısındayım. Yeni öykülerde buluşmak üzere, sağlıcakla kalın.
Merhaba.
Öyküde çok belirsiz yerler var ama keyif almaya engel teşkil eden bir durum söz konusu değil. Bunların sırf gizem olsun diye konulduğunu sanmıyorum. Burada veya başka bir platformda, bunları açıkladığınızı göreceğiz galiba ama inşallah ömrümüz de yeter. Zira benim bildiğim Gökhan Tiritci duvara silah astıysa onu mutlaka patlatır ama ne zaman 🙂
Esasında kabul ediyorum, bu gizli isimler, varlıklar benim merakımı öyküden daha ok çekdi. Dikkatimi onlardan alamadım. Aslında biraz gıcık oldum da denebilir. MERAK EDİYORUM!!! 🙂
Kadınlarla ilgili yazdıklarınıza güldüm. İki sebepten: birincisi galiba yazdıklarınız kadınların geneli için doğru. Güzel tespitlerdi. İkincisi ise: Erkekler kadınlarla ilgili tespit yapmayı çok seviyor. Sizde de bu huyu görmek komiğime gitti. 🙂
Neyse uzatmayacağım: Kaleminize sağlık. Ben zevk aldım öyküden. İyi çalışmalar..
Ha bir de yöresel kelimeleri kullanmanız çok hoş 🙂
Merhaba Kübra Hanım. Sanırım eski okuyucularımdansınız. Bana dair yaptığınız Çehov anıştırmalı övgüye teşekkür ederim.
Merak edilen noktalar konusunda, yukarıda Saadet Hanıma yaptığım yorumu tekrarlamak durumunda kalmak istemediğimden, lütfen o yorumuma bakın diyeceğim.
Erkekler konusundaki tespitlerinizde haklılık payı olduğunu düşünüyorum. Bana da durumumu net görme fırsatı sundunuz. İnsan doğası, bireylere bağlı olarak çok da değişmiyor genellikle. Bu konuda benim eklemem şu olacaktır: Kadın karakter yaratmak ve ona kadın gerçekliği katmak, takdir edersiniz ki erkek bir yazar için zordur. Eleştirinizi kadın karakterlerime dair kabul ediyorum, yapıcı oldu benim için.
Yerel kelimeleri kullanmak ve yaşatmak özen gösterdiğim bir konu. Onları Türkçe’nin önemli bir değeri olarak görüyorum.
Yorumunuza ve katkınıza teşekkür ederim, sağlıcakla kalın.
Karşı cinsi anlamak, onun dilinden diyalog yazmak tabii ki zor olsa gerek. Karakterini yansıtmak falan zordur diye tahmin ediyorum. Ama ben öykülerinizde daha çok kadın karakter görmek isterim. Bir de aşk olsa 🙂 Amanın bunun kadın olmamla alakası yok 🙂 Derinlik olur öykülerde. Benimkiler sadece öneri tabi takdir sizin.
Söylediğinizde haklısınız. İnsanın karşı cinsi anlayıp, bir karaktere bürüyüp de anlatabilmesi zordur. Yazarlarda da geç gelişen bir yetenektir. Şunu da söyleyebilirim, bir erkek yazarın kadın karakter yaratması, kadın yazarın erkek karakter yaratmasından daha zordur. Bu d benim bir gözlemim 🙂 Aşk noktasında haklı olabilirsiniz, ama kısa öykü içinde aşk kurgulamak takdir edersiniz ki öykünün tüm ruhunu aşka vermeyi gerektirir. Belki, ileride bir roman denememde aşkı daha ön planda kullanırım. Tavsiyelerinize teşekkür ederim.
Öyküyü yoldayken ve incelemek için çok uygunsuz bir ortamda, şimdiden bambaşka bir zamanda okumuştum. Notlarım geçmişe ait, kabataslak ve açıkçası biraz kabaca. Hepsi için özür dilerim. Bol bol düşe sarınalım.
Öykünün girişi için diyorum; noktalı virgülün bu kullanımını çok severim. İlkin, görünenlerin fiziki durumu betimlenir ve ardına eklenen gölgelerde anlam ve düş dünyası şekillenir. Bir diyara giriş için kesinlikle idealdir. İlk paragraf için hoş bir tercih olmuş bence.
Öykünün en başlarında görebildiğim kadarıyla, anlatımında “şiirsellik”in izleri sürülebildiği halde kendisini bir türlü göremiyorum. Şurada, burada beni ona yaklaştıracak birkaç parça görüyorum elbette ama ona doğru sonsuzca yaklaşmakta olduğum dışında pek bir şey hissettiremiyorlar bana. Bu kadar güzel bir girişten sonra daha “ritmik” sözler görmeyi dilerdim. Elbette, bu bir tercih meselesi. Kimileri de bu şekli tercih etmekte. Ki, bir anlamda da anlatım tekniğine hoşluk kattığını söylemeliyim. Cennet gibi bir gecede vahşetin kendisini barındırıyor gibi… Estetik ruhlara sahip insanların canavarca hatlara sahip binalarla hiç olmadığı kadar “iç içe” bulunduğunu başka türlü aktaramazdın(sanırım).
Hımm, evet. Ya okudukça öykünün ritmine girebildim ya da orta kısımlara yaklaştıkça bahsettiğim “şiirsellik” durumu kendisini gösteriverdi. İki türlü de hoş ama. Yukarıdaki paragrafta belirttiğim sadece bir tercih meselesiydi.
Öyküde görebildiğim herhangi bir yazım veya benzeri bir dilsel hata olmadığı halde bir şeye değinmek istedim sadece. “Çocuk bunları sora sora yorgun düştü, komşusu kadının kucağında uyuyakaldı.” Bu cümlede bir çocuğun zihninden konuya yaklaşıp da “Kadın’ın” mı demek istemiştin yoksa “komşu kadının” mı yazılması gerekliydi? Belki, başka bir şey… Bilemedim.
Çocuğun ve dedenin konuşma tarzları, ağızları arasındaki fark çok hoş olmuş. Öykünün kalanındaki diyaloglarda da bu yetiyi kullandığını hissediyorum.
“Dur bakayım, dedi, baban yaşıyor muymuş, yüzünden okuyalım. Çocuğun yüzünü elleri arasına aldı.” İmkanım olmadığı için öyküyü bir tür programla, internetten uzak bir ortamda okuyorum. Belki de o programın azizliğidir ama… Buradaki sözlerin yaşlı dedenin iç konuşması olduğunu anlamakta zorlanıverdim. Yanılmıyorsam öykünün bu kısmına kadarki hiç bir yerde benzeri bir teknik yoktu. Tekli tırnak veya italik bir yazım uygun kaçabilirdi. Anlatımın birden bire böylesi köklüce değişmesi zihnimdeki düş akılını zedeledi.
Yaşlı karakterin deprem, hayat darbeleri ve sevdiklerinden ayıran yarıklar hakkındaki tespitleri hem güzelce yansıtılmış hem de tespitlerin kendisindeki güzellik çok hoş yansıtılmış. Bir anlamda klasikleşmiş bir betimleme şekli olsa da kesinlikle klişe durmamış burada. Tebrik ederim bu konuda. Çocuğun babası ile kurduğu bağıntıyı yaşlıya aktarması da çok hoş bir ayrıntıydı. Gerçekçiydi.
“Hayatın bir adı da duraklı çiledir oğlum.”
Çocuk, durağanlaştı. ” durak ve durağanlık… Çok hoş olan bir başka ayrıntı. Sanırım öyküde benzeri şeylerden bolca bulacağım. Şu noktadan sonra eleştrimin okunması (ve yazması) imkansız hale gelmemesi için çook gerekli görmedikçe gönderim yapmayacağım. Yazdıkların güzel olduklarını çoktan kanıtladı:)
“Çocuk, sessizce yedi. Anlatmazsan da olur, dedi.
“Yok, yok. Sormanda bir tuhaflık görmedim.” Bu kısımda birazcık kafam karıştı. Çocuk eriği hiç konuşmadan yedikten sonra “anlatmazsan da olur” mu dedi? Başlangıçta yaşlı karakterin iç sesinde, kendisine yöneltilmiş bir eleştiri olduğunu düşünmüştüm ama sonraki paragrafın ilk cümlesi…
“ben Güneyliyim” elbette kullandığın anlatım tekniğine göre bu sözlerim yanlış olabilir(ayrıca, bu konuda pek bir bilgim de yok aslında) Ama sanırım “Güneyli’yim” şeklinde yazılmalıydı? Dil kuralları açısından bahsettiğim şekilde yazılması gerektiği halde bilerek bu şekilde yazdıysan, sanırım, konuşma dilinin yazı diline, düşüncelerdeki yetkinliğin yazı karakterlerindeki gerçekliğe geçişini sağlamak için?..
“Boş´ver” bir yazım yanlışı mı bu? Yoksa, kelimeler arasındaki ağızsal gevelememsi hızlı geçişi belirtmek için mi?..
“Güneyde” yönle ilgili benzer bir durum da burada var. Emin değilim ama galiba “Güney’de” şeklinde yazılmalıydı? Yoksa, bu şekilde yazmanın özel bir anlamı mı vardı?
“Ak burunda çok oluyor. ” burada da imla ile ilgili bir yanlışlık var galiba?
“Sevdiği kız da ha bire ” burada da bar galiba… Kullandığım program hatalı gösteriyordur belki ama… Böyle minik şeylere denk geldikçe yorumu uzatmamak adına yazmamcağım bir daha.
Yılan’dan ilk kez bahsedildiği kısımda öykü bir anda daha da bi masalsı olmaya başladı. Yaşlı ve ufaklığın bu sohbeti de atmosferi sağladı elbette ama buradaki tempoya bakınca, öykünün girişine birkaç kısım daha eklenip sahnenin taşınışının yumuşatılması gerektiğini düşünmeden edemedim.
Hımm. Bir mitolojiyle bağıntısı varsa ben bilemiyorum o tarafları ama Assarlar ve tilki-insanlar arasındaki bağıntının öykü içine zorla yerleştirilmemesi güzel olsa da daha erken bir yerde(mesela ortalarda) açıkça bilmeyi tercih edebilirdim(belki bir dip notla?) ama, bu hali de çok doğal duruyor.
“Karım duvarları yumruklamaktan parmaklarını kırmıştı. ” anlatımsal bir tercih meselesi elbette ama bence buradaki vurgu biraz yanlış şekilde verilmiş. Sanki, eve ilk defa görmüş de karısından öyle haberdar olmuş gibi geldi bana. Belki de “karımın parmakları, duvarları yumruklamaktan kırılmış/kırılmıştı” tarzındaki bir ifade daha uygun olurdu.
Öykünün sonundaki babanın gelişiyle ilgili kısma geçiş biraz… Bilemiyorum. Yeterisiz kaçmış gibi… Sanki tüm öykü sadece yaşlı karakterin öyküsünü betimlemek için yazılmış da sonradan pek de biçilmememiş bir çevçeveye iliştirilmiş gibi… Konuşma biter bitmez babanın gelmesini kastetmiyorum(o da etkilidir belki) ama şu anda ifade etmekte zorlandığım bir şeyler var sanki. Elbette, özellikle tercih ettiğin bir tarz olabilir ama (tüm saygımla söylüyorum) benim pek hoşuma gidemedi ve aslında veni rahatsız etti. [mesajımın bu kısmını sonradan ekliyorum, benzer bir hissi öykünün girişinde de yaşamıştım. Sanki o bölümler ve içteki kısım sonradan ekleme gibi… Ek yerleri görülüyor gibi… Umarım şimdi daha iyi anlatabilmişimdir derdimi. Sebepleri konusunda hala düşünmekteyim]
Genel anlamıyla okuması keyifli bir öykü olmuştu. Klasik ama hoş bir tespit üzerinden klasik ama hoş bir kır öyküsü sanki. Sondaki taze çizgi konusu da hoş bir ayrıntı olmuştu. Sanırım çocuğun annesinin(veya kardeşinin?) yakın zamanda öldüğüne karşılık geliyordu? Ya da, çocuğun babasının baba olmadan önceki bir kaybına? Bilemedim:/ ikincisi daha olası geldi bana, çocukta iz yoktu galiba?
Teşekkür ederim hikaye için.