“Bırak peşimi!” diye yalvarmıştı önünde eğilen adam “Asla.” dedi ürkütücü ve bir o kadar da yumuşak bir ses tonuyla, kılıcını kaldırdı atının üzerinde hiç kıpırdamadan bir çırpıda koparıverdi kalın boynunu. Havada dönerek yere doğru süzülen kafayı eline alıp siyah bir torbaya koydu ağzını iple bağladı oradan uzaklaştı. Bu gecelik görevi son bulmuştu huzurla uyuyabilirdi…
Sabahları hep işkence gibiydi gündüzleri sevmez, herkes ona bakıyor gibi gelirdi. Açıkçası da bu doğruydu yavaşça kalktı bu günün tek iyi yanı kelle için ödül alacak olmasıydı. Giyindi ve Kahr’ın yolunu tuttu. Görkemli kapının önündeki muhafız adamı durdurup “Ne istiyorsun?” diye sordu. Elindeki poşeti açtı içindekinin bir kısmını muhafıza gösterip “Sürpriz.” dedi.
Muhafız korkmuştu belli ki, çünkü kapıya gelen Kahr’ın bizzat göreve gönderdiği cellâtlardan biriydi. İkili dönen yüksek merdivenlerden yukarıya çıktı kapıyı çaldı içeriden bağırış sesleri geliyordu kim bilir yine kimin kafası gidecek diye düşündü. Susup bir köşede bekledi, sıra kendisine gelmişti. “Yaklaş!” diyerek emretti yüce başkan. Mecbur yaklaştı. En acımasız, en korkusuzlar bile korkardı başkandan. “Getirdin mi?” dedi “Evet efendim, işte burada” torbayı açtı kelleyi serbest bıraktı dönerek önüne gitmişti yüce başkanın. “Aferin evlat!” “Al, bu da yeni görevin.” Bu da..” elindeki keseyi sallayarak “ödülün..” demişti. Hafif sırıtışına engel olamadı cellât keseyi ve zarfı aldı ve evine geri döndü.
Zarfı açtı garip yazılar vardı isimleri daha önce hiç duymamıştı halbuki burada oturan herkesi tanırdı. Mary’e gitmeliydi en iyi o bilirdi hiç oturmadan döndü, kapıyı kapattı ve yola koyuldu
Hava güneşliydi, sarı saçlarını eliyle ovuşturdu. Tüm sıcaklığı hissediyordu. Yakın mesafede olduğu için Mary’e giderken atını almamıştı, her nedense bundan dolayı pişmanlık hissetmişti şimdiden…
Gösterişsiz ama büyük eve geldiğinde kapıyı üç kez çaldı, tam dördüncü için elini kaldırmıştı ki yeni uyandığı belli olan bir çift göz inleyen kapıyı araladı ve adama baktı. Sesini çıkarmadan kapıyı ardına kadar açıp içeri döndü. Pek alışıldık bir tavır değildi bu, adam Mary’nin peşi sıra evin içine girdi.
Bu yalnız yaşayan güzel kadınla arada bir sevişirlerdi. Bir rivayete göre, Mary eski çağlarla ilgili çok geniş bir arşive sahipti, bir diğer rivayete göreyse sadece bir deliydi. Eh, pek delirdiğini görmemişti adam ancak bir de şu vardı ki; arşiv diye bir şey de görmemişti…
Kadın sigarasını yakarken izledi, sonra koltuğa oturup cebindeki kağıdı çıkartıp uzattı. Kadın sessizce okudu, sigarasını ağzından çıkarmadan derin derin nefesler çekip geri üfledi. Oda duman altı olmuştu. Dudaklarının kenarında ince bir gülüş vardı.
– Vay vay vay… diye homurdandı. Eski ahitlerdeki konumlar…
Bir süre kağıdı mırıldanarak okudu. Adam ilgiyle bakıyordu, dudağını büzdü Mary. Buruk bir gülümseme kaplamıştı yüzünü şimdi, sigarasından son nefesleri de çekip yanındaki küçük, yuvarlak tablanın ortasına bastırdı.
Düşünüyordu, ne olduğundan çok; nasıl ifade edeceğini düşünüyor gibiydi… Ellerini iki yana açtı, avuç içleri yeri gösteriyordu…
– Bak! dedi heyecanla.
Gözleri kocaman olmuştu, gözbebekleri parlıyordu.
– Bunlar, coğrafi konumlar. Eski zamanlardan kalma bir aleti anlatıyor… Ve o aletle ilgili birini… Ama anlamadım… Sanırım anlamamız gerekmiyor, bizden sadece onu… Hımm…
“Öldürmemiz” isteniyor…
Kafası karışmıştı, “Aleti mi öldüreceğiz?” diye homurdandı. Mary gülümseyerek başını salladı. “Ah, hayır… Anlatamadım…”
– O aletle ilgili birisi var… Onu öldürmeliyiz… Yani, öldürmelisin…
Bu, ince bir nükteydi. Daha önce birkaç görevine onu götürmediği için, adamı iğneliyordu. Duymazlıktan geldi adam. “Kalk… Gidiyoruz…” diye mırıldandı. Mary şaşırmıştı. “Ne, şimdi mi? Ben mi? Pardon da, gitmek istediğimi kim söyledi?”
Kadının bileğini tuttu, hafifçe kendisine çekti. Şimdi dudakları birbirine değecek gibi duruyordu. Kadının sigara kokan nefesi tüm yüzünde geziyordu. “O kağıdı bir tek sen okuyabilirsin. Benimle geleceksin…”
Kadın işveli işveli gülümsedi. “Ödül isterim…” diye mırıldandı. Uzattığı dudağından, ödül kavramı anlaşılıyordu, adam bozuntuya vermedi. “İş bitince…” diye mırıldandı. Kadından tatlı bir homurtu geldi, adamın peşi sıra takılıp evden çıktı.
Yol boyunca, komutlar hakkında tahmin yürütmek harici ikili pek konuşmadı. Üç kez yanlış yere girdiler: Birincisinde kentin rahiplerinden birinin özel ofisine girdiler… Eh, duvarda bir pano ve panonun arkasında yapışık duran çıplak erkek çocuk resimleri hariç pek de ilginç bir şey yoktu…
İkincisinde çiftçilerden birinin kümesinde buldular kendilerini… Hormon denilen ilaçlarla beslenmiş devasa tavuklarla devekuşlarının kavgasını, arada bir diğerine tecavüz etmeye çalışan bir horozla devekuşunun mücadelesini izlediler… Kahr hormon kullanımını yasallaştırdığından beri, bir gün bu horozların bir insana tecavüz edebileceğine inançları her geçen gün artıyordu…
Üçüncü ve heveslerini cidden kıran hatalı girişimlerinde ise bir kadın kavgasının ortasına düştüler. Ellerindeki taslarıyla ortadaki kuyudan su almaya çalışan kadınların kavgasında birkaç yara almışlardı… Kahr her mahalleye bir kuyu dikmişti ve her evin suyunu kesmişti. Böylece kentte su kıtlığını bir nebze engelleyebildiğini düşünüyordu. Bir yerde, doğruydu. Kavgalardan kimse su almaya fırsat bulamıyordu ve su kıtlığı diye bir şey kalmamıştı…
Adam mırıldanarak dönmek istediğini belirtti. Kadın uzun, ojeli tırnaklarını adamın koluna usulca geçirdi ve başka bir yöne çekmeye başladı. Trans olmuş gibiydi. En sonunda kasabadan uzaklaştılar, ormanlık bir alandan geçip; devasa bir çukurun önüne geldiler. Adama dönen kadının gözleri gülüyordu.
– Ne, burada mı? Hem, olayı çözmeden ödülünü vermeyeceğimi söylemiştim! dedi şaşkın bir şekilde adam.
Kadın elini havada salladı. “Hayır sersem!” diye homurdandı. “Aradığımız yer, burası!” dedikten sonra kenara çekilip çukuru gösterdi. Adamın kaşları çatılmıştı, çukurun içine doğru bakmaya çalıştı; koyu bir karanlık vardı. “Bunu asla yapamayız…” diye mırıldanırken arkasından bir darbe hissetti, kadın tekme atmıştı!
– Seni sürtük! diye bağırdı çukurun içine düşerken.
Düşündüğü kadar derin değildi, birkaç saniye sonra bir zemine düşmüştü. Sırtı acıdı. Tam ayağa kalkmıştı ki, önünden bir şey geçti ve yere çarptı. Mary’di.
– Sen, bunu neden yaptın! diye şaşkınca haykırdı
Kadın elini ağzına götürüp sus işareti yaptı. Sonra elini kulağına götürdü. Ve o sırada adam da kadının duyduğu sesi duydu: Şimdiye kadar hiç duymadığı, garip bir sürtünme sesi… Kadın susmasını işaret ederek düştükleri çukurda açık olan tünelde sağa doğru ilerlemeye başladı, gelmesini işaret edene dek bekledi adam… Yavaşça ilerlediler. Çukurun neden karanlık olmadığını düşünürken cevabı buldu; birisi duvarlara minik mumlar yapıştırmıştı. Bazıları bitmişti ama çoğu yanıyordu ve yol aydınlanıyordu. Sesler git gide yaklaşmıştı.
Bir dönemeci döndüler ve “o” karşılarındaydı. Haşmetli, devasa bir “şey”. Boydan boya camla ve daha önce hiç görmedikleri, parlak bir şeyle kaplı, altında sağında ve solunda olmak üzre iki uzun çubukla – ki tünelde yürürken de o çubukların olduğunu şimdi arkalarına bakınca anlamışlardı – bütünleşmiş gibi duran “şey”… Ve elinde küçük bir aletle o “şeye” yer yer vurup eğilip bakan, sonra tekrar ayağa kalkıp ilerleyip gene vuran, tekrar eğilip bakan biri. Başını kaldırıp gelenlere baktı, gözleri faltaşı gibi açılmıştı, elindekini adamla kadına fırlatıp gerisin geri koşmaya başladı… Elindeki küçük alet adamın omzuna çarptı, canı yandığı için bağırdı, sesi tüm tünelde yankılanmıştı…
” Burada kal Mary!”
Adam pek hızlı koşuyor sayılmazdı. Hemen adımlarını arttırdı. Adama yetişmiş, ensesinden tutup kendine çevirirken sendelemişti.
– Ne istiyorsunuz benden! Ben bir şey yapmadım!
– Neden kaçtın öyleyse bizden?
– Sen neden böyle korkutucu bir şey giydin ki? Ben sizi şey.. şey sandım..
– Ne sandın?
– Eski zamanlardan gelen şeyler olur ya hani filmlerde onlardan sandım işte.
Sesi iyice gitmişti adamın.
– Korkma birini arıyoruz bize yardım et.
– Neden yardım edecekmişim?
– Etmezsen yine kaçmak zorunda kalırsın.
Adam iyice korkmuştu, bunda iki elinin de adamın yakasında olmasının etkisi çoktu… “Mary buraya gel. Kağıtta yazan isimleri söyle bu adam tanıyordur belki.” demeye fırsat vermeden Mary cebindeki zarfı çıkardı Cellat’a uzattı: “Dough Carmen, Fery Orna tanıyor musun?”
– Birini biliyorum ama hiç görmedim.
– Kimi biliyorsun?
“Sanırım beni.” Başını kaldırdı; metal kaplı parlak şeyin üzerinde süzülen bir adam vardı pelerini dumanlar içinde savrulmuştu belli ki o da bu zamana ait değildi diğeri korkudan çoktan kaçmıştı elindeki kılıcın üzerinde iki yılan başı vardı Kahr’ın asasına benziyordu figürler, o kadar parlaktı ki kendi kılıcının ne kadar eski olduğunu düşündü. Muhtemelen Kahr soyundandı ama neden böyle bir zamandalardı ki? Daldığı düşüncelerden savruldu: Odaklanmalıydı, öldürmeliydi! Kılıcını çekti adam tüm haşmetiyle pelerinini bir çırpıda çıkartıp gardını almıştı.
Artık ikisi de birbirne saldırmaya hazırdı, tek bekledikleri bir işaretti Cellat dayanamadı kılıcını savurdu adam bir adım geriye çoktan gitmişti “Kahretsin!” dedi içinden çok hızlı gitmeseydi çoktan gebermişti. Kılıcını kaldırdı tekrar savurdu; tekrar, tekrar… Adam her seferinde kaçmıştı.
“Di mis gorghean tu mane!”
Ne yapıyordu şimdi ellerini ikiye açmış bağırıyordu. “El kensh do mark!”
“Yetiştim sevgilim!..”
Aradığı diğer isim de bu kadın olmalıydı, onun kılıcı da aynı yılanla kaplanmıştı. Neler oluyordu? Öğrenmek için can attıysa da vazgeçti. Öldürmek zorundaydı. Sadece öldürmeliydi…
– Beni öldürmeye seni yolladıysa, onun için önemli olmalısın.
– Ben işimi en iyi yapanım gerisi beni ilgilendirmez!
– Görelim bakalım. Derken ortadan kaybolmuştu.
“Sana acıyorum!” “Beni kimse öldüremez bunu hala öğrenemediler mi?” loş ışığın altında duvarlarda bazı bazı gölgeleri yansıyordu. “Cevap ver Cellat! Öğrenemediler mi?”
“O zaman beni yollamazlardı. Demek ki hala ölebilirsin! Öleceksin de…” kılıcını aldı gölgeyi gördü koşar adım yaklaşıp savurdu adamın sırtına denk geldi. “Umarım derindir!” diye bağırdı.
İkisi de karşısındaydı şimdi kılıcını iki eliyle kavradı ve sağa sola savurmaya başladı. Bir şeyin çarptığını hissetti anlayamadan yere düştü.
Seslerin geldiği yönü bulmak için başını çevirmeye çalışsa da başaramadı kapana kısılmış fare gibi çırpınıyordu bir yarası olmalıydı. Ona bile bakacak hali yoktu elindeki zarfı alan bir el gördü ve tamamen karanlık başka bir şey bilmiyordu. Nefesi azaldı ciğerleri sıkıştı muhtemelen hiç bilemeyecekti…
“Benden kaçamazsın!”
Bir anda önünde bitmişti Mary’nin, kadın sendeledi geriye döndü, var gücüyle koşup o devasa “şey”in içine atladı. Kapıları kapanmıştı, hareket etmeye başladı… Ne yapıyordu ki bu alet diye düşündü… Alet git gide hızlanırken dışarıdaki tünelin görüntüsü flulaşmıştı… Bir yerde durdu; midesi bulanmıştı hızdan, ‘Atlardan bile hızlı’ diye düşünerek kendisini dışarıya attı. İnsanları takip edip gün ışığına kavuşmuştu nihayet, insanlar ne kadar değişik diye düşündü bulduğu ilk yüksekliğe otururken. Cellat’ı düşündü, Azrail kokulu adamı, artık yoktu… Kiminle sevişecekti şimdi? Kim bilir belki de aşıktı kimse bilemez ki dedi üzerine sinmiş kokusunun son kez tadına baktı gözünden bir damla yaş süzüldü…
Ayağa kalktı yürürken tabelaya baktı “Metro” yazıyordu.
“Bu insanlar ilginç” diye mırıldandı tekrar, ceketinin cebindeki zarfın ağırlığını hissederken…
İkinci okuyuşumda daha iyi anlayabildim. Noktalamaların eksik olmasından dolayı da bazı cümleleri bir kaç kez okumak zorunda kaldım. Metro tünelindeki dövüş anını anlatırken, ‘adam’ olarak değil de karakterlerin isimleriyle anlatsanız kavga sahnesini daha iyi anlayabilirdim.
Kahr’ın şehri, sanırım, metronun gittiği şehirden farklı bir zamanda değil mi? Zaman kavramını tam anlayamadım, onu biraz daha açıklığa kavuştursa idiniz iyi olurdu. (=
Bu arada, kadıncağıza acıdım yahu. Celladın öldürmesi gereken adamların ne kadar zorlu olduğunu biliyordu. Keşke görevden önce sevişselerdi. Kadına çok koydu cellatla sevişemeden, celladın ölmesi. 😀
Alper’e kalsa hemen seviştirecekti dedim azcık acıklı olsun 🙂
Eksik kalan kısımları çok sonradan farkettik, çok teşekkürler bir daha çok daha güzeli ile gelicez noktalamalar muhtemel benim hatamdır ama dikkat edeceğim 🙂
Selamlar;
Noktalama işaretlerinin çoğunun yerinde yeller estiğinden öykünüzü okurken ilk başlarda biraz zorlandığımı itiraf etmeliyim. Neyin ekik olduğunu fark edip nokta ve virgülleri zihnimle yerleştirdikten sonra hikayeyi akıcı bir şekilde okuyabildim neyse ki…
Öncelikle Kahr şehri ve Cellat ile Mary’nin yanlışlıkla gittikleri yerlerdeki ayrıntıları oldukça beğendim. Hormonu tavuklar, su sıkıntısı vb gibi ayrıntılar hikayeye hayat katmış, gerçekten de var olan bir yerde geçiyor gibi görünmesine yol açmış. Metroya bakış açınız da oldukça hoşuma gitti doğrusu. Dövüş sahnesine gelene kadar her şey iyiydi. O noktada ufak bir karmaşa yaşanıyor ne yazık ki…
Yine de keyifli ve güzel bir maceraydı. Kaleminize sağlık…