Kar tanelerinin sarı renkli sokak lambalarının aydınlattığı boşluktaki süzülüşünü izliyorum, dingin bir rüzgar usta bir şef gibi yönetiyor kar tanelerinin gökyüzündeki dansını. Telaşsız, sakin ve yumuşacık düşüyorlar birer birer caddeye, sonra rüzgar yeniden havalandırıyor kütlesiz buz parçalarını; buz parçaları birer cam gibi kırılgan, parlak ve şeffaf.
Ne kadar ilham vericiler…
İyi bir romancı olsaydım boş sokakları gören geniş penceremin başında saatlerce kar yağışını izledikten sonra yıllardır aynı kutunun içinde sakladığım beyaz kağıtlardan birini çıkarır, rahmetli babamdan kalma daktiloma yerleştirir ve bu ilham verici ve hüzünlü anı metal mühürlerin üzerindeki rakamlarla beyaz sayfamın üzerine işlerdim. İyi bir ressam olsaydım gecenin karanlığını patiska bir çarşaf gibi yırtan sarı sokak lambalarının ışığında yüzen kar tanelerinin boşluktaki izlerini resim kağıdıma çiziktirirdim. Bir şair olsaydım beş satırdan oluşan beş hece ölçüsünde bir kafiye uydurmaya çalışırdım beşgen kar tanelerinin gökyüzünden yeryüzüne seyahatiyle ilgili. Ama değilim, hiç biri değilim!
Kar yağışını bir birine bitişik evlerin sıralandığı bir sokakta, köşe başındaki apartmanın dördüncü katında, elektrik direklerinden, sokak lambalarından ve kaldırımlarda dolaşan insanlardan metrelerce yukarıda izliyorum. Kar, sarı renkli sokak lambaları ve gecenin karanlığı bende hiç birinizin aklına bile gelmeyecek hatıraları canlandırıyor, burnuma kan kokusu geliyor ansızın.
Hayatımı parçalara ayıran, delik deşik eden hatta insafsızca canımı yakan o anılar zaman zaman yerinde kıpırdanıyor. Anıların fitilini ateşleyecek en küçük bir etken bile yetiyor zamanda yolcuk yapmam için: Bir koku, bir ses, o anıları hatırlatan bir mekan bile yetiyor bana. Aklımın içindeki zindanlara gizlediğim anılar denizi dalgalanıp saydam bir fotoğrafla çıkıyor karşıma ve yavaş yavaş ete kemiğe bürünüyor anılar. Düşünmeye başladığımda canımı yakan her bir ayrıntı ayrı zamanlarda, ayrı kişilerle, ayrı mekanlarda gerçekleşiyor. Ama düşüncelerim varlık boyutunun üst sınırına ulaşıp bütün varlık alemini gözlerimin önünde açtığımda aynı görüntü kalıyor aklımda: Gece, sarı sokak lambaları ve gökyüzünden yavaş yavaş süzülen kar taneleri…
Yerden metrelerce yukarıda soğuk havanın kristalleştirdiği bulutlardan kopup gelen buz parçaları neden yapıyor bunu bana? Neden yaşananları unutmak için onca sebep varken beni geçmiş anılarıma, geniş zamanlı acılarıma kalın bir urganla sıkı sıkıya bağlıyor kar?
Bazen anılarımın ve acılarımın beni yakaladığı, ilaçların ve içkinin aklımı uyuşturamadığı zamanlarda köşe başındaki apartmanın dördüncü katındaki geniş pencerenin karşısına geçip kar tanelerini, sarı sokak lambalarını ve penceredeki beni izliyor ardından ellerimi havaya kaldırıp anılarımın beni kör bıçağıyla kıtır kıtır kesmesine izin veriyorum; şimdi olduğu gibi. Ancak böyle azalıyor içimdeki acı, ancak böyle zamanlarda yaşananları dışarıdan izlediğimde anıların içindeki ben, hiç tanımadığım bir yabancı oluyor.
Şimdi ellerim havada, gözlerim geniş pencerede, aklım perdelerin açıldığını bildiren gongları çalıyor ve hep olduğu gibi ilk görüntü kar tanelerinin eşliğinde miş’li bir zamanla geliyor.
Ahmet’i öldürdüğüm gün de böyle kar yağıyordu…
Bütün öğleden sonramızı berbat eden fırtınadan sonra rüzgar biraz dinmişken başlamıştı kar yağışı, pencereden dışarıya bakmış, rüzgarla birlikte dönen kar tanelerini izlemiş sonra da havanın kararmasına aldırış etmeden dışarıya çıkmıştık.
Biz sokaklarda dolaşırken “Karnım acıktı” demişti Ahmet, ona gülümsemiş ve “Ne yemek istersin?” diye sormuştum. Omuzlarını kaldırıp bıraktığını, “Bilmem ki” dediğini hatırlıyorum. Gözlerim hızla etrafı tararken çok yakınımızda bir tostçu görmüş, yerdeki iki parmak yüksekliğindeki karda kayacağımızı bile düşünmeden sürüklemiştim onu tostçuya. İçerisi kalabalık mıydı, sıra ya da yer için bekledik mi hiç hatırlamıyorum. Ama tostlarımızı sokağı sarı renklere boyayan sokak lambalarını ve giderek şiddetlenen kar yağışını izleyerek keyifle yediğiniz hala gözlerimin önünde duruyor.
Tostları yedikten sonra gelen çayları kar üzerine sohbet ederek içmiştik. Boşları almaya gelen garsona çaylarımızı tazelemesini söylediğimde yüzü biraz asılmıştı oğlanın, ama aldırmamıştım. İkinci çaylarımızı içerken Ahmet çocukluğunda kar yağdığı günlerde köy meydanında oynadıkları oyunları, kartopu savaşlarını ve köyün üstünden köy meydanına kadar buzladıkları yolda nasıl kaydıklarını o anı yaşıyor gibi keyifle anlamıştı. Onun ne kadar şanslı bir insan olduğunu düşünmüş, biraz da kıskanmıştım galiba. Ama onu bunun için öldürmüş olamam!
Tostçudan çıktıktan sonra tamamen dinen rüzgarın sokak başlarında bıraktığı izleri takip ederek yürümeye devam etmiştik; ben bir sigara yakmıştım, o ise sigara içtiğim için bir şeyler söylemiş, yüzü asılmış sonra yine kar üzerine bir şeyler anlatıp gülmeye başlamıştı. Kar yüzünden aramızda hiç beklenmedik bir yakınlık başlamış ve sırf bu yüzden onu asla öldürmeyi düşünmemiştim.
İşte tam bu anda aklımın içindeki film kopuyor: Bir adım sonrası, birkaç dakika ilerisi yok. Ahmet bir anda ölüyor, beden bağını çözüp zamansızlık perdesini aralıyor zavallı. Aradan birkaç gün geçtikten sonra telefonum çalıyor ve ben Ahmet’in öldüğünü öğreniyorum. Nasıl olduğunu, Ahmet’i kimin öldürdüğünü soruyorum telefondakine, ayrıntısıyla anlatıyor sesi o an tanıdık gelen; Ahmet’in nasıl öldüğünü, öldüğü yeri, zamanı söylüyor. Biliyorum nasıl öldüğünü aslında, öldüğü yeri ve zamanını da biliyorum ama onu öldüren ben, bunu nasıl yaptığımı asla hatırlayamıyorum.
Canımı delice yakan, kalbimdeki paslı bıçağı yerinden oynatıp kanırtan başka bir an Ahmet’in ölümünden sonra canlanıyor geniş pencerenin önünde. Zamanın geçmişliği kelimelere ve hatıralara siniyor, hatıralar miş’leniyor yeniden…
Uzun bir yolun başında durmuş kulaklarımı buzdan parçalara ayıracak kadar keskin esen rüzgara aldırış etmeden başımı yukarıya kaldırmış, yüzüme yapışan kar tanelerinin kalbimde kara lekeler bırakan zamanların üzerini örtmesini beklemiştim. Sanki içimde kurulmuş bir saat vardı ve ben o saattin çalmasını bekliyordum. Gözlerim kapalı mıydı, yoksa gördüğüm yalnızca kapkara bir gökyüzü olduğu için miydi bilmiyorum bir mezarın içindeymiş gibi kıpırtısızdım. Sonra birden yürümeye karar vermiş, bileklerime kadar karla kaplı yolda soldan ilk sokağa sapmıştım. Buraya daha önce geldiğimi hiç hatırlamıyordum. Oysa bundan önceki her günümü burada geçirmiş gibi biliyordum yolları, ayaklarım hiç yadırgamıyordu karın altına gizlenmiş çamuru ve bozuk yolları.
Soldaki sokağa girince bir an duraksayıp yüksek bir avlu duvarının ardındaki pencereleri görmeye çalışmış, öndeki üç evin sol tarafındakine odaklanıp sağ penceredeki hareketleri izlemiştim karşı kaldırıma geçerek. Pencerede kıpırdanan bir gölge olmadığına emin olunca kapısında nöbet tutan resmi elbiseli adama selam verip avlu kapısından içeri girmiştim. Adımlarım hep bildikti; hareketlerim, davranışlarım yerli yerindeydi. Demek biliyordum burayı! Avlu duvarına paralel dar sokağın başında ellerini nefesiyle ısıtmaya çalışan ve adının Selami olduğunu düşündüğüm adamın yanına varıp bir şey demeden önce etrafı kolaçan etmiştim. “Abi, nerede kaldın be?” demişti Selami. “Buradayım işte,” demiştim beni bile korkutan ses tonuyla, “Tamam mı?”
Selami avuçlarına hohlayıp iki yanına baktıktan sonra, “Tabii abi,” demişti, “Nasıl konuştuysak öyle.”
Ellerimdeki bir avuç parayı ancak o ellerime bakınca fark etmiştim, parayı sayıp cebine sıkıştırmıştım seyrek saçlı, bıyıklarının üst dudağını kapattığı ve adının Selami olduğuna artık emin olduğum esmer adamın. “Allah bereket versin abi” demişti Selami, “Ama biliyorsun, sabah erkenden burada olmalı kız.”
Yüzüne bakmış, gözlerinde korkunun kol gezdiğini görmüştüm, “Tamam abi,” demişti Selami ben bir şey demeden, “Sen ne zaman istersen o zaman gelsin.” Sonra da birkaç adım gerisinde durduğunu o anda fark ettiğim bir kadını elinden tutup önüme getirmişti.
Kadını daha önce görmediğime yemin edebilirdim, ama o beni her gün görüyormuş gibi önce mahcup gözlerime bakıp yüzünü öne eğmiş, avludan çıkınca da koluma girip, “Hiç gelmeyeceksin sandım” demişti. O zaman da şimdiki gibi bana yabancı bir ben tarafından ele geçirildiğimi düşünmüştüm. Hatta “Sana söz verip de gelmediğim hiç oldu mu kızım?” dediğimi hatırlar gibiyim. Kendimi çoğunlukla yaptığım gibi olayların akışına bırakmıştım, “Karnın aç mı?” diye sorduğum zaman buna karar vermiştim; çünkü artık kendime söz geçiremiyor, oradan kaçıp kurtulmak istediğim halde bunu bir türlü yapamıyordum.
Önce orta yaştaki bir kadın sandığım sonra da yüzündeki koyu renkli makyajın altındaki genç kızı görüp hayrete kapıldığım anda içimde bir şeylerin burulduğunu duyumsamıştım. Ama o hiçbir şeyi umursamıyor, içinden geldiği gibi davranıp beni şaşkınlığa sürüklüyordu.
Kısa bir an ona nasıl hitap edeceğimi düşünmüştüm galiba, ama dudaklarımdan “Aynur” ismi dökülmüştü, “Karnın aç mı kızım?”
Aynur koluma iyice sarılmış, çilek kokan nefesini burnuma dayamış, “Aman ne önemi var, nasılsa karnımı sabaha kadar doyurursun” demişti. Gözlerindeki arsızlığı, sesindeki hafifliği, sokuluşundaki arzuyu en derinden hissetmiştim; o güne kadar hiç bilmediğim bir duyguydu bu. Üstelik önüm de sertleşiyordu. “Dur bakalım,” demiştim ona, “Bu ne arsızlık böyle. Sen ne doymaz kızmışsın be, bir türlü doyuramadım seni?”
“Doymam ben” demişti Aynur, “Günlerce üstümden inmesen, beni inim inim inletsen yine de doymam.”
Aynur’u bu yüzden mi öldürmüştüm acaba? Onu doyuramadığım için, benim altımdan kalktıktan sonra gidip başkasının altına gireceğinden emin olduğum için mi, yoksa ucuz bir orospu olduğu, etini para karşılığında sattığı için mi? Hiç sanmam, ben kimseyi kendi tercihleri için öldürmem. Öldürmem galiba yani!
Kendimi ne kadar iyi tanıyorum, ne zaman hangi tepkiyi vereceğimi, dahası bir insanı öldürmem için gerekli olan şartların ne olduğunu biliyor muyum? Yani bir insanı öldürmek için bir sınır olmalı, ancak o sınır aşıldığında, katilin bam teline dokunulduğunda birini öldürebilir insan. Ben hangi aşamaya ulaşıldığında, maktulum ne söylediğinde, ya da ne yaptığında öldürüyorum onları. Hiçbir şey bilmiyorum kendimle ilgili, kendimi hiç tanımıyorum. Sakin caddelerin kesiştiği bir sokakta, köşedeki apartmanın dördüncü katındaki geniş pencereli evimde geceyi, kar yağışını ve sarı sokak lambalarının ışığıyla aydınlanan caddeleri izlerken birden biri çıkıyor karşıma, bazen evin mutfağından başını uzatan bir eş, bazen sokakta karşılaştığım bir dost, bazen kötü bir genelevdeki bir orospuyla konuşuyorum, kar üzerine şakalar yapıyorum, yemek yiyiyorum ve kendimi yine bu evde, yine bu pencerenin karşısında buluyorum. Bu arada neler oluyor bilmiyorum. Emin olduğum bir tek şey var, yanımdaki kişi kimse onu öldürüyorum, buna eminim…
Aynur’la genelevin sokağından çıktıktan sonra biraz ileride bekleyen arabama doğru yürümüştük. Arabaya yaklaştıkça Aynur ellerini ceketimin altından sokup vücudumda dolaştırmaya başlamıştı. Parmakları sihirli dokunuşlar türettikçe nefes alıp verişlerim sıklaşmış, adımlarım hızlanmaya başlamıştı. Cebimdeki anahtarla kapıları açmış, hemen arka koltuklara geçmiştik. Kürk paltosunun omuzlarından düşüşünü, sivri omuzlarını, kırmızı çamaşırlarını, dolgun memelerini ve gözlerinde daha da büyüyen arsızlığı hatırlar gibiyim.
Yarım saat kadar sonra boş ve geniş caddelerde kar kütlesinin tekerlekler altında ezişini duyarak gaz pedalına tüm gücümle basıyordum. Kasıklarıma hücum eden testosteron hormonu sağa ayağımın altındaki pedalı eziyordu; yüzüm gerilmişti, Aynur’un gözlerindeki arsızlık bana da bulaşmış, sokakları, caddeleri, sokak lambalarını yutmaya başlamıştım. Oysa araba kullanmayı bilmem, bir otomobilin ön koltuğuna oturmuşluğum bile yoktur. Ama yine her zamanki gibi benden başka bir ben tarafından ele geçirilmiş, onun isteklerini yapmak zorunda bırakılmıştım. Belki de ben hiçbir zaman ben olmayı becerememiştim, bir kiralık katil, aynı Aynur gibi kendini para karşılığında satan bir cani de olabilirdim.
Evlerin giderek yeniden görülmeye başladığı, sokakların kalabalıklaştığı caddelerin birinde fren pedalına bütün gücümle bastırıp arabayı olduğu yerde birkaç tur döndürdükten sonra kaldırıma çarpmaya çok az bir mesafe kala durdurmuştum. Aynur’un oturduğu sağ taraftaki pencereyi açtığımda önüne bağladığı önlüğüyle bir adam ellerini ovuşturarak: “Hoş geldin abim, yenge sen de hoş geldin” demişti samimi bir gülümsemeyle, “Her zamankinden yapıyorum.”
Benim bir şey dememe gerek kalmamıştı, adam kendi yazmış, kendi oynamıştı. “Ay söyle şunlara soğan koymasınlar.” demişti Aynur, “Geçen sefer sabaha kadar koktuk valla, hani sen olmasan çıkar giderdim yataktan da; sen varsın diye gidemedim.”
Aynur’un söylediklerini adama ilettikten sonra Aynur’un benimle yalnızca para için değil, kendi zevki için de birlikte olduğunu fark etmiştim. Aynur benim aşığım olabilirdi, galiba onu haftada bir genelevden alıyor, gün ışıyana kadar onunla sevişiyor, öğlen saatine kadar göğsümde uyumasına izin veriyor, ardından da o güzel geceyi (!) unutup Aynur’u ait olduğu yere, geneleve götürüyordum. Neden yapıyordum ki bunu? Onu bu yüzden, yani çok sevdiğimden öldürmüş olabilir miydim?
Aynur’la birlikte birer dürüm yedikten sonra arabayı denizi gören bir otoparka bırakmış, ön koltuğun altındaki torbadan çıkardığım bira şişelerini birbirine vurmuş en çabuk içme yarışına başlamıştık. Bira içmeyi sevdiğimi de işte o anda öğreniyorum; böyle iştahla, Aynur daha birincisini bitirmeden ben üçüncü şişeyi dikerek kendimi şaşırtıyordum yalnızca.
Her şey yolunda görünüyordu: Biraz sonra yine arka koltuğa geçmiş, Aynur’un çiçek kokulu boynuna sokulmuş, nefesimin sıcaklığını hissediyordum. Nefesim çok pis kokuyordu ama Aynur’un kokusu inanılmaz güzeldi. Vücudumdaki kanın çekildiğine, kanın kasıklarımda toplandığına yemin edebilirim. Ve yine sokulmuştum Aynur’a, canını yakarak, etini sıktırarak delice gidip gelmiştim üstünde.
Arabanın arka koltuğunda yarım saat kadar dinlenip, üst üste birkaç sigarayı içip, nefesimizin sıcağından arabanın camlarını buğuyla kapladıktan sonra dışarıya atmıştık kendimizi. Bileklerimizi aşan kar ayaklarımıza ulaşıyordu, denizden esen sert rüzgar gözlerimizi yaşlandırıyordu ama aldırmamıştık. Kolumu omzuna atmış, bira yüzünden dengesizleşen yürüyüşümüzü birbirine uydurmaya çalışarak yürümüştük yakınlardaki bir parkın içinde. Bana kar hikayeleri anlatmaya başlamıştı, kar yağdığı zamanlarda yaşanmış komik ve gereksiz hikayeleri gülerek dinlemiştim sevgilimin. Aklımda onu öldürmekle ilgili hiçbir istek yoktu…
Aynur’un ölümünü bir hafta sonra haberlerden öğrenmiştim. “Genç bir hayat kadını sokakta ölü bulundu” demişti haberleri sunan kadın sahtekar bir hüzünle. Haberle ve olayla ilgili hatırladığım tek şey buydu. O akşam biz denize yakın bir parkta bira yüzünden dengemizi yitire yitire yürürken ne olmuştu da Aynur’u öldürmeye karar vermiştim? Aynur bana ne yapmıştı, ne demişti? Arabanın arka koltuğunda iki kere seviştikten, mutluluğumuzu paylaştıktan, birlikte yemek yedikten sonra ne olmuştu? İşte tam buraya kadar geliyor, bundan sonrasını bir türlü hatırlayamıyordum. Acaba hasta mıydım? Yaşadıklarımın ağırlığı, içimde gizlenen birden çok benin varlığı o korkunç anlar yaşanırken hafızamı kapatıp beni bilinçsiz mi kılıyordu? Hiçbir şey bilmiyordum.
Her zamanki gibi geçmiş zamanların gösterimini gerçekleştiren geniş pencere odayı ve odanın ortasındaki beni gösteriyor. Beni zamandan zamana sürükleyen pencere kafamın allak bullak olmasına sebep oluyor. Zamanı, mekanı ve soğuğu o görüntüleri izlerken öyle güçlü duyumsuyorum ki, birden bu odada, sıcacık bir mekanda ve bu günde uyanmak beni alt üst ediyor. Her bir ölümün ardından biraz daha yorgun düştüğümü hissediyorum. Artık dayanacak gücüm yok ama anılar denizi bir kez yakalayınca tüm enerjimi tüketmeden bırakmıyor beni. Ellerimi yeniden havaya kaldırıyorum: Evet, sırada ne var?
Sırada beni her seferinde hayrete düşüren, “Bu kadarı da olmaz artık” dedirten bambaşka bir ölüm daha var. Beni sürekli şaşırtan bu olayı yine dikkatle izlerken hangisinin ben olduğuma, ölen mi, öldürülen mi olduğuma karar vermeye çalışıyorum. Defalarca izledim bu geçmiş zaman anısını, her seferinde olayı çözdüğümü, sonuca bir adım daha yaklaştığımı düşündüm ama hep yanıldım. Olay akışının benzerliği, sonucun ölüm olması, katil ve maktulün yakınlığı diğer anılarla aynı ama bu sefer ben diğer anılardakinin aksine çok daha farklı olarak ben değilim.
Pencerenin başında geçmiş hayatımı düşünüp, gözlerimin eriyip akışına izin vererek sokağı izliyordum. Göğüs kafesimi zorlayan hüznün sebebi bu günüm değildi, yaşadığım geçmiş beni bu denli hüzne sürüklüyordu. Hayatıma bir mucize gibi giren adamsa beni tüm geçmişimden söküp alarak yepyeni bir yaşam, hüzünsüz bir gelecek ve mutluluk sunuyordu. O suçlu değildi, suçlu olan benim doğduğum ev, etrafımı kuşatan insanlar, dünyaya geldiğim coğrafyaydı. Bu pencerenin başında göğü ele geçiren karanlıkların ardından her akşam onu beklerken geçmişim beni alıp hüzünlere boğuyordu. O gelince her şey başkaydı. Sokağın başında beliren arabayı caddenin kenarına park ettikten sonra benim burada olduğumu bildiği için göz ucuyla yukarıya bakar, arka kapıyı açıp her akşam getirdiği bir demet çiçeği arkasına saklar, belki bana göz kırpardı. Onun apartmanın kapısından girip dairemizin kapısına ulaşıncaya kadar geçirdiği birkaç dakikalık sürede ben de geçmişimden sıyrılır, onun sevdiği, her akşam görmek için can attığı, koşarak evine geldiği kadın olurdum.
Kadın mı olurdum! İşte film yine koptu. Yine o sahne aklımda belirdi ve ben bundan sonrası için hiçbir fikir yürütemez, bir şey düşünemez bir halde kalırım. Oysa defalarca düşündüm bu anıyı, defalarca hatırlamaya çalıştım… Her seferinde buraya kadar gelip tıkanıyorum. Ben nasıl olur da kadın olurum; ben bir erkeğim!
Hatıraların devamını izlemekten başka bir çarem yok yine, bu anıyı da geniş penceremde izlemeli, geçmişi sorgulamalı, yine düşünmeli ve geçmiş hayatımı anlamaya çalışmalıyım. Elimde parçaları eksik bir puzzle varken bundan başka ne yapabilirim? Anılarımın yalnızca bir kısmını hatırlayabiliyorum çünkü.
Aydın’ın gelişini pencerenin başında beklerken giderek şiddetlenen kar yağışı yüzünden endişelerim de artıyordu. Onun iyi bir şoför olduğunu biliyordum ama kar onun da kontrolünü kaybettirebilirdi. Küçükken köyümüzden şehre giderken yaşadığım bir macera yüzünden hep korkmuştum kar yağdığı günlerde arabanın içinde olmaktan. Yarı yarıya dolu olan minibüs yumuşak sayılabilecek bir virajı alamamış, buz yüzünden kaymaya başlayıp uçurumun kenarında kalmıştı. Saatler süren korku dolu bekleyişin ardından kar ekipleri yetişmişti de ölümden kıl payı kurtulmuştuk. Sırf o kötü günün anısı yüzünden karı hiç sevmem.
Aydın’ın gelişini pencerenin başında yarım saat daha bekledikten sonra tam telefonuma sarılırken sokağın başında görünmüştü araba. Bu an benim hüzünlerimden, acılarımdan ve endişelerimden mutluluğa doğru yaptığım yolculuğun başlangıcıydı. Onun görüntüsünü izledim, arka koltuktan çiçekleri almasını, benden saklamasını ve apartmanın kapısına yürümesini de. Apartmanın içinde merdivenleri tırmanan sabırsız bir adamın ayak seslerini yankılandı. Kapıyı açtım, sesin yaklaşmasını bekledim. Ve işte karşımdaydı.
Hemen belime sarıldı, elindeki çiçek demetini kucağıma bıraktı ve yanaklarımdan öptü, “Canım, kusura bakma geciktim. Trafik çok kalabalıktı ve açık çiçekçi bulamadım.” dedi. Söyledikleri için sevinmeli miydim, yoksa bir demet çiçek için aranıp durmasına kızmalı mıydım bilemedim. “Önemli değil” diyerek geçiştirdim. Onun gibi güzel şeyler söyleyemezdim, sözcüklerimi süsleyemezdim, ona yalnızca teşekkürle, mutlulukla bakabilirdim, öyle de yaptım zaten. “Aç mısın?” dedim yalnızca.
Yemek masası hazırdı, ısıttığım yemekleri o banyoda ellerini yıkarken servis ettim. Çokça konuşmadan, gülüşerek yedik yemeğimizi. “Seni dışarıya çıkarayım bu akşam.” dedi yemeğin sonunda “Kim bilir ne sıkılmışsındır bütün gün.”
Salondaydık, yemek masasında. Pencereye baktım, “Bu karda mı?” dedim, “Hayatta çıkmam dışarıya.”
Omuzlarını kaldırıp bıraktı, “Bir şey olmaz merak etme” dedi, “İlerideki tatlıcıya gidip birer keşkül yer geri döneriz.”
Ona itiraz etme hakkım yoktu, yalnızca yaptıkları için, bana sunduğu mutlu hayat için teşekkür edebilirdim: “Ben hazırlanayım o zaman” dedim.
Sokak korktuğum kadar soğuk değildi, yerdeki bir karış karı saymazsak bir sorun yoktu aslında. Tatlıcıda keşkül yedikten sonra köşedeki kuruyemişçiden bir şeyler alıp yürümeye başladık. Ben ona…
…
Ben de ona, “Allah belanı versin, ben bu hayatı hak etmiyorum anlıyor musun?” dedim.
…
… burnunu kapatabilmek için yerden aldığım karı suratının tam ortasına yerleştirdim. Gözleri… Gözleri için kömür lazımdı. Etrafıma bakındım, ilerideki çöp kovasının yanında…
… Allah’ım, bunu nasıl yapmıştım ben, nasıl öldürmüştüm onu, yerdeki taşı kafasına indirip…
Bi’ dakika, ne oldu şimdi; neden karıştı kayıtlar? Anıların bu kısmını hiç hatırlamıyorum, yoksa bu benim kayıp anılarım mı?
… Ahmet’le kartopu oynamaya başlamıştık, çok eğlendiğimiz kesindi, “İşte bu elimdeki suratında patlayınca ne diyeceksin bakalım” diye elindekini gösterdi ve fırlattı. Kartopu boşlukta hızla süzülmüş ve tam suratıma isabet etmişti. Yüzümü, ağzımı, burnumu hissetmiyordum. Canım deli gibi yanıyordu, eğilip acımı dindirmeye çalışırken Ahmet yanıma sokuldu: “N’oldu” dedi, “Çok mu canın yandı?”
Kan beynime sıçramıştı, “Allah belanı versin, tabii çok acıdı” diyerek yumruğumu karnına indirdim…
…
… Ahmet’in cansız bedenini yeşilliklerin üstüne kadar taşıdım. Kar yüzünden hiçbir şey görünmüyordu, yalnızca bembeyaz bir gece. Telaşla etrafa bakındım…
Görüntüler karışmaya devam ediyor, ama bu sefer çok sakinim, sabretmeliyim; yoksa bu muammayı çözemeyeceğim.
… Aydın’ın cesedini ne yapacağımı düşünürken imdadıma pencerenin başında dışarıyı izlerken beni korkulara sevk eden kar yetişti. Kar ya, evet, kar…
Neden sürekli değişiyor görüntü, neden aynı kişinin ölümünü göremiyorum?
… Aynur’un cesedini yerde birkaç tur döndürdükten sonra karın kürk paltosunu kapladığını fark etmiştim. Aklıma o ana kadar gelemeyen şey bir anda geldi: Evet, kar, onunla her şeyin üstünü örtebilirdim…
Kafam karma karışık oldu, cinayetleri nasıl işlediğimi anlamaya çalışırken sürekli değişen görüntüler yüzünden hiçbir şey doğru dürüst çözemiyorum.
…Ahmet’i dizlerinin üzerine çökmüş vaziyette tutmaya çalışırken etraftaki karı toplayıp onun üstünü kapatmaya çalışıyordum. Kimse bu mevsimde bir kardan adamdan şüphelenmezdi çünkü: Evet ya, ne güzel aklıma gelmişti bu fikir. Kardan adam güzel bir fikirdi. Nasılsa Ahmet’i kimse tanımıyordu, onu sokakta titrerken bulmuş, birkaç gün evimde misafir etmiştim. Ne dışarıya çıktığımızı gören olmuştu, ne de o evdeyken bir misafirim gelmişti. Evimdeki misafiri öldürmüş ve cesedini karla kaplıyordum. Gövdesini de kapattıktan sonra başını da küçük kartoplarıyla kapatırken bir tanesini sıkıp yüzünün ortasına yapıştırdım. “Oh, ne iyi oldu bak. Ödeştik sonunda” dedim. Ama midem bulanmıştı, başının tepesindeki kan kara karışıyordu, kıpkırmızı oluyordu ne yapsam. Koşarak uzaklaştım ve kustum, midemde ne varsa kustum: Birlikte yediğimiz tostu ve gülüşerek içtiğimiz iki bardak çayı…
Buluyorum galiba doğruyu, sanırım doğru yoldayım.
Aynur’u öldürmeyi hiç istememiştim, o benim canımdı, sevgilimdi. Bana öyle demeseydi, “Senin gibi birkaç kişi oldu hayatımda” demeseydi asla öldürmezdim onu. Parkın içinde birlikte dolaşırken oturduğumuz bankta gülüşüyorduk, “Beni ne kadar seviyorsun?” demiştim, “İnanamayacağın kadar çok.” demişti. “Peki, başkası oldu mu benim gibi sevdiğin?” demeseydim keşke.
Ben onu bir kardan adama (pardon kadına) çevirirken paltosunun düğmeleri açılmış, dolgun memeleri, kırmızı çamaşırları ortaya çıkmıştı. Onu o halde bir daha yapmayı istedim, ama beceremedim. Korkuya kapılmıştım, canım sevgilimin (evet, bunu kendime bile söyleyemesem de o benim canım sevgilim) cesedinden, ölüsünden korkmuştum. Benim gibi kurşuna kafa atan, korkmadan on kişinin arasına dalan, kızgın demiri diline süren bir deli, güzel bir kadının ölüsünden korkmuştu. Ölüm bazı insanlara hiç yakışmıyordu. Ama nasıl yakışsındı, o hırsla saçlarından tutup kaldırıma vurmuştum defalarca suratını, tanıyabiliyor muydum ki onu? Kar kapatacaktı her şeyi, evet, kar kapatmalıydı. Bir de midem bulanmasaydı!…
Ah çözdüm galiba.
… Aydın bana yalnızca iyilik vermişti, güzellik getirmişti hayatıma. Ama ben iyiliği ve güzelliği kaldıramazdım. Ben kötülükle kardeş, zorlukla arkadaştım. İyilik ve güzellik bana göre değildi. Yapamazdım onlarla. Sırf bu yüzden öldürdüm Aydın’ı. Şimdi cesedini kardan bir adama çevirirken kendime zaman kazandıracağı için mutluydum. Güneş çıkıp kar eriyinceye kadar bulamazlardı onun cesedini. Ben o zamana kadar köyüme, barkıma varırdım. İyiydi köyüm benim için. Benim gibi kötülükle, zorbalıkla büyümüş biri için daha ne olsundu…
“Arif, ner’desin?”
Ah annem geliyor galiba, kapatmalıyım DVD’yi… Pencere… Kar yağıyor… Ah annem çok kızacak şimdi… Hava ne zaman karardı?…
“ Allah belanı versin be, yine salonun ortasına işemişsin… Tüh sana”
Ah anne ben yapmadım, ben kimseyi öldürmedim.
“Ahmet, gel al şu Allah’ın belası oğlanı başımdan be. Gebermedi gitti, kurtulamadım şundan…”
Anne valla ben yapmadım, ben işemedim halının üstüne.
“Ne oldu hanım, neden kızgınsın bu kadar?”
Baba sen bari bana inan ya, valla ben bir şey yapmadım. Kimseyi öldürmedim, işemedim halının üstüne.
“Ahmet görmüyor musun, ne yapmış bu deli oğlan ya…”
Ya ne oluyor size, neden inanmıyorsunuz bana?
“Aynur, sen gel karıcığım, otur şöyle”
Baba bırak, ben temizlerim ortalığı.
“Ah o Aydın’ın işleri bunlar. Beni deli etmek için açıyor bu filmi, sırf beni delirtmek için uğraşıyor… Aydııııııın, çabuk koş gel buraya.”
Yok be anne, Aydın’ın suçu yok, ben şey ettim onu…
“N’oldu anne, niye bağırıyorsun?”
Ya ben anneme anlatmaya çalıştım ama beni dinlemiyor kardeşim, kusura bakma senin başını da belaya soktum ama…
“Niye açtın oğlum bu bozuk filmi ona? Ah ikiniz de geberseydiniz de kurtulsaydım sizden. Her yere işemiş, ağzından salyalar akıtmış.”
Yok be, ben işemedim, hallet’çem ben o işi ya…
“Ya baba, odamda ders çalışıyordum, abim de uyuyordu. Uyandı sonra, ayağa kaldırdım. Salonu gösterdi. Ben de getirdim. Kar yağıyordu ya, onu izleyecek sandım. Sonra DVD’yi açmamı işaret etti ben de açtım işte.”
Yok öyle bir şey ya, ne işemesi, ne DVD’si.
“Ne filmi bu Aydın, neden açtın bunu?”
Baba anlamıyor musun film falan yok ortada, her şeyi uyduruyor bunlar.
“Ya geçen sene almıştık ya. Bir proje filmi… Hani bütün yönetmenler kar, sokak lambaları ve geceyle ilgili bir film çekiyordu ama filmin finali aynı olması gerekiyordu. Hani karakterlerden biri diğerini öldürüyordu ve bir kardan adamın içine gizliyordu cesedi. Abim de izleye izleye bozmuştu filmi… Atlayıp duruyordu hani.”
Baba yok öyle bir şey, ben kimseyi öldürmedim ya.
“Hadi oğlum, gir abinin koluna da odanıza götürelim. Hanım sen de bu saate kadar neredeydin?”
Ya ner’de olacak baba, sokaklarda sürtüp, arabaların arka koltuğunda o adama veriyordur.
“İşteydim Ahmet Bey, sen akşama kadar kıçını devirip yat ben ekmek parası kazanmak için milletin ağız kokusunu çekeyim.”
Ben sana demedim mi bak, o herifin yanından geliyor.
“Üfff, tamam; akşam akşam bu kadar bağrış yeter. Şimdi sen ortalığı temizle, oğlum biz de abini yatağına götürelim… Ah be Arif’im sen iyi olacaktın, şöyle aslan gibi delikanlı olacaktın. Seni askere gönderecektik, evlendirecektik, torunlarımız olacaktı… Gülersin, di mi köftehor. Ah hayat böyle olmayacaktı…”
Tamam, baba hallederiz ya, askerlik dediğin nedir ki?
“Cesetleri kardan adamın içine gizlemek de iyi fikir ama… Baba acaba abimin de bu filmi izlerken bizi öldürüp kardan adamın içine gizlemek gibi bir fikri olmasın? Heh, yapabilir mi öyle bir şey?”
Yok be birader, niye öldüreyim sizi?
“Ah keşke bir şey yapmaya gücü yetse de ilk beni öldürse be oğlum. Bilmiyor musun, abin doğumundan beri böyle. Kahretsin işte, anne karnındayken bilebiliyorlar şimdi hasta olup olmadığını. Siz doğduğunuz zaman yoktu öyle şeyler, olsaydı keşke…”
Benim bir şeyim yok baba, askerlik meselesini yarın gidip halledeceğim ben…
İlginç bir öyküydü doğrusu. Kurgusu güzeldi. Sonunda çok şaşırdığımı söyleyebilirim.
Aslında öykü bana da ilginç geldi, ben de son ana kadar ne olacağını bilmiyordum. Aynı kahramanım gibi ellerimi havaya kaldrııp hikayenin kendini anlatmasını bekledim. Sonuca ben de çok şaşırdım 🙂
Bir de ne yazacağım diyordun…
Hikaye içinde hikaye okumuştum ama hikayenin içindeki hikayenin içinde bir başka hikaye hiç okumamıştım doğrusu 🙂 Kurgu(lar)ın güzelliği kadar son ana kadar neyin ne olduğunu ele vermemesi de gayet iyiydi. Hele en sondaki isim oyunu çok hoştu doğrusu. Keyifle okudum, kalemine ve aklına sağlık.
Bir de ne yazacağım diyordun…
İşte öyle, ne yazacağımı bilmeden yazdım. İyi olmuş mu?
Sonunu merakla beklediğim bir hikayeydi.. elinize sağlık.
Jonathan Carroll tavsiye ediyorum size.. Hoş,
belki tavsiyeme gerek bile yoktur 🙂
Başarılar…
Emel Kosi
Memnuniyetle 😉
Gecenin bu saatinde keyifli bir okuma oldu. Teşekkürler Ümit 🙂
Teşekkürler yorumunuz için 🙂