Anlat diyorsunuz memur bey, lakin ağzımdan çıkacak gizler pek de sizlik değil. Bilmeye heves ettiğiniz şeyler için işkence etmenize gerek yok hiç bana. Şayet ne ederseniz kendinize edeceksiniz. Aslında içimdeki bu harareti haykırmak için can atmaktayım. Canımı yakıyor, fakat çok güzel yakıyor. Canımı çok güzel yakıyor memur bey.
Öyleyse başlayayım en başından. Size önerim bu görüşmenin kayıt dışı olmasıdır. İlk o zaman duydum. Tekrar yap! Tavan arasında bulduğunuz o taş. Çocuktum daha. Tabi çocukluk denirse buna. Omuzlarımdaki tüm o yük, bunca sorumluk. Memur bey, belirtmem gerekir ki kesinlikle bir çocukluğum olmadı. Sanırım sekiz yaşlarındaydım. Beni aldılar, özel kıyafetler giydirdiler. Ardından karşısına diktiler. Sizin için alelade bir taş belki ancak biz görürüz. Bir bakış tüm hayatını değiştirir. Sana yeni bir kimlik verir. Sonsuz girdap. Alır seni, hiç görmek istemeyeceğin yerlere götürür. Tüm evren, tüm iyilik, tüm kötülük, tüm pislik, tüm güzellik, her madde ve madde olmayan karşında can bulur. Bazıları dayanamaz, kaçar. Bazıları aklını yitirir. Geri kalanlar ise geçer, çembere katılır. İlk o zaman duydum o sesi. Bir ıslık gibi başladı, ardından parçalandı. Her bir parçanın birbirine uyduğunu biliyorum, çünkü dağılırken izledim hepsini. Tüm o akıl almaz ses, önce tınılara büründü, ardından sonu gelmez bir ritme. Kafamın içinde sürekli yankılanıyor. Şu an bile, sonu yok hiç. Devamlı şu lanet ses. Her gün, her an, her saniye. Sinestezi gibi. Her şeyi ses olarak algıladığınızı düşünün memur bey. Çünkü yapabilirsiniz. Titrer her madde. Titreyen her şeyin sesi olur. Kalemin, çiçek kokusunun, sevginin, nefretin sesleri ayrıdır. Kafamdaki ses susmaz hiç. Aynıdır ritmi, ama tınısı farklı farklıdır.
Acelenizi anlıyorum memur bey. Ancak bu sesi anlatmadan hikâyeme başlamam olanaksız. İnanın siz de istemezsiniz bunu. Şayet her şey onunla başladı. Ben mi? Geçemedim ben. Ancak geçemeyenler ile aynı kaderi de paylaşmadım. Yap hadi! Bu sesi bir tür delilik olarak gördüler. Olağan değildi. Tabi BUZUR’a iadem emredildi. Bu sefer çıplaktım. Onun karşısında çıplak olmalıydık. Şayet elbiselerimizden hariç derimizi de istemezdi. Etlerimiz, kemiklerimiz de huzuruna çıkmaya engeldi. Kavuşmak için ona arınmış olmalıydık hepsinden. Çocukken farklı bilirdik. Korkmazdık hiç. Öyle güzel anlattılar ki. Ancak o ses daha farklı şeyler söyledi bana. Yankılandı, yankılandı, yankılandı. Kalbimin her atışıyla yankılandı. İlki o zamandı. Usulca süzüldü sıcaklık, dirseğime doğru. Hoşuma gitti. O can havli. Yaktı beni. Ama çok güzel yaktı.
Evet memur bey. Neden inanmak istemediğinizi pekâlâ anlıyorum. Ancak siz benden anlatmamı istediniz. Yalana başvurmam için sebep yok ki sevmem hiç yalanı. Güç sahici kelimelerde gizlidir. Bu gece burada yalnızca gerçekler konuşulacak. Söylediğim gibi ilki sekiz yaşlarımdayken vuku buldu. Kaçtım hemen. Sokaklar beni değil, ben sokakları sahiplendim. Öylesine sefil, çarpıktı ki İstanbul sokakları. Balgam, alkol, sidik kokardı kaldırımları. Köşede çocuklar çeyrek ekmek için kavga eder, yanlarından ise zenginler geçerdi. Kollarında mücevherat, bellerinde altıpatlar, ağızlarında puro ile. Daha ne ister ki insan, hazırdı zaten ortam. Bir kıvılcım çaktım ve yanışını izledim. Vurdu savaş davulları ateşin ahengiyle. Güçlendi ses, usul usul. Zevkliydi çok. Daha sekiz yaşlarındaydım ve hafif bir tebessüm ile insanların katlini izledim. Yok, hayır, cinayet değildi bu memur bey, katliamdı, kesinlikle. Azıcık bir kışkırtma ile insanların nelere büründüğünü görmek istemezsiniz. Hele çocuklar. Çocukları hep masum, günahsız bilirsiniz. Ah memur bey, el kadar çocuğun içindeki kötülüğü, potansiyeli bir görseniz…
12 yaşlarındaydım, 32 kişi olmuştuk. 16 yaşlarındaydım, 94 kişi olmuştuk. Cinselliğin keşfi benim için ayrı bir fetih alanı olmuştu. İbne diye, top diye dışladıkları insanları gördüm. Sonra ibnelerin, topların kendilerini nasıl gördüklerini gördüm. Güldüm, kahkahalarla güldüm. Defalarca güldüm. İbne, top, normal insan yoktu memur bey. Ah siz de benim gördüğüm gibi bir görebilseniz! Öğrettim onlara, küçücük çocuklar birbirini becerdi. Kız erkek demedi hiçbiri. Aldıkları o zevki, o şevk halini duydum kafamın içinde, deneyimledim hepsini. İnsanoğlu cinselliğe aç doğmuştu. Vurdu savaş davulu. Koca koca adamları ayarttım, beni becerdiler. Onlar beni ayarttı, ben onları becerdim. Bazen de bebekler olurdu. Küçücük çocuklar ne kadar da tatlı değil mi memur bey? Ne güzel de kokarlar. Hele de oğlanları. Hani biraz daha yakından koklasanız, azıcık daha fazladan öpseniz, hani o pembe deriyi birazcık incitseniz. Gözünüzün içine bakıyorum ve aynı parıltıyı görüyor, aynı ritmi duyuyorum memur bey. Siz de belli belirsiz bir heyecan duymadınız mı demin, hani içinizde pır etti bir şeyler. Tabi saklayacaksınız, insansınız. Belki kendinizden bile. Eşinizi geçelim, bir erkeğe gözünüz kaymadı mı hiç? Hep mide bulandırıcı, sapkın bir düşünce olarak mı gördünüz bunu? Ya size bundan çok aşırı zevk alabileceğinizi söylesem. Bu önyargıdan kurtulmanıza mahal yok, ancak neticede insansınız siz de. Bir erkekten, hatta bir çocuktan ne kadar zevk alabileceğinizi bir bilseniz. Âşık dahi olabilirsiniz onlara, hem de hiddetiniz hiç sönmeden. Sarılarak nefrete. Ya bu tek taraflı da değil desem? Henüz bir çocuğunuz yok, değil mi memur bey?
Gördünüz mü? Başladınız bile, farkında olmadan. Dudağımdan damlayan kana bakın. Bakın iyice. Daha fazlasını istiyorsunuz değil mi? Neden sakinleştiniz birden? Vurmayacak mısınız yeniden? Bir de tenasül uzvunuza bakın lütfen, pek farkında değilsiniz hani ama neden şişti acaba birden? Tamam, bağırmayın lütfen. Devam etmemi ister misiniz?
Yalnızca beni bulduğunuz geceyi mi anlatmamı istiyorsunuz? Lakin beni izleyenlere satanist çetesi dediğinizi, yaptığım ya da yaptığımız onca güzel icraatı, insanlarınızın bizi avlamasını, avlanırken aldığımız hazzı, tüm bunları bir kerede atlamak istediğinizden emin misiniz? Yoksa bize yaptıklarınızdan utanıyor musunuz? Olayları zaten biliyorsunuz, daha yakından dinlemeye tenezzül edemiyor musunuz memur bey? Peki, öyle olsun. Lakin bir şeyi kesinkes belirtmek isterim; ben ve beni takip eden herhangi bir şahsın herhangi bir din ile veya dini ayin ile hiçbir ilişiği olmamıştır. Şayet bizzat ben din ile ilişiğimi sekiz yaşlarımdaki o gece kesmiştim. Yanlış anlaşılmasın, din ile bir zorum yok. Hani yeri geldiğinde çok güzel bir manipülasyon aracı da olabiliyor. Yalnızca, dini bütün insanları kandırmanın kolay olması, ölüme yatkın olmaları aramıza inançlı bir insanın katılmasını engelledi diyeyim.
O gece hiç yaşanmamış olsaydı bizi durdurabilmeniz pek bir imkânsızdı. Şayet zihnimdeki savaş davulları hiç susmamış, yıllar geçtikçe daha da kuvvetlenmişti. Tüm albenisiyle savaş beni çağırmaktaydı. Bütün dünyayı fethedene dek ki inanın bana bunu yapabilirdim, her yerin cayır cayır yanmasını izleyene dek durmaya pek niyetli değildim. Kararlıydım. Kararlı, şevkli, azimli, akıllı ve yetenekliydim. Ve hem kararlı, hem şevkli, hem azimli, hem akıllı hem de yetenekli bir insandan tehlikelisi yoktur memur bey.
Unutmadan sorayım memur bey; ibneler neden biz böyle doğduk der? Tamam, peki öyle olsun. O gece…
O gece de aynı başladı. Hiçbir anın birbirine eşit olmadığı gerçeklikte monotonluğu hissetmek ne büyük bir kederdir? Avladık ve avlandık. Siz tarafından. Kaçtık. Çiftçilerden, öğretmenlerden, imamlardan, avukatlardan kaçtık. Öylesine güzel ve monoton bir geceydi. Cipimiz Karadeniz’in sarp kayalıkları arasında şuan hatırlayamadığım bir bölgede, bir tür keçi yolunda ilerliyordu. Arkamızı denize vermiştik. Çok geçmeden farklı bir tını duydum. Yankılandı davulun sesi, her zamanki gibi. Ama farklıydı bu sefer. Tarifi imkânsız bir yabancılık taşıyordu. Bunca yıl duyduklarımdan farklıydı. Hatta sesin kendisi de ürpermişti. Ritmi daha soluk, daha donuk oldu birden. Merak duygusu için için sardı beni. Benimkilere dedim devam edin. Atladım araçtan. Tınının kaynağına bakındım. Karşı tepede mezar taşları ve hemen yanında bir Laz evi vardı, terk edilmiş. Dinledim. Değildi. Pek uzakları seçmeme mahal vermiyordu el fenerim. Dolaşmaya başladım bulmak için. Hayli uzun bir süreydi. Şimdi düşündüğümde gülünç derecede uzun. Oysa gözümün önündeymiş saatlerdir. Eski, kullanılmayan yel değirmeni. Dikkatli bakıldığında acayiplikleri göze çarpıyor hemen. Bunları görmemek için kör olmak lazımdı. Ancak dikkatli bakılamıyordu ona. Öylesine güzel gizlemişti ki kendini, herkesin gözü önünde olmasına karşın bir hayaletti zihinlerde. Gelip geçen şekiller, göz ucuyla görülüp süpürülen detaylardan ibaretti. Öncelikle ne kapısı ne de penceresi vardı değirmenin. Pervaneleri zamanla öylesine eskimiş ve çürümüş ki, nasıl bir arada durduğu merak uyandırdı bende. Buna rağmen gövdesini oluşturan taşlar elmas gibi, o kadar yeni, düzgün ve parlaktı ki eski bir yapı demeye bin şahit lazımdı. Bu zıtlık insanın tüylerini ürpertiyordu.
Önceden korktuğum şeyler vardı elbet memur bey. Severdim korkuyu. Zamanla unuttum. Ancak azı bile heyecanlandırır beni hâlâ. Severim korkuyu. Ama bu korku farklı teldendi. Alttan daha garip duygular fısıldıyor, uzun zamandır ilk kez tereddüt etmeme sebep oluyordu. O korkunç taşta dahi görmediğim, varlığından bihaber olduğum duygular açığa çıkıyordu. Doğal olarak heyecanlandım çok. Heyecanım baskın geldi ve devam ettim. Kafamdaki davulları kullandım onu bulmak için. Bir çatlak vardı. Oradan daha net geliyordu ses. Buldum ve dokundum. Kolumdan tarifi imkânsız gizler vücuduma tesir etti. Karardı gözlerim. Bir süre bir şey göremedim. Sonra belli belirsiz bir ışık. Loş bir yeşil. Yürüdüm memur bey. Daha iyi görebilmek için. Ancak o zaman fark ettim. Ses yoktu. Ne ayak sesi, ne davul sesi, ne de başka bir ses. Korkuttu beni. O ses gidince yetim kaldım. Bildiğim dünya değildi bu. Şayet birazdan her ne olacaksa, artık ona daha da yabancıydım.
Uzandım kaderime. Usul usul. Boyun eğdim. Yaklaştı yeşil ışık. Pis bir yeşildi bu. Cadı yeşili, balgam yeşili, kusmuk yeşili. Pis. Ses yokken öbür duyular daha bir garip oldu. Duyarlı oldu. Koku pek bir çirkindi. Köpek leşi desem değil, çürümüş ceset desem değil. Hani daha önce duymadığınız ve bir daha da duyamayacağınız bir koku idi bu memur bey. Yeşilin de doğası bir garipti. Kıvrım kıvrımdı tonları, ama ne bileyim, garipti işte. Korku değildi artık hissettiğim. Ona yakın da değildi. Başka başka bir duyguydu. Dokununca yeşile daha da keskinleşti her şey. Her bir detay. Bu andan sonrasını tarif etmem pek bir mümkünsüz. Gördüğüm, yaşadığım, büründüğüm mimarinin dilimize tercümesi bayağı imkânsız. Hani bilmem bilir misiniz? LSD vardır, DMT vardır. Alırsınız, halüsinasyon görürsünüz. Yine tarifi imkânsız şeyler görürsünüz, farklı şeyler deneyimlersiniz. Ama gördükleriniz yine dünyamızdan, algınızdan ötürüdür. Çevrenizi görürsünüz, çok detaylı görürsünüz. Böyle olunca ne görüyorsun diye sorulunca insan cevap verebilir aslen. Hani şurada şu var, böyle oldu, bunun gibi bir şey deneyimledim diyebilir. Bazı şekiller çıktı, sonra onların aslında hep orada var olduğunu gördüm diyebilir. Mümkündür bu. Ancak benim durumum buna binaen ıraktı çok. İnsan kendi algısından, kendi bilincinden doğmayan bir şey görünce sandığınız gibi olmuyor memur bey. Uzaylı görüp korkmak gibi değil bu. Uzaylı bir ihtimaldir ve zihnimizdedir. Hayalet de öyle. Zira insan canavarlarıyla birlikte doğar. Ancak ya gerçekten çok yabancı bir şeye şahit olur, zihnimizde hiç olmamış ve hiç de olamayacak bir vakaya tanıklık ederse. O zaman ne olur sizce memur bey?
Tüyleriniz. Diken diken oldu sanki. Ve evet, ben anlatırken oldu. Ancak korku duydunuz mu memur bey? Pek değil. Nereden geliyor peki bu içgüdü? Bu sorunun cevabını biliyor muyum sizce?
O gece oradan kurtulmuş olmam mucizenin kanıtıdır. Beni kurtaran sesti yine. Gene o ses. Ancak davul sesleri birleşti bu sefer. Birleşti ve uzadı. Her parça uydu birbirine. Muazzam güzellikte, etkileyici ve dünyamızdan bir sahne. Her şeyi saran ışığın bir tezahürü. Ardından ıslığa dönüştü yeniden. Islık da oyuklara vuran havanın ifadesiydi. Yine o pis yeşilden, ahlaksız yeşilden oyuklar. Kaynağı o garip düdüktü galiba. Ya da onu üfleyen insan. Evet, insandı o. Bu tür gizlere haiz ve yaşayabilen bir insan. Yıllar önce de oydu. Şimdi de o. Hatta tek bir kez üflendi o düdük. Ancak ben baştan sona, sondan başa tecrübe ettim. Esasen tekti o.
Beni de o gece buldunuz. Siz koştunuz en çok peşimden. İlki de sizdiniz. Yine ellerinize düştüm memur bey. Buldu her şey hakkını. Ancak lütfen cevap verin sorularıma.
Söyleyin, neden soğudu bu oda? Şu aynanın arkasında, sözlerimi kâğıda döken şahıs sizce neden yalnızca benim ağzımdan çıkanları yazıyor? Neden memur bey, ibneler neden ibne?
Size şimdi ne olacağını söyleyeyim. Birazdan kapı açılacak. İçeri savcı bey girecek. Sizi çağıracak. Benim nakil edileceğimi söyleyecek. Bağıracaksınız, çağıracaksınız. Ancak savcı beyin yüz ifadesi değişmeyecek. Ama diyeceksiniz, bu haksızlık. Hemen ardından ekip gelip beni alacak. Çıkaracak bu odadan. Nakil edilirken birden kapı açılacak. Arabanın motoru duracak. Kelepçelerim sökülecek. Aynı onlara söylendiği gibi. Sonra memur bey. Sonra ne olacak? Siz yine o meyhaneye gideceksiniz. Kör kütük sarhoş olacak, sövüp sayacaksınız. Eve yatmaya gideceksiniz. Ancak sizi son görenler birkaç sarhoş olacak. Fazlası değil. Ve bu metin memur bey, ivedilikle LALARTU arşivine kaldırılacak. Şimdi size önerim son kez insan olun. Vurun, bir daha vurun. Dökün kanımı. İzin verin şişsin yeniden o tenasül uzvunuz.
Bayıldım öyküye ve üstüne söz söyleyecek de değilim.
Okumaya başlarken beklediğimden bambaşka bir öykü oldu.
Karaktere sempati duyacağımı sanmıştım, sonuçta alayımız da memur beyler karşısındayız. Ama, insanlığa sempati duydum.
Muhteşem kurgu, muhteşem anlatım ve dehşetengiz okültlükler…
İncecik bir hata, minicik bir kusur, güzelliğin bu tarafına dökülen tek bir harfi yok bu öykünün.
Öyle bir şey ki bu…
Bir takım esin kaynakları elbette ki okuyucu tarafından fark ediliyor. Ama, öyle bir şey ki bu, bir sanat eseri olarak yaklaşılamıyor. Gerçeğin ifadesi gibi… Hakkında söylentiler çıkıp duran metinler vardır ya…
Ne diyeceğimi bilmeden geveliyorum.
Diğer öykülerine de bakacağım. Ve, dışarıda daha fazlasını arayacağım.
Yine de, sormak istedim, LALARTU kelimesini nereden edindin? Sanırım “hayalet” diye bayağı bir çevirisi yapılabiliyor ama… Bana çok güçlü geldi.
Kaleminize sağlık, üslubunuz etkileyici. İki kez, ikisinde de ayrı bir beğeniyle okudum. Zaman bulabilirsem bir daha okumak isterim. Tekniğiniz ise oldukça hoştu. Osman ve Gökhan’ın okuyup yorumlamasına da hiç şaşırmadım.
Daha önceleri “ile” bağlacının bir önceki kelimeden ayrı kullanıyordum. Sanırım bu, kurgu-dışı makalelere, kurgudan daha fazla ilgi göstermemden kaynaklanıyordu. Bir uyarı nedeniyle bunu fark edip birleşik kullanmaya başladım.
Seçkilere daha sık katılmanız dileğiyle…