O çatı katına üç yıl önce bir pazar günü taşınmıştık. Haziran başıydı.
Kitaplarımız, sekiz tahta raf, rafları tutturduğumuz iki uzun demir, mutfak ve banyo gereçlerini doldurduğumuz iki mukavva kutu, bir piknik tüpü, genişçe bir sünger yatak, iki sandalye ve içinde birkaç parça giysimizin olduğu büyükçe bir bavuldan ibaret eşyamız küçük bir pikaba rahat rahat sığmıştı.
Eşyamızı şoförün de yardımıyla yukarı çıkarıp birkaç saat içinde çatı katına yerleştirmiştik. Yatağı sardığımız örtüyü, odanın zeminine serip, yatağı üstüne koymuş, giysilerimizin olduğu bavulu duvara dayamıştık. Benim giysilerimbir kot pantolon, iki kazak, bir etek-bavulun sol tarafında, onunkiler-bir kot pantolon, üç kazak- sağ tarafta; iç çamaşırlarımız, kapağındaki fermuarlı gözde duruyordu. Atkılarımızı kollarına sokarak, kapının arkasına çaktığımız çivilere asmıştık kabanlarımızı. Koltuk taklidi yapan iki tahta iskemle salonun ortasına kurulmuştu. Mutfağı yerleştirmek on dakikamızı almıştı, demirleri karşılıklı tutup rafları takmak, kitapları kutudan çıkarıp, minik kitaplığımızı düzenlemek de iki saatimizi.
Çatı katı evimiz gözümüze, salonu, yatak odası, ikimizin birlikte zor sığdığı mutfağı, duşa kabinli banyosu ve önündeki kocaman terasıyla, bir saray yavrusu gibi görünüyordu ama hayat bir evcilik oyunu olmayacak kadar eğlenceden yoksundu bizim için.
Salonun ortasındaki sandalyelere oturup, perdesiz pencerelere bakmıştık.
“Bu şehirde geceleri gökyüzüne görebilmek ne büyük bir şans!” demişti.
“Yıldızları perdelemek birinci dereceden suç teşkil eder!” demiştim.
Gülüşmüştük.
Göğümüz bulutsuzdu o zamanlar. O gece sandalyelerimizi terasa atıp, geç saatlere kadar yıldızları seyretmiştik. Kalplerimiz lekesizdi henüz.
Daha sonraki günlerde o çatı katında, üzerine yıldızları serpiştirip, ekmeğimizi sessizliğe ve kederimize banmıştık.
Üniversitenin son sınıfında tanışmıştık. Üç yıl önce. Türkoloji okuyordum; o yıl bir ayımı, bitirme tezim için Güney Sibirya’da geçirmiştim. Ardım sıra gelip Anadolu’da Şaman izleri üzerine araştırmalarına başlamıştı aynı üniversitede.
Okulun sinema kulübünde Betty Blue’yu izlemiştik birlikte. Salondan çıktığımızda, ben hâlâ sersem sersem filmin içinde dolaşıyordum. Sokağın ortasında beni kollarıyla sarmış, gözlerini gözlerime dikmiş;
“Sen sakın gözlerini oyma!” demişti.
İtiraf bundan fazla ne olabilirdi.
Birkaç ay sonra elinden tutup onu babama götürmüştüm. Ona, Hakas destanlarını soran babam, Anadolu türkülerinin aslında, yüzyıllar boyunca çekilen acıları ezgilere döken ağıtlar olduğunu anlatmıştı uzun uzun. Babamı dinlerken- çakılmasın diye Hakasça; içime doğmuş gibi ona-bizim için nasıl bir ağıt yakacağını sormuştum. Gülümsemesi donmuştu yüzünde.
O ağıtı yıllar yılı kendi başıma yakacağım aklıma gelmemişti.
Geliş sebebimizi öğrenince babam, taş gibi sertleşmiş;
“Dinsiz bir adamla evlenirsen, kızım değilsin” demişti.
Oysa evleneceğim adamla benim dinim aynıydı.
Tanrı bizimle değil miydi yoksa.
Ailemin çocukluk hayallerime şahitlik etmiş balkonunda otururken ona, babamın;
“Arkadaşına söyle, bu evden gitsin” dediğini söylediğimde; “Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği”nden bir paragraf okumuştu bana. Yağmur gibi yağarak dinlemiştim; bir ülkede yabancı olmaktan söz eden kelimeler yaprak yaprak gibi dökülmüştü aklıma.
Kendi evinde yabancı olmanın ne demek olduğunu anlatmamıştım ona.
Ona, annemin;
“Seni biz aklı başında bilirdik. Böyle mantıksız bir şeyi nasıl yaparsın. Babam intihar eder” dediğini de söylememiştim. Bu, annemle benim aramdaki bir meseleydi.
“Tamam” demiştim anneme. “Sen kendi babana, otuz yıl önce; ‘Peki baba, evlenmeyeceğim o adamla dediysen, ben de şimdi bu odadan çıkıp babama aynı şeyi söyleyeceğim.”
Gözleri büyüyerek bakmıştı annem; yüreğimi kucaklayan hiçbir şey çıkmamıştı ağzından.
Babam benimle bir daha konuşmamış; benim olduğum odaya da gelmemişti. Annemle mektup göndermişti; hem de sekiz sayfa. “İnsan kızını özgür bırakırsa ya davulcuya ya zurnacıya ya da bir Sibirya kaçkınına varırmış demek. O adamla gider, Sibirya’nın soğuğunda donup ölürsen mezarını nasıl bulurum? O hâlde kız kardeşini okula göndermem” diye yazmıştı. Tehdidini acınası bulmuştum; ama sonra çok korkmuştum kardeşimi gerçekten okula göndermezse diye. Buna sebep olursam kendimi hiç affetmeyecektim.
Babamın esip gürlemesi geçmişti; ama birbirimizin gözünden düşüp parçalanmıştık çoktan. Can yakan hayal kırıklıkları kalmıştı geride.
O fırtınadan sonra, babam köklerimi söküp elime verdi ve beni reddetti.
Boyumun ölçüsünü de almıştım böylece.
Ben dalları budanmış güdük bir bonsai idim aslında.
Benim iki arkadaşım; onun iki arkadaşından başka kimse yoktu nikâh salonunda. Funda benim şahidim olmuştu, Mehmet de onun.
Ve o çatı katında yaşamaya başlamıştık.
Ben bir yandan okulu bitirmeye çalışırken, Osmanlıca-Türkçe ve Hakasça-Türkçe çeviriler yapıyordum; o da gündüzleri okula gidip, derslerden arta kalan zamanlarda bir kafede çalışıyordu.
Sonra güz geldi.
Çok alametler belirdi.
Önce, terasa dizdiğimiz saksılardaki çiçekler teker teker soldu.
Bir gece eve gelmedi.
İki ayda, ikinci kez gelmeyişiydi eve.
İlkinde, ertesi sabah beni kafeden arayıp, iş çıkışı arkadaşlarıyla içerken küfelik olduğunu, onu dört kişi zor taşıyıp bardan çıkardıklarını-elbette hatırlamıyordu hiçbir şeyi- sonra geceyi Mehmet’in evinde geçirdiğini, mişli geçmiş zaman kipinde anlattı.
Kelimeler terk ederdi öyle zamanlarda beni. Aklım susardı. Çok iyi anlasam da Hakasça kavga edemezdim. Esasında hiçbir dilde edemezdim. Herhangi bir kavga anında bir devre kapanır, sistemim kilitlenir, içimde bir hayret büyürdü yalnızca. Birine aksi bir söz söylemek ondan vaz geçmekti benim nazarımda.
Sonra Süzgeç gitti.
Yuvarlak kavanozunda ipekten yüzgeçlerini sessizce sallayarak yüzen turuncu renkli bir Japon balığıydı. Benim gibi dilsiz. Suyun yüzündeki pul pul yemleri, saydam ağzını büzüp suyu süzerek yutardı.
Süzgeç, kavanozunun suyunu değiştirdiğim bir gün- sevmek için avuçlarıma almış, turuncu derisine parmağımın ucuyla dokunmuştum-parmaklarımın arasından fırlayıp yere düştü. Yerden aldığımda saydam bedeninde iskeleti, kırmızı bir kalemle çizilmiş gibi kanadı.
Yerden alıp, kavanoza koydum yüreğim ağzıma gelerek. Bütün gece, dilimde yarım dualar, başında bekledim. Suyun içinde kıpır kıpır yüzerken, sabaha doğru gücü tükendi, yavaş yavaş dibe battı, kavanozun dibine sessizce uzandı.
Birkaç gün sonra, içinde iki küçük, ince uzun balığın olduğu su dolu bir torbayla geldi eve.
Dönüp bakmadım. Birkaç gün içinde, yüzlerine bakılmayan herkes gibi ölüp gittiler.
Daha sonra hiçbir balığa bakmadım.
Daha sonra hiçbir erkeğe dönüp bakmadığım gibi.
Rüyalarım karıştı sonra. Şekilsiz; yüzleri olmayan kadınlar girdi uykularıma.
Dün gece telefonu cevap vermedi. Mehmet’in telefonu da.
Perdesiz pencereden gökyüzüne bakarak oturdum sandalyede. Hava pusluydu; pembe bir ışık yayılıyordu gökyüzünde. Karın yağacağına işaretti bu. Hiçbir yıldız görünüp göz kırpmadı bana. Etraftaki binaların karanlık gölgeleri, kar, patlamış mısır taneleri gibi yağmaya başladığında dahi ışımadı.
Sabah olurken Funda’ya uğramak geçti içimden. İki sokak aşağıdaki bir köşe başında, giriş katı bir dairede yaşıyordu. Evdeyse, biraz laflarız, bir kahve içerdik belki.
Funda’ya, yıllar önce, Güney Sibirya’dan döndüğümde, orada biriyle karşılaştığımı anlattığımda;
“Hele bir gelsin de tanıştır beni. Sana uygun olup olmadığını görür görmez anlarım ben” demişti.
Tanışmıştı tanışmasına; hatta nikâh şahidim de olmuştu ama onun hakkında hiçbir şey söylememişti şimdiye kadar. En son konuşmalarımızın birinde şaka yollu hatırlatmıştım söylediklerini. Hiçbir şey dememiş; kısa bir sessizlikten sonra konuyu değiştirmişti. Üstelememiştim. Çoğunlukla gözlerimi yere indirip susardım. Neden anlatmadığımı sorardı. Düşünüyorum derdim. Neyi derdi hemen. İlk cümleyi derdim. İlk cümleyi bulsam gerisi kolay. Böyle akar ya hikâyeler. Funda dert etmezdi böyle şeyleri. Ağzına ne gelirse onunla başla derdi. Ciğerim söküle söküle başlardım; belki kopmuş dallarımı sever, okşar diye beklerdim, ama o daha önce yaptığı gibi tavsiyelerde bulunurdu. Dönüp dönüp hâlâ feminist olmadın mı sen diye sorardı; olsan iyi edersin diye eklerdi arkasından. Ben yine onun ne demek istediğini düşünürdüm. Kalkar eve gelirdim, vakit geçerdi.
Bir iki saat daha oyalanıp kombiyi kıstım, kabanımı giyip, eldivenlerimi takıp çıktım sokağa.
Gece boyunca yağan kar erimiş, yol boyunca çamurla karışık birikintiler oluşmuştu.
Evin altındaki yokuşu, kayıp da düşmeyeyim diye, kaldırımın kenarındaki apartman demirlerine tutuna tutuna indim. İki sokak sonra dönüp, köşedeki Funda’nın oturduğu apartmanın kapısında durdum.
Kapı her zaman açık olurdu, itip içeri girdim. Birkaç basamak merdiveni çıkıp zile bastım. Zil, tutukluk yaptı, hasta bir kedi yavrusu gibi kesik kesik ciyakladı.
Kabanımın ceplerine ellerimi sokup bekledim. İçeriden hiç ses gelmiyordu. Funda zilin sesini duymamıştı belki de. Zile bir daha bastım; bu kez yüksek sesle zırladı.
Kapı açılmadı, gelen giden de yoktu. Funda’nın boş günüydü; okula gitmeyecekti. Gece geç yatmış, hâlâ uyuyor olabileceğini düşündüm. Gitmeden önce, son bir kez de kapıya vurayım dedim. Yün eldivenimi çıkarıp kapıya birkaç kez vurdum.
Biraz bekleyip gidecektim; ama tam o sırada aralandı kapı. Funda, makyajsız yüzünü aralık kapıdan uzattı. Saçlarını düzeltirken, bir eliyle beyaz bornozunun yakasını tuttu.
“Aaaah, çok özür dilerim Funda” dedim. Yüzüme bir ateş yürüdü. “Aklıma da geldi aslında. Uyandırdım seni!”
“Olsun; önemli değil” dedi Funda her zamankinden daha kalın bir sesle.
“Ne olur kusura bakma! Ben hemen gidiyorum. Sen uykuna devam et.”
“Tamam tatlım!” dedi Funda, yüzünü kapıya yüzünü dayayarak.
Dönüp merdivenlerden iniyordum ki, aklına yeni gelmiş gibi arkamdan seslendi.
“Bir şey mi vardı?”
Kıpkırmızı yanan yüzümü daha fazla görmesin diye, arkamı dönmeden;
“Yok canım” dedim. “Önemli bir şey yok. “Sonra konuşuruz.”
Kapıyı usulca kapatıp, kaygan kaldırımda düşmemek için sarsak adımlarla yürümeye başladım.
Funda’yı karşımda yarı çıplak, bornozuna sarınmış olarak görmek afallatmıştı beni.
Kendime lanetler okuyarak, köşeyi dönüp yokuşu tırmanmaya başladım. Yerin dibine geçmiştim. Kendimi yine zora sokmuştum; ne vardı sabah sabah kızın kapısına dayanacak.
Apartmanın merdivenlerini tırmanıp, banyoya daldım. Lavaboda yüzümü yıkarken, aynaya bakamadım. En kısa zamanda Funda’dan özür dilemeliydim tekrar.
Mutfağa geçip, tüpte su ısıtıp, kupaya boşalttım. İkisi bir arada kahve poşetini sıcak suya döktüm. Karıştıra karıştıra, salona yürüdüm.
Alt kattaki komşulardan birinin kapı önüne attığı küçük, kare bir tahta masayı son anda atık toplayan çocukların elinden rica minnet almış, ikinci elçilerden de bir çekyat kapmıştık geçen ay. Salon son aldıklarımızla birlikte oldukça kalabalık görünüyordu artık.
Pencere kenarındaki çekyata oturdum. Kar, pencereyi boylu boyunca kaplamıştı.
Okumakta olduğum kitap, masanın üzerinde açık bir şekilde duruyordu.
Kitabı alıp devam ettim okumaya.
Daha doğrusu, çoğunlukla kitap beni okudu.
Öğleye doğru kapı açıldı. Anahtarın kilitten usulca çıkışını dinledim. Kapıyı kapatıp salona girdi. Gelip yanıma oturdu. Işığı kaçmış gözlerime baktı.
“Ne diyecek diye bekliyorsun; biliyorum” dedi.
Ne diyecek diye beklemiyordum; bilmiyordu.
“Yemin ederim, Funda ile birlikteydik” dedi.
Düşünüyorum da ağzından çıkan o cümle, başlı başına muhteşemdi.
Doğru söylemişti; bir gece önce Funda ile birlikteydi.
Gözleri, ne kadar da zekiyim diye parlarken, gülmemek için kendini güçlükte tuttuğunu görebiliyordum. Daha sonraki zamanlarda o anı hatırlayıp gülme krizine kapıldığını tahmin etmek, onu tanıyan biri için zor değildir. Onu tanısanız, ne demek istediğim anlardınız.
“Aaa, öyle mi? Mesele yok o zaman!”
Böyle dememi mi bekliyordu?
“Mesele yok” der gibi baktım. Rahatlamış göründü.
Uzanıp dudaklarımdan öptü.
Ağzı kadın kokuyordu.
Birden midem bulandı.
Aklım kilitlendi. Kafam boşalmış bir hâlde otururken kulaklarımın yandığını hissediyordum.
Ertesi gün, evde yalnızdım. O, kafeye çalışmaya gitmişti. Yatağa uzanmış, gözlerimi tavana dikmiş, hareketsiz yatıyordum.
Şaman davulları gümbürdemeye başladı birden. Nefesimi tutup dinledim. Davulların gümbürtüsü içinde adımı işittim. Yukarı Dünya bana sesleniyordu.
Yukarı Dünya beni çağırıyordu. Zihnimi davulları dinlemeye zorladım ve adımla çağırıldığımı çok net bir biçimde duydum.
Güney Sibirya’da tanıştığım bilge bir Şaman, benim de Şaman olduğumu söylediğinde şaşırmamıştım. O benim oralara kadar neden geldiğimi biliyordu; ben de sonunda aradığımı bulduğum için rahatlamıştım. Geçirdiğim Şamanlık hastalıkları da bir nedene kavuşmuştu böylece.
“Yukarı Dünya çağırdığında mutlaka gitmelisin, direnmek iyi değildir. Orada gördüklerini kabul etmelisin ki uyum sağlanabilsin. Ancak herkesin hayrını gözetmelisin hep” demişti yaşlı Şaman kadın. “Gücünü kimsenin kötülüğü için kullanamazsın; o kişi kendin bile olsan. Aradık-bazen başına bela da açabilir; bunu sakın unutma! Adım atmadan önce çok iyi düşün!”
Ritme bırakmalıydım kendimi. Bırakmalıydım ki, ben fark etmeden bedenime girsinler. Davullar içimde gümbürderken, bedenim gevşesin, beni serbest bıraksın, ruhum bir tüy gibi hafifleyip yükselsin, Yukarı Dünyaya doğru usulca süzülüp gitsin.
Ama bedenim henüz hazır değildi gevşemeye; direniyordu. Düşüncelerim zehirli sarmaşıklar gibi sarıp sarmalıyor, kuşatıyorlardı beni, aklımı tutup ruhumun ayrılmasına engel oluyorlardı.
Şaman davullarının ritmi uygun adım yürüyen bir taburun adımları gibiydi. Telaşsız ama kararlı; hatta bir hayli tutkulu bile denebilir.
Derin derin derin çektim havayı içime. Yukarı Dünyanın huzuruna teslim ettim kendimi.
Gözlerim kapalı, davulları dinleyerek kalbimin atışını ritme uydurdum. Etimde, kemiğimde atıyorlardı, varlığıma karışıp denizin ak köpüklü dalgaları gibi zihnimi yıkadılar.
Ne kadar sonra bilemiyorum ama Kadim toprağı ayaklarımın altında hissediyordum artık. Muhteşem zenginlikte bir orman vardı etrafımda. Tertemiz; ferah havayı, toprağın kokusunu, başımın üstündeki güneşi derimde duyuyordum. Hiçbir yol yoktu burada; patika da yoktu, modern insanın hiçbir izi yoktu. Etraf dümdüz, çimenlerle ve çiçeklerle kaplanmış. Tam önümde, ışıl ışıl bir su birikintisi vardı. Hareketsizdi, yüzeyi cam gibi pürüzsüzdü. Hiçbir kıpırtı yoktu. Hemen yanında upuzun, ipince ağaçlar, göğe doğru yükseliyorlardı. Zümrüt gölgelikler gerilerde koyulaşıyordu.
Birkaç dakika durup, ışıl ışıl gökyüzüne baktım. Derin derin çektim havayı içime. Birden coşkun bir sevinçle doldum. O ne kokuydu öyle. Hayatımda hiç bu kadar muhteşem bir çiçek kokusu duymamıştım daha önce. O kadar büyüleyiciydi ki, insan çıldırıp kendinden geçebilirdi. Yavaş yavaş etrafımda dolaşan saydam canlıların ilk belirtilerini algılamaya başlamıştım. Beni tanımaya çalışarak etrafımda dolaşıyor, içlerinden birine bakmaya davransam, hemen önümden çekiliyorlardı.
Bu seyahatin sonunda davullar hızlanacak ve beni bedenime çağıracaklardı. Davulların hızlandığını duyunca, etrafımdakilerle vedalaşıp geri dönmeye hazırlanmalıydım. O zamana kadar su birikintisinin yanında biraz dinlenip, Yukarı Dünyadaki iyi ve kötü ruhların içime doğmasını beklemeliydim.
Zümrüt yeşili suyun üstüne doğru eğilip baktım. Kızıl kahverengi saçları örgülü küçük bir kız belirdi suyun yüzünde. Şaşkın şaşkın bana bakıyordu. Elimi yüzüme götürdüm; aynı anda o da yüzünü tuttu. Birden tanıdım onu. Yirmi sene önceki halimdi o küçük kız. Suyun üzerinden kendime bakıyordum. Yüzümde dolaşan ellerim küçülmüş, on yaşındaki ellerimin hâlini almışlardı. Ellerimi yüzümden çekip parmaklarıma baktım. Küçücük olmuşlardı. Sol elimdeki yüzük bollaşmış, çok büyük kalmıştı parmağımda. Parmaklarımı açarak avuçlarımı aşağı doğru çevirdim.
İyiden iyiye bollaşmış yüzük, parmağımdan kayarak, suya düştü.
“Plop!” diye bir ses çıktı.
Su o kadar berraktı ki, yüzüğün düştüğü yeri görebiliyordum. Bir iki adım atıp suyun içine girdim. Dibi yumuşak, kaygan bir şeyle kaplanmıştı. Elimi suya daldırıp, yüzüğe doğru uzattım. Ama su dalgalandığı için yüzük hareket etti ve biraz daha ileri gidip kaygan şeyin üzerine, bir pamuk yastığa düşer gibi düştü. Artık uzanamayacağım bir yerde duruyordu. Birkaç adım daha attım; yüzüğümü durduğu yerden aldım ama zorlanıyor, adım attıkça dibe doğru kayıyordum. Suyun rengi ben hareket ettikçe koyulaştı, yoğunlaşıp çamur gibi bir hâl aldı. Bir adım daha attım; zemin birdenbire derinleşti, yarı belime kadar içine gömüldüm.
Etrafıma bakınıp, dışarı çıkmak için gözle göremediğim saydam ruhlardan yardım istedim. Usul usul, birtakım tuhaf uğuldamalar, hafif bir rüzgârın esişi gibi fısıltılar duyuyordum. Uğultular sertleşerek terslediler beni.
Çamurun içinde onu gördüm. Aniden. Karşımda duruyordu. Beyaz bornozuna sarınmış bana bakıyordu.
“Nasıl?” diyebildim sadece, fısıldayarak. Bağırmaya nefesim yetmemişti.
Bir elin sol bacağıma dolandığını hissettim o anda. Başka bir el diğer bacağıma yapıştı. İkisi birden aşağı doğru çektiler beni. Koyu yeşil çamur, göğsüme kadar yükselmişti şimdi.
O da göğsüne kadar batmıştı çamura.
“Bunu yapan ilk kadın değilim” dedi. “Sonuncusu da olmayacağım!”
Nasıl bu kadar küstah olabiliyordu. Ağzımı açtım; ama bacaklarıma dolanan eller beni daha aşağıya çektiler. O ise boğazına kadar çamura batmış olmaktan rahatsız olmamış gibi görünüyordu, kirlenmiş bornozunu üzerinden sıyırıp attı. Bornoz iki saniye içinde batıp yok oldu. Çamurun altında olduğu için çıplak bedenini görmeyeceğim belliydi ama emindim artık.
Saçlarını bir omzundan akıttı, bir bez gibi sıktı.
“Böyle durumlarda hep yanlış kişiye giderler; oysa muhatabın ben değilim” dedi.
Avuçlarımı sıktım. Çamurun burnuma doğru yükseldiğini fark ediyordum. İki el, sımsıkı tutuyordu bacaklarımı.
Davullar hızlandı aniden. Kalbim davullarla birlikte hızlandı. Bedenime geri çağırıyorlardı beni. Çok geç olmadan bir karar vermem gerekiyordu. Başım bataklığın içine doğru çekilirken, avuçlarımı açtım. Gözlerimi yavaşça kapattım.
Gözlerimi açtığımda yatağımdaydım. Kalkıp pijamalarımı giydim. Yorgun bedenimi uykuya bıraktım.
Uyandığımda akşam, kötü haberler getiren bir saksağan gibi çökmüştü çatı katın üzerine.
Çekyatın üzerinde oturuyorduk. Ellerine baktım.
“Taş gibi sertsin” dedi. “Bir kaya gibi sağlam duruyorsun.”
Çatlaklarımdan sızanları görmüyordu. Çenemin titremesini, büzdüğüm için ortasında beliren çukuru görmüyordu. Ya da görmediğini düşünmemi istiyordu. Belki de en doğrusu, parça parça dağılırken bile kendimizi dalgaya vurmaktı. Banyoya girip uzun süre çıkmadı. Hıçkıra hıçkıra ağlayışını duydum. Banyo kapısı açıldı sonra. Kafamı çevirip baktım. Salona girdi. Yüzü aydınlanmış, vedasını çoktan tamamlamıştı. Bakışlarında artık yoktum, göz yaşlarıyla birlikte lavabonun deliğinden akıp gitmiştim. Yüzüğü çıkarıp, avucuna bıraktım.
“Kalsaydı sende?” dedi.
Ne yapayım onu der gibi bakarak sustum. Sorular aramızda-sorulmalarına gerek kalmadan-asılı kaldı. Benimle, benim gibi, titrek bir dilde konuşan yalnızca elleriydi.
Ellerine, yüzüğü tutan avuçlarına baktım.
Bataklığın çamurlu suları, parmakları arasından salonun çıplak parkesine doğru döküldü.
- Memed’in Hayalde Gördüğü - 1 Ekim 2020
- İki Buçuk Lira - 1 Ağustos 2020
- Dungana’nın Kargışı - 1 Mayıs 2020
- Birinci Gün - 1 Nisan 2020
- Exlibrisin Gizlediği - 1 Mart 2020
Gerçekten kaliteli ve bıraktığı etki bakımından güçlü bir öyküydü, belki de bu seçkinin en iyi öyküsüdür. Yeteneğinizin önünde şapka çıkarıyor, yazarlıkta daha da ilerlemenizi diliyorum.
Merhaba,
Bir öykü seçkisine ilk kez katılıyorum. Sizinle öyküler aracılığı ile buluştuğumuz için çok sevinçliyim. Öyküyü beğendiğiniz için de çok mutlu oldum. Güzel sözleriniz için çok teşekkür ederim. Elimden geleni yapmaya gayret ediyorum.
Sevgiler.
Farklı bir işleyişi vardı, beğendim elinize sağlık
“Kelimeler terk ederdi öyle zamanlarda beni. Aklım susardı. Çok iyi anlasam da Hakasça kavga edemezdim. Esasında hiçbir dilde edemezdim. Herhangi bir kavga anında bir devre kapanır, sistemim kilitlenir, içimde bir hayret büyürdü yalnızca. Birine aksi bir söz söylemek ondan vaz geçmekti benim nazarımda.”
ve bu paragraf benim için cümleleştiremediğim çok şey ifade etti.
@berserk
Paylaşımınız ve katkınız için çok teşekkür ederim.
Ortak olduğumuzun farkına varmak bana da çok iyi geliyor.
Sevgiler.