Öykü

Kemgözlü ve Yürüyen Panayır

Uzun, kır saçlarından dökülen yorgun bukleler birbirine dolanmaya başlamış, karmakarışık gümüş çalı sakallı ihtiyar, gece yükselip gün çöktükten epey vakit sonra panayırın ortasındaki yüksek platformda duran süt ağacından yontulmuş sandalyesine oturdu. Gün boyunca ateş yutanları, kıvrak yıldız dansçılarını, kadife sesli ozanları aynı yüksek sahnede izleyen kalabalığın çoğu dağılmıştı bile gecenin o vaktinde. Geriye yalnızca kendini sıcak şaraba boğan ayyaşlar, günün hasılatını hesaplayan birkaç üçkâğıtçı fahişe ve ihtiyarın hikâyelerini ağızları kulaklarında bekleyen heyecanlı çocuklar kalmıştı.

Çocuklardan bazıları onun sahneye yürümesini bekleyememişti bile. Adam ağır ağır yürür, çürümeye yüz tutmuş bedenini yaslandığı oyma bastonuyla zorlukla dengelerken afacanlar çoktan taleplerini sunmaya başlamışlardı heyecanlı fakat buyurgan tavırlarla. Bazıları Demiroyuklu Gorman’ın bir boğayı çıplak elleriyle yerden yere vuruşunu, bazıları Sygryd ve yaşamış son ejderhanın diyarları nasıl dize getirdiğini ya da İlk Peygamber’in amansız yolculuğunu bininci kez dinlemek istiyordu.

“Hayır,” dedi ihtiyar, sandalyesinde huzursuzca gerinerek. “Bu sevimli ihtiyar size her birini defalarca anlattı zaten.”

Çocukların kalanından bir baş daha uzun olan bir çocuk dilini tutamadı: “Kimi anlatacaksın o halde?” Suratında, esen tatlı akşam melteminin bile süpürüp götüremediği bir şaşkınlık vardı.

“Size kahramanların hikâyelerini anlattım.” İhtiyar, kucağına tırmanan turunç bir kedinin boynunu usul usul okşadı. “Böyle bir panayırda… Size öyküsü panayırlara yakışır bir adamı anlatmasam olmaz, değil mi? Lanetin kendi olan adamın biri. Anmayalım ismini şimdi dur yere; ben duyduğum haliyle anlatayım o şükür bilmezin hikayesini. Kemgözlü diyelim ona.”

Bu isim çocuklara hiç mi hiç tanıdık gelmemişti. Anlamsız ifadelerle yarım kalp atışı boyunca birbirlerine baktılar. “Kemgözlü,” diye tekrar etti çocukların arasında gümüş saçlı bir ufaklık. “İyi de onu bilmiyoruz ki.”

“Ah, daha iyi… Çok daha iyi.” İhtiyarın solmaya yüz tutmuş gözleri heyecanla parıldadı. “Çok daha iyi, çok daha iyi,” diye tekrar etti bir süre tekinsiz, menfur kıkırtılarla.

Çocuklar onun heyecanını paylaşmasa da meraklı bakışlarını yüksek sahnedeki ihtiyardan gizleyemediler. Yaşlı adam, onların toy gözlerindeki merak çiçeklerini gördüğünde kıkırdayarak devam etti.

“Dediğim gibi, size hep kahramanların öykülerini anlattım. Binbir diyarın dört bir yanında, unutulmuş kadim vakitlerden beri süregelen sayısız hikâye… Tanrıların öptüğü pek farklı alametlerle yaşama gözlerini açan çocuklar… Onca kahraman, onca öykü… Fakat tüm bunlar içinde…” Adamın yılgın bir kemikten ibaret parmağı titreyerek kalktı. “Biri var ki en ilgincidir, en umursamazıdır, en minnetsizi, en küstahı. Ah, isterdiniz değil mi? Her çocuk isterdi, tanrılar şahit ki babalarınız bile öyle doğmayı isterdi. Fakat bu menfur, tanrıların ona lütfunu o kadar densizce kullanmış ki!”

Sandalyesinin yanı başındaki, dalları birbirine dolanan ufak sehpanın üzerindeki alabildiğine meyve dolu tastan kaptığı mor bir eriği çiğnedi. Çekirdeği eline tükürüp çocukların arasına fırlattı kurnaz bir ciddiyetle. “Ah, o yok mudur o! Menfur-u Mukaddes! Âlim-i Ahmak! Haslet-i Yablak! Yani çirkinlerin en güzeli… pek tabii güzellerin de en çirkini. Hah! Düzenbazlar Kralı! Üç diyardan sürülmüş, ikisinde kellesine bin altın sikke sunulmuş, etten kemikten bir ahmak! Hakkında ozanların şarkılar söylediği, çarpık şahsına lanetler okunmuş bir ayyaş!”

İhtiyarın çatallı sesindeki alaycı tını, çocukların ilgisini öylesine çekmişti ki bazıları nefeslerini tutar, ciğerlerini yeniden dolduramaz olmuştu.

“Nasıl bir adammış bu böyle!” Saçlarına ateş düşmüş genç bir oğlan, dili üzerindeki hâkimiyetini kaybedip sözcükleri sanki tükürmüştü.

“Öyle bir adammış işte! Öyle bir lanet!” İhtiyar, besbelli rahatsız olan sandalyesinde, nimetlere düşkün şişman bir kral edasıyla yayıldı. Adamın kucağındaki kedi bile hikâyeyi merak etmiş gibi bir an mırıldandı.

“Geçen yedi asrın en karanlık gecesinde, şu denizin ötesinde, güneşin bir yanında doğup diğer yanında battığı, kızıl çatılı bodur evleri ve süt taşından dizilmiş sokaklarıyla dolu Kethi-Khum’da, yani Diyar-ı Şehir’de doğmuştur bu menfur… Söylerler ki o doğduğunda, alabildiğine insan dolu kent bir anlığına hepten susmuş, o koca kent tümüyle sükûnete gömülmüş; el âlemin dili düğümlenmiş, dişleri çarpılmış, ellam!”

Adamın giderek yükselen, kor bir ateşin üzerinde parıldayarak dans eden sesini tatlı esen bir meltem kesti bir anlığına.

“Anası ucuz bir taverna fahişesi, atası ara sokaklarda nam salmış bir yankesiciymiş. Tanrıların hikmeti nereden, nasıl dokundu ona bilinmez ama bu melun, ona altın tepside sunulan bu lütfu öyle erken yaşta kullanmaya başlamış ki şarkılar onun, kendi anasının göğsündeki süte bile fısıldadığını söyler bize.” Adamın gözleri bir an çocukların arasında gezindi. Artık tüm ışıltısını kaybetmiş, katarakt kaplı sol gözü göremese de bazı ufaklıkların gözlerine dokunduğunda, çocukların nasıl dehşetle onu izlediğini fark edebiliyordu. “Öyle bir hikmetmiş ki ona sunulan; daha el kadar bebekken elini bir sağa bir sola sallar, beşiği de onu sallar dururmuş. Canı çekti mi dallarında meyvemsi dolu ağaçlara doğrultur avuçlarını, ağaçlar diz çöker de ona sunarmış nimeti. Buyurduğu dağa taşa, rüzgâra emrolur; emrine karşı çıkılmazmış.”

Adam hırıldayarak doğruldu. “Böyle bir lütfu tanrılar size sunsa ne yapardınız, evlatlarım?”

Çocuklar sükûnla birbirlerine bakındılar. Bazıları konuşmaya bile korkuyordu. Artık kendi eceline meydan okurcasına nefes almaya başlamış ihtiyardan sayısız hikâye dinlemişlerdi fakat ilk kez bu kadar lanetli bir adamı tanrıların öptüğünü duyuyorlardı.

“Benim diyen kılıç dansçısını kıskandıracak bir savaşçı olurdum!” dedi yaşı ufak çocuklardan biri.

“Aptalsın da o yüzden,” diye karşılık verdi saçlarına ateş düşmüş çocuk. “Ben başıma taç takar, hükmederdim!”

“Ecel dediğin hükmeder mi?” Diğerlerinden bir baş uzun çocuk, boynundaki yedi köşeli haçı okşadı. “Tapınağa gider, rahiplere katılır, tanrılara şükrederdim.”

“Kimi nam salardı, kimi hükmederdi, kimi şükrederdi… Ha bizim iblis ise… Ona boşuna ‘Kemgözlü’ dememişler herhâl!” Adam, tanrıların böyle bir dalkavuğu seçmesine öfkelenmişçesine topuğunu yere vurdu. Yüksek sahnenin ahşap gövdesi çatırdadı. “Bu deyyus, ufak ayakları üzerinde tek tük yürümeye başladığı vakitlerde başlamış ara sokaklarda rüzgârlara fısıldamaya. Bir yankesicinin piçiymiş sonuçta, kanında varmış açgözlülük! Rüzgâra her fısıldadığında, rüzgâr ona cevap vermiş. Konuşarak değil tabii; eğilip bükülerek, kırılıp çarpılarak! Pederleriniz gibi namuslu, şerefli adamların ceplerindeki gümüşlere dikmiş kem gözlerini… Rüzgâr da o gümüşçükleri almış adamların ceplerinden, aklayıp paklayıp ona getirmiş, piçin kirli ellerine bırakıvermiş onca gümüşü.”

Adam, üzerindeki kokuşmaya başlamış çürük tuniğinin göğsüne soktu titrek parmaklarını. Boynunda asılı duran taş oyması bir kolyeyi ortaya çıkarıp çocuklara gösterdi. “Derler ki Kethi-Khum’un Tanrı Kralı’ndan bir kolye bile çalmış; üstelik benimki gibi, taşözü bir kolyeymiş bu. Elbette böyle eski püskü, ihtiyar işi bir şey değilmiş. Öyle güzel, öyle eşsizmiş ki! Devr-i Âlem… O zamanlarda denizin kıyısında bir köşk alacak kadar değerliymiş bu muazzam mücevher. Ama bu deyyus durmuş mu? Hayır, elbette. Kem gözüne, aç gözüne hırs bürümüş. ‘Neden on alabilecekken bir alayım?’ demiş kendine, ‘Niye bin yiyebilecekken yüz yiyeyim?’ Sonra onlar yüzleri, yüzler binleri, binler on binleri kovalamış durmuş. Çeyrek asır geçmiş geçmemiş, Diyar-ı Şehir’in en zengini olup çıkmış.”

Güruhun arka sıralarından, çocuklardan epey büyük bir adam kendini tutamamış olacak ki sordu ihtiyara: “Sonra ne olmuş? Ne yapmış bunca parayı, bunca malı mülkü?”

İhtiyarın çarpık gözü, sözcüklerinin yaşını başını almış bir adamı bile etkilemesiyle gururlu bir şekilde parıldadı.

“Pek tabii gün gelmiş, güneş geçmiş. Bizim Kemgözlü, kentin en büyük malikanesinde bir akşam sıkıldığını fark etmiş, rüzgâra fısıldamaz olmuş epeydir. Demiş ki bu Eceller’in en ahmağı: ‘Onca param var, pulum var, sikkelerle yıkanıyor, nimetimi eriyik altına bandırıp yiyorum ama bu servetten öte bir zenginliğim vardı bir zamanlar. Âlemde bir tek bana verilmiş bir hazine… Rüzgâra fısıldıyordum evvelinde. Bu zenginlik elbet gelir bulur beni bir gün de ben bulabildim mi bu armağanımın mânasını? Nedir benim maksadım? Maksadım aramak olsun, maksadım bulmak olsun.’ O sabah, ne onun kuyruğu gibi dolanan kâhyası ne de malikanesini çekip çeviren binbir hizmetçisi bir daha görmüş bu menfuru. Sırra kadem basmış. Başlamış maksadını aramaya.”

“Öyle adamı kim ne yapsın?” Üzeri birkaç gümüş, bolca bakır ve metalik sikkeyle dolu masanın başında, kalabalığın apayrı bir köşesindeki fahişelerden biri gülerek konuştu. “Bizim üç kuruş için canımız çıkıyor da çekip gitmiyoruz; beyimiz yediğini yemediğini bırakıp kuyruğunu bacakları arasına kıstırıp kaçmış, ha?”

Onun yanında oturup kendini kan rengi şaraba boğan bir diğer fahişe kıkırdadı. “Ne olmuş sonra? Fahişelik etmeye mi başlamış garip anam gibi?”

Çocuklar bu şımarık, iffetsiz sözcükleri pek komik bulmuş olacak ki ufak avuçlarını ağızlarına kapayıp birbirlerine bakarak gülüştüler.

“Öyle şey mi olur! Lütfun öptüğü adam oğlan fahişeliği mi yapar!” diye çıkıştı sahnedeki ihtiyar yalandan. “Der idim ama daha da beterini etmiş! Önce vurmuş kendini yollara, güneşi takip etmiş. Dağları aşmış, taşları geçmiş. Başına güneş geçmiş de bir bulutu çalmış kendine gölge etsin diye, yürütmüş peşinden. Susamış da kayalara buyurmuş fışkırmış yerin altından pınarlar. Koca kent Harmas’ın karataştan surlarına ulaştığında almamışlar onu kente. Kemgözlü pençelerini doğrultmuş Harmas’ın kara kapılarına, o kara kapılara bakarak yumruğunu sıkıp hayalet bir cevizi parçalamış sanki avcunun içinde. Dağılıp parçalanıp dökülüvermiş kentin masallara konu olmuş üç surunun üç kapısı da. Kemgözlü harabe kapılar ardından, önüne kralların ayaklarının altına serilen kırmızı halılar gibi serilmiş, serpelenmiş molozların üzerine basarak girmiş kente. Ne çelik kuşanmış muhafızlar tutabilmiş onu ne de kan kızılı giyinmiş ateş dansçıları. Geleni elinin tersiyle savurmuş duvardan duvara, kaçanı yakalamış yelden pençeleri de fırlatıvermiş göğe kadar. Elinin bir dansı onları birbirinin içine geçirmiş, çarpıtıp bırakmış!”

“Fahişelik etse daha isabetli olurmuş o hâlde!” Kadın, şarabından bir yudum daha aldı munzur bir bakışla.

Çocuklar yine kıkırdadı. Bu kez onlara sahnenin diğer yamacındaki ayyaşlar da gürültülü kahkahalarıyla eşlik etti.

“Kenti kana mı boğmuş, şaraba mı?” diye sordu ayyaş, neşeli gözleri kıkırdayan fahişenin gözlerine dokundu bir an. Kadının gözlerinin içine bakarak onunla aynı anda kendi şarabıyla ıslattı kuru boğazını.

Anlattığı öykü alaya alındığı için midir yoksa ayyaş herifin cüretine demlendiğinden mi, ihtiyarın seyrelmiş kaşları ağır ağır çatıldı. “Menfurun biriymiş de beş para etmez bir ayyaş değilmiş ki!” deyiverdi kendini tutamayarak. “Hem Kemgözlü bir terzinin kendini şaraba boğan piçi de sayılmazmış, kumaşı başkaymış onun. Elini bir kez olsun kana bulamamış. Ama Yaradanlar bilir ki daha da beterlerini etmiş fırsatını bulduğuna… Eli temizmiş temiz olmasına da kan dökmeden almış canları; sözleri çarpıtmış, kaderleri kandırmış kendi mânasını ararken.”

Bu kez ayyaş adam sustu, fahişeler gülüştüler.

“Nasıl yapmış onları?” diye sordu meraklı çocuklardan biri.

İhtiyar, sözcüklerinin hâlâ önemli olduğunu fark ettiğinde çocuklar üzerine titredi. “O günlerde Harmas’ın yüreğinde, kentin en işlek caddesinde bir panayır kurulmuş! Meğer bizim deyyus bu panayıra gelmek için yürümüş onca yolu… Bu sabah sizin izlediğiniz gibi ateş yutanları izlemiş, gözünün tutmadığına demlenmiş bir köşede. Rüzgâra fısıldamış; ateşini yutan adam geri üfleyememiş, herkesin gözü önünde için için yanmış durmuş! Parlak ciltlerini kıvır kıvır kıvıran ay dansçılarını da pek sevdiği söylenemezmiş. Yine rüzgâra fısıldamış; onları birer iplik gibi düğümlemiş, birbirlerine bağlamış rüzgâr onun için. Ne onu ne bunu gözü tutmamış da sevmiş şen şakrak kalabalığın coşkusunu. İçin için kıskanmış basbayağı.”

Adamın titrek parmağı bir hançer edasıyla sivrilip döküntü saçlarıyla sarmalanmış çökük kafatasının bir yanına dokundu. “Sonra fark etmiş: Eğer panayır onun istediği gibi değilse kendi panayırını kuracak, kendi mânasını hiçten yaratarak gezecekmiş diyar diyar. Kendi kralı kendisi, yuvası her bir taş, her bir toprak olacak, kendini binbir gün ışığıyla yıkayacakmış!”

İhtiyarın çatallı yüksek sesinden rahatsız olan kediyi tatlı bir meltem kaldırıp yüksek sahnenin diğer ucuna götürdü. Kendi etrafında çemberler çizip uygun anı bulduğunda oracıkta uyuklamaya başladı hayvancağız bu sefer.

“Böyle bir lütuf, böyle bir hikmet bu kadar lüzumsuzca, kibirle, düşüncesizce kullanılır mı hiç? Pek tabii siz evlatlarımın da dediği gibi, cesaretine dizeler yazılan bir savaşçı olarak nam salabilir ya da başına bir taç takıp dalkavuk fakat iyi bir kral olabilirmiş. Tapınaklardan çıkmayan ruhban bir fare ya da evvelindeki gibi nimetten nimete süzülen bir adam olabilirmiş. Biz faniler elbette böyle yapardık; Eceller’i ne biliriz? Ama bizim şu Kemgözlü öyle yapmamış işte; süzülmüş şehirden dışarı, dalmış bir ormana. Günlerce fısıldamış ormana; taşlar kendini yontup testereler olmuş, ağaçlar eğilip kırılıp kendilerini testerelerle kırpa kırpa keresteler olmuş, keresteler kendi yürümüş de tırmanmışlar birbiri üzerine, yüksek bir sahneye evirmişler kendilerini. Nihayetinde ağaçlardan yürüyen bir panayır kurmuş kendine: Kan ağaçları, süt ağaçları, taş ağaçları… Ha, böyle sıradan ağaçlar değil!” Bastonunun sivri ucuyla dövdü sahneyi. “Yeniden düşmüş yollara. Kentlerde, kasabalarda uyanan insanlar, surların dışında bir gecede beliren devasa panayırları görünce pek bir şaşırıvermişler! Çatlak sesiyle şarkılar söylemiş bundan en az on kat yüksek sahnelerde, danslar etmiş, güldürüvermiş gencini yaşlısını. Buna karşın gün ölüp de gece doğduğunda o coşkulu kalabalık dağılınca bir başına kalırmış binbir ağaçtan kurduğu yüksek sahnesinde.”

“O kadar da kötü birine benzemiyor,” dedi kızıl saçlı çocuk, gözlerinde anlamsız bir ıslaklık, bir hüzün vardı. “İnsanları eğlendirmiş sadece.”

“Lütuf, öyle el âlemi eğlendirmek için midir sanki?” diye çıkıştı ayyaşların masasından irice bir adam. Adamın köşeli suratı yara izleriyle doluydu. Çelik, soğuk dudaklarıyla adamın bir o yanağını, bir diğer yanağını öpmüştü. “Rahmetli peder bana bu hançeri verdiğinde, bunak anamı, el kadar kardeşimi koruyayım diye verdi. Öyle orada burada fink atıp gezip dolaşayım diye değil.” Adamın sesinde bariz bir küstahlık, bir kendini beğenmişlik tınısı vardı. Avuçlarının içinde, kabzasına bir yılan başı oyulmuş işlemeli bıçağını çevirdi. Bıçak, gökteki ayın ışığıyla bir an parıldadı.

“Hah!” İhtiyar, derin bir kahkahayla çökük omuzlarını kıpraştırdı, gençliğindeki gibi dikleştirdi onları. “Aha, bu taş kafa bile biliyor bunu!”

Çocuklar bir kez daha gülüştü. Rüzgâr, onların gülücüklerine usul usul dokundu.

“Âlimler der ki tanrıların öptüğü bu Eceller bir amaç için vardır! Onların kaderi senden benden farklıdır! E, yoksa bizi seçiverirlerdi zati. Onların hikmetinden, bilgeliğinden sual mi olunur? Elbette ki onun alt etmesi gereken bir gulyabani, fethetmesi gereken bir dağ sırtı vardı da kaderini bulamayıp fısıldadığı rüzgârla savruldu bu zat! Neyse!” İhtiyar dirseklerini dizlerinin üzerine yerleştirip ağır ağır öne çöktü. Kemiklerinin tıkırtısı tüm çocukların duyabileceği kadar belirgindi. Fısıldar bir tonda devam etti: “Âşıkları oldu bu deyyusun; ay kadar beyaz, gece kadar siyah âşıkları… Her bir kentte, her bir kasabada… Hepsini ardında bırakıp gitti bir gecede. Bir gittiği yere bir daha gitmedi, ayağını bir kez bastığı toprağa bir daha basmadı. Nefesini yele kattı, dağa taşa vurdu; savruldu durdu. Kimi düzenbaz dedi onun için; asırlar geçince masal dediler, hurafe dediler. Ama Kemgözlü’nün buyurduğu rüzgâr hâlâ aynı rüzgâr, hâlâ döner durur aramızda. Yürüttüğü toprak hâlâ aynı toprak, belki burada, belki kambur tepelerin ardında kaldı.”

“Hiç savaşmadı mı?” Çocuklardan biri, bin kez aksini duysa bin birinci kez soracaktı adama. Suratında bariz bir hayal kırıklığı vardı. “Diğer hikâyeleri daha çok sevmiştim.”

“E, onlar kahramanlardı da o yüzden!” İhtiyar, çocuğun dudaklarından çıkan sözcükleri en ufak zerresiyle umursamamış, tümüyle rahat bir ifadeyle yaslandı arkasına. “Buna karşın bilin ki savaşmaktan bile korkunçlarını etti ona buna. Bu namert diyarları gezdikçe namı insanlarca bilinir oldu. Bir akşam koca kıtanın bir ucunda, diğer akşam diğer ucunda beliriyordu panayırı. Çadırlarının direkleri adamlar gibi yürüyor, toprak bile gevşeyip yer açıyordu onun için. Bir gece fark etti; sahnelere çıkıp şarkılar söylüyordu seyircisine ama hem bildiği şarkılar, hikâyeler azdı hem de sesi öyle allı pullu değildi diğer ozanlar gibi. ‘Gelin!’ dedi ozanlara, dört mevsim boyunca tüm kıtaya duyurdu. Dedi ki, ‘Gelin, benim için söyleyin şarkılarınızı. Hep birlikte gezelim bu amansız diyarı da kan şarabımızı içip susmayalım hiçbir gece.’ E, metaliğe sikke süren çulsuz ozanlar durur mu o vakit? Doluştular Adımbaşı Ormanı’nın kıyısına, heyecanlı heyecanlı beklemeye başladılar bizim Kemgözlü’yü.”

“Şarkı söylüyorlar mıydı beklerken?” Çocuğun sorusunu ihtiyardan önce kedi cevapladı mırıl mırıl mırıldayarak. Mırıltısı silik bir tınısıydı sanki müziğin.

“Bir gece gün battıktan sonra toprak sırtında taşıdı getirdi Kemgözlü’yü ve panayırını. Öyle bekledikleri gibi değildi; yüksek sahneler, onca ukulele, onca oyma çalgı çengi, bir yığın çadır. E ama neye yarar kralsız taç? Bomboş panayır, bir Kemgözlü var. Bu zavallılar da beklemiş Kemgözlü’yü. ‘Efendim,’ demişler, ‘çıkalım sahnelere söyleyelim şarkılarımızı, tanrı vergisi sesimiz vardır nihayetinde, siz de bizi taşıyın oradan oraya. Paraya para demez, bir yediğimizi bir daha yemeyiz.’ Tepesi atmış deyyusun bunu duyunca. ‘Ben miyimdir mukaddes olan yoksa siz mi?’ diye köpürmüş. Fısıldamış ağaçlara; ağaçlar toprağın altından uzanan kökleriyle sarıp sarmalamışlar ozanları, bağlamışlar panayırın dört bir yanına. O günden itibaren ha bu panayır nereye gidecek olsa önce panayırın direklerine bağlı, rüzgârı yutan sancaklar gibi sallandırdığı ozanların şarkıları yankılanmaya başlarmış dağlar taşlar ardından; ne sahneye çıkar ne tatlı öpücüklerle söylerlermiş şarkılarını. Susan, sükût olan kendi kanıyla boğulmak zorunda kalmış.”

Her hallerinden ürkmüş oldukları belli olan çocukların ortalarında, omuzlarına cesaret pelerini asmaya çalışan bir grup çocuk huzursuzca kıpraştı. “Kimse durdurmamış mı onu? Krallar… Şövalyeler?”

İhtiyardan çıkan tıksırıkla karışık silik bir gülüş çocukları iyice ürküttü. “Eh be evladım! Kralı, şövalyesi, âlimi, rahibi eksik olmaz da Ecel’in kerametine diş mi gösterilir? Deneyen de olmuş gerçi; Akşam Şehri’nin bakire kanı içen bir sultanı varmış o devirde… Ha, bir de bu sultanın altın yeleli iki aslanı. ‘Getirin!’ diye buyurmuş kullarına, köpeklerine. Sultanın adamları diyar boyunca taş üstüne taş bırakmadan aramışlar bu gamsızı.”

“Bulabilmişler mi onu?”

“Ne mümkün!” Kıkırdadı yine ihtiyar. Çocukların sorularındaki titrek korku ve ay ışığı gibi parıldayan masumiyet hoşuna gidiyor gibiydi. “Aramışlar aramasına da çıkmamış bizim Kemgözlü ne yerde ne gökte. Tam umutlarını nehirlere bırakıp yolcu edecekler, bir gece belirmiş Akşam Şehri’nin gölgesinde panayırı. ‘Geldim!’ demiş sultana bizimkisi. Sultan demiş, ‘Geldin de benim için mi geldin? Ne edip durursun böyle geze geze? Maksadın nedir?’ Bizimki gülmüş kakır kikir. ‘Eğlendiririm insanları, dans eder ağaçlar bir sözümle, gezinir dururum öyle, maksat gezip görmek.’ Sultan anlamamış, anlayamamış. ‘Ecel’in böyle maksadı olur mu?’ demiş. ‘Mabadımın maksadı! Gezgin misindir sen, bu mudur mânan?’ Bu sefer başlamış bizimki gülmeye. ‘Bazen budur mânam, bazen sultanlar oynatırım parmağımla.’ Nasıl oldu neden oldu bilinmez, bir bakmış sultanın adamları ne görsünler? Bizim kudretli sultan hayalet ipçiklere bağlı oyma bir kukla gibi dans ediyor da olmayan iplerini Kemgözlü çekiyor, gevşetiyor, dans ettiriveriyor onu. Sultan-ı Muazzam başını bir o aslanın bir bu aslanın ağzına sokup durur, sekerek dans eder, taklalar atar panayır cüceleri gibi. ‘Aman sultanım etmeyin, eylemeyin!’ demişler. Demişler demişler de kime demişler! Sultan dinler mi onları; bizim Kemgözlü çekip gidene kadar durmamış bir türlü. Gerçi gittiği vakit de durmamış; sonunda aslanlardan biri ağrıyan çenesini kapatmış!” İhtiyar bir an duraksadı. “Hart!” Ellerini vurdu birbirine. “Değil mi paslı?” sordu ihtiyar sahnenin diğer ucunda kıvrılan kediye, kedi sanki bir aslan edasıyla dişlerini gösterdi cevaben.

“Bu da değil yalnız. Bizimkinin panayırı yürür, kaplumbağanın sırtındaki kelebek gibi taşırken bunu sırtında, evvelin sırtında, ahirin ağzında bir kız buluvermiş varla hiçin arasında. Ama ne kız ne kız, teni süt gibi bembeyaz, saçlarının bir teli altın, bir teli gümüş, bir teli kan… Gözleri, baktı mı bir daha baksın diye görenin yalvaracağı bir kız. Yarı yaşında ya var ya yokmuş. ‘Benimle gel,’ demiş bizimki buna. ‘Benimle gel de sana alemi sunayım, benimle gel de sana nimetlerden nimet beğendireyim.’ Bu güzel kız bir farklıymış ama, bir anlamlıymış sanki yaratılıştan. ‘Anam verse, babam yollasa da gelmem seninle, beni buldun da kendini bulamamışsın daha.’ Diye çıkışmış bizimkine. Demiş ki, ‘Sen kâşif misin, âşık mı? Gezip durur musun böyle dağ taş bırakmadan? Mânan bu mudur?’ Bizimkini tutmuş yine bir gülme, ‘Bazen öyledir, bazen değildir,’ demiş. Öpmüş kızın alevden dudaklarını, bakmış zevcesinin tadına. Sonra saplamış menfur pençelerini ıslak toprağa da çamurlar yükselip sarmış, sarmalamış kızcağızın alımlı bedenini. Bir kalamarın dokungaçları gibi dolanmış çamurdan kollar kızcağızın dört bir yanına, yakalamışlar onu kıskıvrak. Bizim namert basmış gitmiş ardına bakmadan; kızın bulduğu bulabileceği âşığı böcükler, kurtçuklar olmuş çamurdan yatağında.”

“Onu orada mı bırakmış? Neden onu da yanına almamış?” Ön sıralardaki bodur ufaklık, yanı başındaki kıza göz ucuyla bakarak sordu soruyu.

“Akılsızmış, aklı başlıksızmış da o yüzden. Anlamamış aşkı da hevesi de sevgiyi de. Daha neler neler anlamamış…” İhtiyar dizlerini dövdü bir an. “Gitmiş Fazilet Dağları’nın ardına; Arim-i Arşif diye ufak bir kavim karşılamış bunu. Ama nasıl içten, nasıl temiz insanlarmış ki sormayın… Bir derdi varmış bu kavmin. Bir asır önce geniş, şifalı bir vahanın kıyısına yerleşmiş bunlar vaktiyle. Ama koca asır boyunca bir kez bile yağmamış yağmur, gün yüzü görmemişler bir türlü. Sonunda vaha bile kurumuş gitmiş. ‘Rüzgâra üfür, göğe ulu, bulutları öp gerekirse de bizim derdimize deva ol,’ demişler bizim düzenbaza, ‘Senin hikmetin bu değil midir? Sen hayırsever değil misin, feyyaz değil misin? Senin gayen bu değil midir?’ Bizimki ‘Ah!’ demiş, ‘Vah!’ demiş. Başlamış giderayak üflemeye üfürmeye bulutlara; sanki onları avcuyla tutup sıkar gibi doğrultmuş pençesini semaya. Şişman bulutlar gözyaşlarını boşaltmışlar yarınlar yokmuş gibi. Vaha dolmuş ağzına kadar, sonra daha da beslemiş yağmur onu, daha da. Taşmış, yutmuş tüm havzayı ve içindeki Arim-i Arşif kavmini. E, bizimki yine durmadı zati sonra; oradan oraya gitti durdu yine.”

“Amma onlara yardım etmek istemişti değil mi?” Ufak kız huzursuz bir şekilde kıpraştı durdu soruyu sorarken.

“Yardım etmek ne kelime!” İhtiyar oturduğu sandalyesinde, başını uzun bastonuna yasladı usulca. “Öğretti onlara ondan bundan dilememeyi. Nihayetinde kendi dileklerinde boğmuş onları; ah o dilekleri son dilekleri olmuş ellam!”

“Sonra ne oldu? Ne bitti? Durdurdu mu kimse onu?” Sordu bıyıkları yeni terlemeye başlamış bir oğlan korkuyla. Çocuğun yüzünden sorusunun ardındaki umut parıldıyordu sönük halde.

“Evet,” diye onayladı terli bıyığı bir başka ufak oğlan. “Oradan oraya gitti durdu. Sonra?”

“Sonrası yok! Aradı durdu sonra mânasını, bulamadı herhâl!” diye kestirip attı ihtiyar. Debelenerek doğruldu yalan tahtından. “Tüm hikâye o kadar.”

“Böyle hikâye mi olur?” diye itiraz etti fahişelerden biri, lakayt bir tavırla kıkırdayarak.

“Beybaba kalanını unuttu herhalde!” Elinde bıçağı çevirmeye devam eden yaralı suratlı konuştu. “Yaşı başı geçmiş gitmiş sonuçta!”

Çocuklar olmasa da ayyaşlar ve fahişeler güruhu kendi aralarında gülüştüler.

“Ah, benim ahmak başım, unutkan taşım! Ne güzel söyledin onu.” İhtiyarın kaşları çatıldı; sözcükleriyle sesindeki tını hiç mi hiç uyumlu değildi. Ardından hem kör hem de sağlam gözünü çocuklara. “İnsanlar bir sabah uyandıklarında ne panayırı gördüler bir daha ne de onu. O da etten kemiktendi sonuçta. Damarında kan değil, başka bir meret akmıyordu ki! Sıkıldı, terk etti diyarları; evine de dönmedi, yurduna da. Belki yorulmuştur mânasını aramaktan, belki buluvermiştir onu çoktan. Büyüklerimiz derler ki döner dururmuş panayırlarda hâlâ. Maldan da mülkten de sıkılmış, arada kendi hâline acır, yine de yollara vururmuş kendini!”

“Pek tabii böyle bir ahmak varsa!” Adam, bıçağını bırakıp dayandığı masayı yumruklayarak gür, yeri göğü inleten kahkahalar attı. Onun ve arkadaşlarının kahkahası bir süre devam etti.

Sonra bir karga çığırdı, bir yıldız kaydı, bir rüzgâr esti.

“Bıçağım!” dedi adam. “Babamın bıçağı! Bıçağım! Bıçağım yok!”

“Sikkeler! Tüm gün topladığımız sikkeler! Kim aldı onları? Kim? Hanginiz? Sikkelerimiz!”

Fahişeler masaların altlarına, ayyaşlar birbirlerine musallat oldu. Gürültücü ayyaşlardan birinin üç bacaklı, sapasağlam sandalyesinin üç bacağı da çiçek gibi gevşeyerek açıldı. Kedi sallana sallana adamın haline gülümsüyormuş gibi bir edayla yürüdü tırmandı ihtiyarın kucağına.

İhtiyarın kör gözü sanki görebiliyormuş gibi kibirle parıldadı; çürümeye yüz tutmuş yaşlı suratında çarpık, mide bulandırıcı, iç ürpertici yarım bir gülüş belirdi.

Onur Kayra

Ben Onur Kayra. 2001 yılında İstanbul'da doğdum. Maddi imkansızlıklar nedeniyle lise eğitimimi yarıda bırakmak zorunda kaldım. O tarihten itibaren yazmayı hayatımın merkezine yakın bir noktada tuttum. Yıllardır hem okuyup hem yazarak kalemimi güçlendirmeye çalışıyorum.

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *