‘’Avcılar, bir felaketle karşılaşmak istemiyorlarsa iyenin hareketleri karşısında paniğe kapılmadan sessizce hareket etmeli ve yaşamlarını sürdürmeye yetecek kadar av ile yetinerek bir an önce ormanı terk etmek zorundadırlar.’’[1]
Yazın tam ortasıydı ve Ege’nin bitmek tükenmek bilmeyen öğleden sonralarından biriydi. Çam ağaçlarının örttüğü geniş bahçenin içinde bir grup çocuk çember halinde toplanmış, hararetli bir şekilde tartışıyordu:
– ‘Siz çok güçlü oldunuz!’, diye bağırdı bir anda Tamer. Biz iki kişiyiz siz üç!’. Yanındaki Mehmet, onaylarcasına bir bakış attı.
– ‘Ama sen bizden büyüksün, iki kişi sayılırsın hem bizim takımdaki diğeri de kız’.
Murat da böyle cevapladı Tamer’i. En küçükleri Gizem, abisi Murat tarafından evden neredeyse sürüklenip gelmişti. Bir tarafı yırtık olan ufak oyuncak ayısının kulağından tutmuş, bahçenin yanından geçen yola bakıyordu. O an yaşlı bir adamı görür gibi oldu. Yaşlı adam bir an dönüp bakınca abisine yeniden yanaştı.
‘Aaaabi gidelimm evde televizyon izlemek istiyorum!’, diye tutturdu. O an savaş oyunu oynama planı yapan Murat’ın, ‘sus bi dakika’ diye seslenip sinirden bir saç telinin dikilmesine neden oldu. Kendisinden bir yaş büyük Tamer evden okula giderken giydiği renkli, marka spor ayakkabısıyla hava atıyordu ara sıra. Şimdi bu savaş oyunu kendini göstermesi için fırsattı. Keşke apartmanlarındaki Sevim de burada olsaydı. Elindeki silahla habersiz bir şekilde Tamer’i vurduğunu Sevim görseydi, yaşı büyük olmanın da iyi ayakkabının da bir anlamı olmadığını anlasaydı…
‘Kabul’, dedi bir anda Tamer. Murat’ın mızıkçılık yapacağını önceden kavramıştı. Onun kabul demesi Murat’ı hem sevindirmiş hem de korkutmuştu. Öyle ya bu kadar çabuk kabul ettiğine göre bir planı vardı. Murat irice çam kozalaklarını gördü o an. Demek ki Tamer öğle yemeğinden sonra bir koşu bahçedeki çam ağaçlarından düşen kozalakları toplayıp savaş oyunu için hazır etmişti. Bahçenin köşesinde bulunan ve bakımsızlıktan artık devasa boyuta gelmiş süs bitkilerinin hemen altında suç delili gibi konmuşlardı. Evet, bu kozalaklar bombaydı. Televizyonda izlediği filmi hatırladı bir an. Güçlü düşmanın karşısına çıkıp gözlerini kısarak savaş meydanına bakan William Wallace’tı o an. Üstelik bu adaletsiz savaşı simgelercesine kendi eski ayakkabısı ve Tamer’in yeşil fosforlu beyaz ayakkabıları vardı.
Tam savaş için ikiye ayrılacaklarken Gizem’in gözlerinin fal taşı gibi açılmasına neden olan bir şey oldu. Ağustos böceklerinin bile sersemlediği bir sıcağa rağmen parka giyen ve buna rağmen tek bir ter damlasının bile yüzünde gözükmediği o yaşlı adam yanlarındaydı. Gizem’den sonra Tamer’in takımındaki Salih gördü yaşlıyı. İnce uzun çenesi, zayıf yüzü ve normalden daha ufak gibi görünen gözleri vardı. Kahverengi kadife pantolonunun dizi çıkmıştı. Hepsinin görüş alanına geldikten sonra, tekinsiz bir gülüşle çocuklarla konuşmaya başladı:
-‘Çocuklar, şu arkamdaki gazete bayisinin elinde fazladan basketbolcu maskeleri kalmış. Boşuna çöpe gitmesin, siz alın isterseniz?’
Beş çocuğun içinde, yabancı ve uğursuz gözüken biriyle konuşmanın verdiği korku ve heyecanı sanki sadece Gizem’in fal taşı gibi açılmış gözleri temsil ediyordu. Tamer, yolun hemen karşısındaki ufak kulübeyi eliyle göstererek:
-‘ Sabri amca fazla şeyleri vermez. Depoya geri gönderir. Niye bize maskeleri veriyor?’
Gerçekten de huysuzluğuyla ün yapmış Sabri amca için çocuklar, bir an önce büyümesi gereken ama büyüyene kadar hep azarlanmaya layık sürüden ibaretti. Bir keresinde Tamer, Sabri amcanın doğduğundan beri mi yaşlı olduğunu babasına sorduğunda babası gözlerini televizyon ekranından ayırmadan Tamer’e,
-‘Hiç çocuk olamayıp bütün çocukların mutluluğundan intikam almaya çalışan üzgün biri’ demişti. O günden beri de Tamer için Sabri amca üzüntüyü temsil ediyordu.
Parkalı adam, bir kanalizasyon borusuna elini sokar gibi cebine uzandı ve maskeleri çıkardı.
-‘Adınız Kızıl Yunuslar değil mi? Ve Kızıl Yunuslar’a layık maskeleri kaçırmak istemeyeceğinize eminim’.
Sonra yemek kokusu almış bir köpeğin başını çevirmesi gibi tepedeki askeri uçaklara baktı,
-‘Eskiden o tepelerde de kızılçamlar vardı. Alabildiğine… Arada akan deresiyle beraber bir ahenk içinde yaşayıp gidiyorlardı. Bu tepelere tek tük gelen avcılarla bir anlaşma içindeydik sanki…’ Bunları anlatırken yüzü bir an aydınlanmıştı. Biraz sonra yüzü yine gerildi,
-‘Sonra insanlar gelip o ağaçları tek tek söktü ve şu teneke parçalarını, binaları, bütün yozluğu sokup ahengi bozdu.’
Bunları söylerken kendi kendine konuşur gibiydi. Çocuklar için hiçbir anlam ifade etmeyen cümleleri içinde ilgilerini çeken sadece Kızıl Yunusları nerden bildiği oldu. Kendi blokları içinde oturan çocukların futbol takımlarının adıydı Kızıl Yunuslar. Karşı bloklarda oturanların da kendi adları vardı. Tamer’in takımındaki Mehmet, normalde onay almadan hiç hareket etmemesine rağmen parkalı adamın maskelerini aldı. Sıra dışı her şeyden çekinen Murat için zaten ilk adımı atmak imkansızdı. Parkalı adam maskeleri uzatırken, derin bir uykudan uyanır gibi gözlerini yeniden çocuklara sabitledi.
-‘Karşı bloklardaki çocuklara da bu maskelerden verdim. Sizinle savaşmak için maskelerini taktılar. Sadece şunu unutmayın: savaş oyunu oynarken asla maskelerinizi çıkarmayın’, deyip yaşına rağmen hızlı adımlarla uzaklaştı.
O sıralarda her akşam televizyonda izledikleri basketbolcuların maskeleri çok revaçtaydı. Genellikle gazetelerin hediyesi olarak dağıtıldıkları için bir hayli de yaygındı. Maskeyi hiç çıkarmayan, hatta maskeyle uyuyanlar bile vardı. Çocuklar hangi oyuncuyu seviyorlarsa onun maskesini takar, hatta o oyuncuların sesiyle konuşurlardı. Önce şüpheyle yaklaştıkları maskelere bir süre sonra hevesle sarıldılar. Beş kişiye beş maske… Gizem kafasına büyük gelen maskeyi takmadı. Kimse de takmasını istememişti.
-‘Neden, illa maskeyi savaşırken çıkarmayın dedi ki?’, diye merakla sordu Tamer. Salih ona cevap olarak,
-‘ Annem bu maskeleri çok fazla takarsak yüzümüze zarar vereceğini söyledi’.
-‘Rabia teyze için sokağa çıkmak bile ölümle eşdeğer Salih’. Mehmet’in cevabına Salih dışında hepsi güldü. Birden karşı bloktan bir ses geldi,
-‘Sıkıyosa gelin de savaşın!’ . Bu nidayı her türlü el hareketi, çığlık ve kahkaha izledi. Kızıl Yunusların doğal lideri Tamer için bu savaş ilanıydı. Biraz önce kendi kendilerine oynayacaklarken karşı bloğun bu savaş ilanına karşı hepsi birleşti. Murat o anda yeşil fosforlu spor ayakkabıyı düşünmeme kararı aldı.
Herkes, bahçede bir kenara koyduğu ve silah olarak kullanacağı ağaç dallarını aldı ve kozalakları poşetlerine doldurdu. İlk maskeyi takan Murat, fareleri eliyle kovalayarak karanlık bir mağaranın içinde elindeki meşaleyle yürüyen Rambo gibiydi. Keşke Sevim’e hava atabilseydi. Bu mağaradan çıkışı Gizem’le yapamayacaktı. Rambo’nun dublaj sesini taklit ederek,
-‘Sen yangın merdivenlerinin altındaki boşlukta saklan Gizem, seni koruyacağım’.
Gizem abisinin sözünü dinleyip koşturarak o noktaya gitti. Tamer maskeyi taktığı anda Robocop filmindeydi sanki. Dünya onun için elektronik bir ekran ve sürekli akan yazılardı. Dört çocuk için her maske ayrı bir evrendi fakat ana caddeden geçen yeni evli Nursel için onlar sadece ellerinde ağaç dallarıyla oradan oraya koşturan çocuklardı.
‘Çocuklar, hava çok sıcak gölgeden ayrılmayın.’ dedi. Mehmet o an elindeki ağaç dalını kaldırıp nişan aldı ve Nursel’e ateş etti. Genç kadın ellerindeki poşetlerle birlikte yüzüstü devrildi. Maskeliler bunu fark etmedi bile. Kaldırımda sızan kanları ve genç kadının donuk bakışlarını bir köşeye sinmiş Gizem gördü sadece. Gözlerini kapattı.
‘Saldırın!’ diye bir bağırdı Tamer ve dört çocuk Amazon ormanlarının çalılıklarından geçen savaşçılar gibi karşı bloktaki çocuklara saldırdı. Her blokta onlarca çocuk birbirine ateş ederken kurşunlara dayanıklıydı ve bu bir oyundu. Biraz sonra birbirleriyle savaşmaktan sıkılıp yoldan geçenlere, pencerelere ve arabalara ateş etmeye başladılar. Maskesiz herkes ve her yer gerçek hedefti. Kozalakların düştüğü balkonlarda ufak çaplı enkazlar oluşuyordu. Önce bir iki blokta başlayan çığlıklar yavaş yavaş diğer bloklara sıçradı. Maskeleri taktıkları sürece çocuklar bunların hiçbirini görmüyordu. Duydukları ses sadece yaşlı, parkalı adamın sesiydi.
Hızlarını alamayıp apartmanlara giren çocuklar ağızlarından çıkardıkları ateş sesiyle bir mahalle katliamına giriştiler. Saatlerce süren çığlıklar bir an kesilince Gizem gözlerini açıp ellerini sımsıkı kapattığı kulaklarından indirdi. Tam teçhizatlı bir asker yavaş ve dikkatli adımlarla kendisine yaklaşıyordu. Askerin elini tutup, cesetlerin örttüğü sokakların arasından geçerken saatlerce içinde sakladığı korku sonunda galip geldi ve küçük çocuk bir an olduğu yerde durup hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.
[1] Bartu Bölükbaşı, Türk Mitoloji Atlası, sayfa 95-96
- Kızıl Yunuslar - 1 Mayıs 2025
Henüz yorum yok. Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.