Öykü

Kızılderililer Nereye Gider?

Aynı Seçki’de yer almak dileğiyle

Tuğrul Sultanzade’ye…

5 Nisan 1880

İstanbul Zamanları Gazete Küpürü:

NASA, Yeni Bir Gezegen Buldu!

Ünlü bilim adamı ve astronom Ali Kuşçu Andromeda galaksisi içerisinde mor renkli ve saat yönünde dönen bir gezegen keşfettiğini açıkladı. Kuşçu, bu gezegenin adını koyma şerefinin NASA tarafından kendisine layık görüldüğünü söyleyerek gezegeni “Barselona” olarak adlandırdı. “Bir keresinde İspanya’ya gittiğimde Barselona’da harika bir kadınla tanışıp, oldukça hoş bir gece geçirmiştim. O yüzden bu kadının anısına o gezegene Barselona diyeceğim.”

23 Haziran 1908

“Hanımefendiler ve beyefendiler, değerli Amerikalılar! Bugün nihayet Kızılderili yurttaşlarımızla anlaşmış bulunuyoruz. Bundan böyle anlamsız, kanın gövdeyi götürdüğü, yurttaş kanının aktığı iç savaşlara ve mücadelelere gerek yok. Kızılderili Şefi Gerenimo ile de Büyük Göç Antlaşması yapılmıştır. Artık onlardan önceki kardeşleri gibi onlar da Barselona kolonimiz de huzur içinde yaşayacaklar! Böylece bütün yurttaşlarımızın toprağı ve evi olacak!”

Amerikan Başkanı 19. yüzyılda başlamış ve neredeyse gelenekselleşmiş olan-ilerleyen yıllarda gelenekselleşen- sömürgeciliğin önemli bir mertebeye ulaştığını ve sonunda başardıklarını böylece tüm halkına ilan ediyordu: Kızılderilileri evlerinden atmışlardı, sonra yurtlarından da atmışlardı. Şimdi de gezegenden atıyorlardı! Televizyon başında yaşayan Amerikalıların gözleri dolu doluydu. Yaklaşık 10 sene önce de siyahları ve sarıları Mars’a yollamışlardı. Bilim ne kadar çok işlerine yaramıştı. Bilimde geri kalan siyahiler ve sarılar da başka gezegenlere yerleşmek zorunda kalmışlardı. Bilim insanlarına ve bilim dünyasına Amerika şüphesiz çok şey borçluydu. Büyük Göç Antlaşmasını imzalamakta direnen son lider de imzalamış ve yerine gidip kuzu kuzu oturmuştu.

Şüphesiz ki Başkan İspanya’nın bir şehri olan Barselona’dan değil, 1900 yılında ileri araştırmalarla keşfedilen mor renkli bir görünüme sahip, içinde ne olduğu bilinmeyen Barselona adlı bir gezegeni kastediyordu. Ve ne tuhaftır ki gerçekten de yerlilerden birisi bu gezegene “Barselona” adını takmıştı.

Şimdi televizyonlarda “Zafer Amerika’nın” adlı şarkı çalıyordu. Üzerinde Amerikan bayrağı desenli bir mini elbise olan ve giyinmeden çıkmış gibi görünen sarışın bir kadın vücuduyla tempo tutarak şarkıyı söylüyor ve Başkan’dan sonra alandaki yurttaşları coşturuyordu. Bundan sonra “Cennet Vatan Amerika” parçasına geçilecekti.

Göç Günü – 21 Ağustos 1909

Sokaklarda çuval benzeri bir kumaştan yapılan tuhaf kıyafetleriyle binlerce Kızılderili geçmekteydi. Beyaz Amerikan vatandaşları onlar geçerken dua ediyor ve tanrılarına şükrediyorlardı. Bu mesele de tıpkı siyahiler ve sarılar konusu gibi kazasız belasız atlatılmıştı. Dağınık şekilde giden Kızılderililer de kendilerini izleyen beyazları izliyorlardı. Onlar da bittiği için mutluydu. Yine de yenilginin burukluğunu duyuyorlardı.

“Baba, nereye gidiyoruz?” diye sordu göç eden kalabalığın içinden küçük bir kız çocuğu, elini tuttuğu adama.

“Uzaklardaki o mor tanrıça var ya, ona”

“Ona mı nasıl gideceğiz?”

“Beyazların yaptığı bir arabayla”

“Beyazları sevmediğimizi sanıyordum”

Adam buna cevap vermeden kalabalıkla birlikte sürüklenmeye devam etti, peşi sıra da kızını sürükledi.

Kızılderilileri yeni evlerine götürecek olan mekik Arizona’da inşa edilmişti. Sessizce, Amerikalılar’ın evlerinden uzakta kalkıp gidecekti. Dışına bakılınca sıradan bir mekikti bu, kare şeklindeki bir piste konulmuştu ve geniş tabanı göğe doğru uzanarak zirvesinde daralıyordu. Ucuna doğru en dar şekline geliyor ve bir kurşun kalemin ucu gibi sivriliyordu. Bu haliyle masaya dikine konmuş bir kurşun kalemden de pek farkı yoktu zaten. Amerika’nın tüm bölgelerinden gelen Kızılderililer kaldıkları konak yerlerinden bu mekiğe doğru gidiyorlardı. Bu anları izliyorlardı ve mekiğin kalkış anını da insanlar televizyonlardan izleyeceklerdi. Yorgun, argın ve omuzları çökmüş bir Kızılderili güruhu ağır adımlarla mekiğe doğru ilerlerken Yeni Amerika’nın yeni yerlileri pek bir şendi.

Mekiğe giren her Kızılderili önce eşyalarını aracın depo bölümüne aktarılması için görevlilere teslim ediyor sonra da hibernasyon kabinine giriyordu. Hibernasyon kısaca kış uykusu demekti ama burada kış uykusuna yatanlar/yatırılanlar insanlar oluyordu. Böylece uzay yolculuklarının yaşlanmak gibi yan etkilerine karşı korunmuş oluyorlardı. Mekiğin girişi basitçe bir odaydı ve yumuşak yastıklarla kaplanmıştı. Aslında akıl hastanelerinin hücrelerinden pek bir farkı yoktu, insana burasının bir akıl hastanesinin hücresinden aşırılıp buraya konulduğu hissini veriyordu. Burada bir kadın ve bir erkek olmak üzere ilk görevli gelenleri karşılayıp içeriye geçiriyordu. Harekete duyarlı açılan kapılardan diğer odaya geçince bu sefer de turuncu yastıklarla dolu duvarlardan oluşan bir odaya giriyordunuz. Burada da eşyalar mekiğin deposuna kaldırılmak amacıyla kişilerin adları öğrenilip, ellerinden alınıyordu. Böylece üçüncü odaya geçiyordunuz. Orası da aslında sadece gösteriş amaçlı yapılmış bir odaydı ve hiçbir işe yaramıyordu. Hatta o kadar işe yaramaz bir yerdi ki oraya görevli koymamışlardı. İlerleyip yine harekete duyarlı kapıdan geçince artık mekiğe girmiş oluyordunuz ki siz daha tam olarak nerede olduğunuzu çözemeden bir görevli kolunuza girip sizi hibernasyon odasına alıyordu. Hemen bir kabinin içine tıkılarak, görevlinin yanda bulunan soğuk mavi renkteki düğmeye basmasıyla, anında donuyordunuz. Bazen son haliniz komik şekillerde ortaya çıkarıyordu.

Bütün bir gün boyunca Kızılderililer, kendilerinin deyişiyle Mor Tanrıça’ya giden bu araca geldiler ve günün sonunda bu mekik curcunası sona erdi. Mekiğin kapıları kapanmış ve geminin yönetiminde görev alan dört astronot’un da çayları güzelce ve usulüne göre demlenmişti. Astronotların içinde bir astrofizikçi, bir astrobiyolog, bir astroarkeolog ve bir de astroedebiyatçı vardı. Sonuncusu bayrağı ABD’nin ünlü şairi Poe’nun dizeleriyle dikecek ve sonra bunlar mekikte yer alan ufak bir araca binip Dünya’ya döneceklerdi. Onlar dışında mekikte yer alan bütün personel robottu. Yani çöpe atılabilirdi.

Arizona’da yer alan uçuş üssünden geriye doğru sayıldı.

4…3…2…1… ve mekik ya da gerçek adıyla Uzay Boğası 1 pistten büyük bir ateş cümbüşü ve gereksiz bir gürültüyle birlikte havalandı. Bütün televizyonlar Uzay Boğası 1 uzaktan kayboluncaya kadar da göstermeye devam etti. Geminin üstündeki kameralardan sadece görevliler izleyecekti, o kısımı kamuya kapalıydı. Gösteri bitince ve gemi uzaklaşınca gökyüzünde insanlar da televizyonlarını kapadılar. Ama kimse uyanmadı.

Aynı Anda Uzayda

Uzay Boğası 1’in içinde robotlar ayak altından çekilmiş ve sadece 4 astronot uyanık kalmışlardı. Kızılderili mürettebat uykuda mışıl mışıl uyuyordu. Astroarkeolog Aldous Huxley, koltuğunda oturmuş çok bilinmeyen bir Hintli yazarın kaleminden Cesur: Yeni Dünya adlı bir kitabı okuyordu. Kitabı beğenmemişti, çok da karamsardı ama hem sonunu merak ettiği için hem de başladığı kitabı bitirmeden elinden bırakamadığı için okumaya devam ediyordu. Kitabı kapatıp tekrar yanındaki çekmece gözüne oydu. Gözündeki siyah çerçeveli kemik gözlüğü düzelterek arkadaşlarına seslendi.

“Böyle karamsar hikayeler de zaten hep Hintlilerden çıkar. O kalabalığın arasında yaşamak zor, yaşamamak kolay”

“Onları Mars’ a gönderdik diye hatırlıyorum” dedi sakin bir sesle astrofizikçi Stephen Hawking. “Gerçi ten renkleri konusunda epey kararsız kalmıştık, en sonunda içlerinde beyaza yaklaşanları bırakıp, daha koyu tonlu olanları Mars’a attık”

Astroedebiyatçı Tanpınar ve astrobiyolog Carl Sagan bu konuda fikir belirtmeden öylece oturmayı seçmişlerdi. Sadece birkaç dakika sonra Sagan diğerlerine döndü.

“Barselona’nın koordinatları gemide kayıtlı değil mi?”

“Kayıtlı olmasa bile bu kadar mesafe aldıktan sonra sorulacak soru mu bu?” dedi astrofizikçi sakince.

Geminin kontrol bölümündeki bu sessizlik giderek uzarken ekranda geminin ışık hızına çıkabileceği bilgisi göründü. Hawking, hiç düşünmeden gemiyi ışık hızına çıkardı. Hedefleri en kısa sürede yolcuları Barselona’ya bırakmak ve hemen geri dönmekti. Işık hızı aslında daha çok ışınlanmaya benziyordu. Sadece ışığı ve ışık odağını ters çevirerek hızı arttırmak gibi bir gayesi vardı ve bunu da oldukça iyi yapıyordu. Işık odağı ters dönünce gemi bir anda yok olarak Barselona’nın çok yakınında ortaya çıkıverdi. Artık geminin ekranında bomboş uzanan bir uzay değil, mor bir gezegen görünüyordu.

Mor gezegen, her gezegenin yaptığı gibi saat yönüne doğru dönerken yeni ziyaretçilerinden habersizdi. Gerçi üstündeki sakinlerinden de habersizdi.

Aynı Anda Barselona’da -Gezegen Olan-

“Bu gezegenden nefret ediyorum” dedi adam. Yerde bir şeyler arıyormuş gibi toprağa bakınıp duruyordu. Morumsu toprak sakin bir şekilde adamın ayaklarının altında ve ötesinde uzanıp yeri kaplamakla meşgulken adam bazen bir yerlerini çapayla eşeliyor ama bir şey bulamayınca yüzünü buruşturarak toprağı geri kapatıyordu. “Bu gezegenden nefret ediyorum” diye tekrarlardı. Sanki gerçekte nefret etmiyordu ve aynı şeyi 40 kere tekrarlayıp gerçek olmasını sağlamaya çalışıyordu. Adam, ileriye baktı ve her zamanki gördüğünü gördü: Hiçbir şey.

Feci derecede yorulmuştu, belini doğrultarak kemiklerini kütürdetti.

“Bu gezegenden gerçekten nefret ediyorum”

Bu sırada yürürken ayağı bir sandalyenin ayağına takıldı. Tökezledi. Dönüp baktığında sandalyenin toprağa gömülü halde durduğunu gördü.

Bu Sırada Uzay’da

“Hemen inmeliyiz” dedi Hawking, sonra ekledi: “Ve hemen gitmeliyiz”

“Hayır, bence önce keşif robotları yollayıp gezegenin güvenliğinden emin olalım” dedi Sagan ona doğru ve kontrol panelinden robotları çağırmak için seslenme bölümüne uzandı. Hawking sağ elini ona siper ederek onu durdurdu.

“Hemen iniyoruz” dedi ve gemiyi gezegene doğru yöneltti. Sagan da onu durdurarak geminin tekrar sabit pozisyona gelmesini sağladı. On beş dakikadır devam eden bu tartışmanın sonuca bağlanmayacağını anlayan Huxley meseleye müdahale etme zamanının artık geldiğini anlayarak araya girdi.

“Beyler, bakın ne diyeceğim neden bu işi demokratik yollarla çözümlemiyoruz. Sadece soralım ve herkes fikri neyse ona göre el kaldırsın. Böylece sorunu çözmüş oluruz, eğer bir sorun çıkarsa da sorumluluk lehte oy veren çoğunlukta olur. Unutmayın ki demokrasi bir toplumun temelidir ama bu toplumu aydın kitle üzerinden-”

“Tamam, yine başlama. Küçükken yazar olmak istediğini ama olamadığını biliyorum ama her seferinde bunlara girme. Sadece oylama geçelim”

Huxley’in yüzü düşse de oylamaya geçti.

“Pekala, öncelikle sorunu demokrasiyle halletmemizi isteyenler?”

Tanpınar, Hawking ve Sagan el kaldırdılar.

“Ben de zaten öneren olarak lehte oy kullanmış oluyorum. O zaman oy birliğiyle kabul edildi. Sırada ikinci oylama. Gezegene hemen inelim diyenler?”

Hawking ve Tanpınar el kaldırdı. Huxley’de el kaldırdı.

“3 oy. Zaten 4 kişiyiz, ikinci soruyu sormama gerek kalmadı. Gezegene iniyoruz beyler”

Hawking, Sagan’a anlamlı bir şekilde gülümseyerek dümenin rotasını gezegenin yüzeyine doğru düzeltti. Huxley, bu sırada demokrasinin önemi ve modern toplumların yapısındaki vazgeçilmez yeriyle ilgili yeni bir demeç veriyordu. Ahmet Hamdi Tanpınar ise müzmince susmaya devam ediyordu.

Gemi hızla gezegenin yüzeyine doğru dönerek inişe geçti. Ekrandan Hawking ve Sagan atmosfer temas durumunu takip ediyorlardı. Huxley ise Tanpınar’a demokrasi demecine devam ediyordu.

“Atmosfer ile temasımız başladı” dedi Hawking oldukça gergin bir şekilde.

“Ama yine de en ufak bir sürtünme yok. Sanki atmosfere girmemişiz gibi” dedi Sagan ekranın sol alt bölümünü işaret ederek. Orada değerler yazılıydı ve sabitti. Atmosfer onları etkilememişti, etkilemiş olsaydı o değerlerin yerinde durmayacağını biliyorlardı.

“Belki de atmosfer tabakası yok. O zaman hava da olmayabilir. Hava yoksa bütün yolcular boğulabilir” dedi Sagan.

“İyi ya dünyanın istediğini kısa yoldan halletmiş oluruz” dedi Tanpınar. Hawking ve Sagan ona baktılar.

“Neymiş dünyanın istediği?”

“Bu insanların ölmesi. Avam sayılabilecek Kızılderili kitlesini neden buraya attılar? Dolaylı olarak öldürmek için. Doğrudan öldürseler senelerce içlerinde bu konuda muhalefet çıkacak ama dolaylı yaparlarsa o zaman kimse uyanmaz”

“Bir Edebiyat Fakültesi terk daha. Sanki Astrofizik bölümü mezunu değiliz de Dil ve Edebiyat okuduk”

“Bunlar gerçekler azizim”

“Doğru söylüyor” dedi Sagan, ekrana bakarak.

“Biliyorum ama yine de biz doğrudan buna sebep olamayız. Neyse gezegene bir inelim de. Aşınma olmaması iyi haber”

Hawking kendini koltuğuna bıraktı. Astrobiyolog da ekrana kısa bir süre baktıktan sonra omuzlarını silkerek kendini koltuğa attı. Tuhaf bir şekilde şimdi de Huxley sessizleşmişti. Kimse fark etmedi.

Aynı Anda Barselona’da

“Vay canına, birden sert bir rüzgâr esmeye başladı!”

Toprağı çapalamakla meşgul olan adam yine bir şey bulamayınca hayal kırıklığı ile kalkarak arkasını döndü. O zaman sert rüzgârın kaynağının doğa ana değil de bir uzay gemisi, ya da asıl adıyla Uzay Boğası -1-, olduğunu gördü. Çokta şaşırmış gözükmüyordu.

Hatta kırmızı ve siyah renkli uzay giysilerinin içinde 4 adamın uzay gemisinin içinden doğru toprağa uzanan yürüyen merdivenin üzerinden inerek sırayla gezegene ayak bastığını ve ona doğru gelmekte olduğunu gördüğünde bile şaşırmamıştı. Her gün rastladığı bir manzara gibi rahattı.

“Merhaba, yerli” dedi Sagan oldukça çekimser bir şekilde.

“Selam”

“Eee, galiba gezegende yerleşim var ve sen de buranın sakinisin. Değil mi?”

“Hayır” dedi adam oldukça sakin.

“Nasıl?”

“Dediğim gibi buranın sakini değilim, ben sadece defineciyim. Aslında daha önce askerdim ama ordudayken bildiğim gezegenlerden birindeki sinemaya çok güzel bir film gelmişti. Üstelik 5 boyutlu, yani bildiğin yanında oynuyorlar. Ona gitmek istedim. İzin falan aldım ve sonra yola çıktım. Gezegeni ararken yolu şaşırdım. Başka bir yere inip oraya gittim ama oradaki yerliler de çiftçiydi ve çok ilkellerdi. Beni düşman falan zannettiler. Sonra beni karakola götürdüler, daha sonra serbest kaldım ama izin sürem bittiğinden orduya geri dönmek zorunda kaldım. Ancak biraz geciktiğim için işime son verildi.” Adam durup cebinden bir sigara çıkardı, ağzına yerleştirip diğer cebinden çıkardığı kibriti çakıp yaktı. Bir nefes alıp dumanını saldıktan sonra komutanının kötü bir ses taklidiyle ekledi. ” ‘Disiplinsizliğe ordu da yer yokmuş’ ”

“Sonra defineci mi oldun?” diye sordu Hawking, Sagan’ın arkasından çıkarak.

“Evet. Ama pek bir şey bulamıyorum. Aslında Barselona’da maden çoktur diyorlardı.”

“Nerede?” dedi Tanpınar.

“Barselona. Burası işte”

“Buraya siz Barselona mı diyorsunuz?”

“Evet, ne var bunda? Bütün evren buraya Barselona diyor. Siz nerelisiniz?”

“Dünya” dedi Huxley.

“Ah, evet orası. Oranın tarihi hakkında bir tek Kemal Atatürk’ü biliyorum. Ama bir ara işgal etmek istemiştim. O adam yüzünden vazgeçmiştik. O adam epey sıkıydı”

4 adam, uzay giysilerinin camlı başlığının içinden birbirlerine bakıyorlardı. Adam hâlâ konuşmaya devam ediyordu. Adamın gevezeliğinin aslında hiç bitmeyeceğini anladıklarında onu orada bırakıp gemiye yürüyen merdivenler üzerinden tekrar gemiye çıktılar. Robotları çalıştıracak ana kumanda kolunu Tanpınar çekti. Bu kumanda kolu robotları uyandıracak ve hibernasyon kapsüllerini gezegenin yüzeyine içindeki insanların eşyalarıyla birlikte bırakmalarını sağlayacaktı. Böylece onlar uyanıp, gemi mürettebatını meşgul etmeden, linç etmeden, soru yağmuruna tutmadan önce gemi kaybolacaktı. Kış uykusu kapsülleri dışarı atılırken uzaktaki defineci bağırdı.

“Hey, onlar da ne?”

Ama gelip bakma zahmetine katlanmadı. Çapasını alarak tekrar toprağı eşelemeye koyuldu. Sıkılgan bir şekilde toprağı eşelemeye devam ederken dönüp arkasına bakınca kapsüllerin sayılarının ikiye katlandığını gördü. Hala da kapsül çıkarmaya devam ediyorlardı.

Son robot da sırtında taşıdığı kapsülü yere bırakıp yürüyen merdivenlerden yukarı çıktı. O zaman gemi merdivenleri içeriye doğru çekti. Defineci ise meraklı gözlerle onları izliyordu. Uzay Boğası -1- yerden birkaç metre kadar yükselip burnunu havaya kaldırdı ve sonra kulakları sağır edecek bir gürültü çıkararak gökyüzüne doğru vınlayıp gitti, kayboldu.

Emrecan Doğan

13 Ağustos 1996’da İstanbul’da doğdum. Halen Medeniyet Üniversitesi’nde Türk Dili ve Edebiyatı okuyorum. Daha önce Kayıp Rıhtım forumunda ve Aylık Öykü Seçkisi içerisinde yer aldım. Gölge E-Dergi, Bilimkurgu Kulübü, Genç Yazı ve Pejmürde Dergisi bünyesinde gerçekleştirilen Ortak Hikâye projesi gibi elektronik platformlarda ve basılı olarak da Adı Yok dergisinin 75. sayısında yazılarım yayımlandı. Yaklaşık olarak 12 yaşımdan beri yazıyorum.

Öne Çıkan Yorumlar

  1. Eski bir arkadaşı görmek çok güzel. Jest için de ayrıca teşekkür ederim. Hikayeyi bir çeşit mozaiğe benzettim, dümdüz bir akış içinde değildi, işleyiş bakımından hoşuma gitti. Zaman ve mekan bakımından kimi zaman dumura uğramadım desem yalan olur.

  2. Seni de görmek güzel :slight_smile: Alternatif Tarih ve Paralel Evren kurguları karışınca böyle bir şey çıktı ortaya

Söyleyeceklerin mi var? Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.

Yorum Yapanlar

Avatar for OykuSeckisi Avatar for Tugrul_Sultanzade Avatar for EmrecanDogan