Öykü

Sultan Mustafa Hân’ın Hayat Ameleliği Meselesi

Kronolojik Okuma Sırası:

  1. Sencer Tigin Destanı Bölüm 1
  2. Sencer Tigin Destanı Bölüm 2: Ayı Postuna Büründüm Ayı Diye Göründüm
  3. Tarih-i Eşkıyatı: Sevdiğin Hasan Vakasıdır
  4. Sultan Osman Hân’ın Düşüşü

5. Sultan Mustafa Hân’ın Hayat Ameleliği Meselesi

“Peygamber Efendimizin, esenlik onun üzerine olsun, Mekke’den Medine’ye hicret edişinin 1000.yılında kıyamet kopmayacak. Gaybı bilen yalnız Allah’tır, lâkin o yıl olacak şey Hanedan-ı Âli Osman’ın kendi kıyametidir.”

Sultan Murad’ın okuduğu bu cümle karşısında yüzü düşmüştü. Okuduklarını beğenmemişti. Evet, Hicri Milenyum meselesi tıpkı dedesi Sultan Süleyman gibi onun da aklını kurcalıyordu ama o henüz dedesi gibi bu mileyum meselesiyle aklını bozmamıştı. Sultan Süleyman kendisini âhir zaman padişahı addediyor, kıyametin o yıl kopacağını düşünerek kendisine de pay biçiyordu. Ancak eceli hiç hesaba katmamıştı, Hicri milenyumundan yirmi beş sene evvel Hakka yürüyünce âhir zaman padişahlığı Sultan Selim’e kalır gibi olmuş ancak o da sekiz sene oturduğu tahttan erken kalkmıştı. Aslında denir ki büyük atası Sultan Selim Han ağabeyi Ahmed’i yenip, küçük ağabeyi Korkut ile anlaşınca babası Bâyezid onun lehine tahttan feragat etmiş ancak giderken kendisine çektirdikleri için en küçük oğlu olan Sultan Selim’e beddua etmeyi de ihmal etmemiş.

“Yiğitsin, kuvvetin de var. Saltanatın güçlü lâkin kısa olsun Selim.” demiş ancak bunu sadece kendi oğlu Selim’e değil hanedanın bu adı taşıyan evlâdı için söylemiş. Böylece atası Sultan Selim Hân’da bu bedduadan kendi payını alarak tıpkı büyük atası gibi yalnızca sekiz sene saltanat sürebildi. Onun yerine tahta oturan Sultan Murad’da ise hafif bir dervişlik vardır. Özellikle şu Takiyüddin’in kendisine armağan ettiği ve adından “Erlik Hân’ın Kitabı” diye bahsettiği tuhaf kitap içinde başka dünyalara ait huşular uyandırıyordu. Yine de kulluğu Allah’aydı. Mavi gözleri tekrar rahlenin üzerine oturtulmuş kitabın sayfalarına doğru döndü. Sağ elinin ince parmaklarını yer yer beyazlar görünen gür sakallarının içine sokup yavaşça çekiştirdi. Sonra unuttuğu bir şeyi yeni hatırlar gibi gülümsedi.

“Her ne olursa olsun, nihayetinde sadece Allah’ın dediği olur.”

Kitabı kapatıp rahleden aldı ve kapısında bekleyen zülüflülerden birini çağırıp kitabı ona kütüphanesine götürmek üzere teslim etti.

Saruhan Sancağı-Hicri 1000

Küçük bir konak şeklinde inşa edilmiş sancak beyliği sarayı Saruhan ilinin merkezi konumundaydı. Yine de bu sarayın etrafına herkes her zaman yaklaşamıyordu. Sancakbeyinin sarayı İstanbul’daki hünkar sarayı kadar görkemli değildi ama Saruhan’da bulunan diğer binaların içinden kolaylıkla seçilebiliyordu. Sarayda sancakbeyinin odası haricinde doksan dokuz oda bulunuyordu ve şu an bu odaların her birinde tatlı bir keşmekeş yaşanıyordu. Sancakbeyi olan Şehzade Mehmed ise odasında oturmuş Kuran okuyordu. Keşmekeşe aldırış etmiyordu çünkü bunun doğacak çocuğunun telaşı olduğunu biliyordu. Bu kez diğerlerinden daha uzun bir doğum olmuştu. Ne Selim ne Mahmud ne de Ahmed bu kadar zorlamamışlardı ebelerini. Doğuma giden cariyesi Halime Hatun’du. Pek güzelce bir hatundu, kuzguni siyah saçları iki bukle olup yüzünün iki yanından geçerek göğsüne kadar vücudunu süslerken. Daha genç bir kız olmasına rağmen bedeni derli topluydu, bakışlarıyla insanı etkisi altına alıyordu. Şehzade Mehmed daha önce onun menekşe gözlerine benzer bir başka göz görmemişti. Mehmed rahlesinin başında bu düşüncelere dalmışken oda kapısının vurulmasıyla yerinden sıçradı.

“Gir!”

Kapının iki kanadı da önünde bekleyen zülüflüler tarafından açılarak kapıya vuran kişi içeri alındı. Gelen harem ağası Hüdhüd Ağaydı. Siyahi bir adam olan Hüdhüd Ağa’ya neden bu adı verildiği bilinmezdi, öyle ahım şahım bir sesi yoktu.

“Söyle!”

Hüdhüd Ağa, şehzadenin yanına kadar gelip diz çöktükten sonra eteklerini üç defa öpüp, yüz sürdü. Temenna ederek geri geri yürüyüp şehzadeden birkaç adım uzaklaşınca olduğu yerde doğruldu. Ellerini artık iyiden iyiye şişmiş olan göbeğinin altında bağlayarak el pençe divan durdu. Acayip şivesiyle konuşmaya başladı.

“Müjdemi isterim! Saadetli şehzademizin, bir şehzadeleri oldular. Safiye Sultanımız, Çiçek Hatun, Fuldane Hatun ve Handan Hatun teşriflerinizi bekliyorlar.”

Şehzade Mehmed gülümseyerek ayağa kalktı. Yukarıdan göz ucuyla rahledeki Kuran-ı Kerim’e baktı. Eğilip besmele çekerek rahleden kitabı kaldırmadan kapadı. Eliyle Hüdhüd Ağa’ya gelmesini işaret ederken kapıdaki zülüflülere odayı toplamalarını emretti. Yaşı daha gençti, gelecekten umutluydu ama yine de onu bekleyen karanlık günlerden bihaber değildi. Babası onu buraya validesiyle birlikte yönetime alışması için göndermişti. Daha ilk günlerden beridir annesi bunun kayınvalidesinin bir oyunu olduğunu söyleyip duruyordu. Mehmed ona bunun herkes için aynı olduğunu, sancağa çıkan şehzadenin validesiyle beraber gittiğini söylese de kadın sadece kendi dediklerini duyuyordu. Artık Mehmed onunla konuşmanın beyhude olduğunu anlayarak haremden uzak durup devlet işleriyle alakadar olmaya başlamış, kazara yan yana geldiklerindeyse hiçbir şey demeden sadece dinlemekle yetinmişti. Sürekli aynı şeylerden bahsedip duruyordu; diğer şehzade analarının ölümü için dua ettiklerinden, buradaki kabiliyetlerinin ve başarısının babasının gözüne battığından, fazla öne çıkarsa kendisi için iyi olmayacağından ve bütün bunlara padişahın validesi Nurbanu Sultan ile halası Mihrimah Sultanın neden olduğundan söz edip duruyordu.

Ve işte doğumun olduğu yere gelmişti. İçinden besmele çekerek kapıyı açıp sağ ayağıyla girdi. O girmeden önce takdim etmeyi unutan Hüdhüd Ağa tiz sesiyle bağırdı.

“Destur! Şehzade Sultan Mehmed Hazretleri!”

Odada yalnızca Halime Hatun el pençe divan duramıyordu. Geniş ve ferah odanın ortasında duran yatağında uzanmış yatarken yüzüne bir kızıllık gelmişti. Belli ki yorgundu. Yatağın solunda sırasıyla toplanmış olan Safiye Sultan, Çiçek Hatun ve önünde ondan olma oğlu Şehzade Selim, Fûldane Hatun ve ondan olma oğlu Şehzade Mahmud ile Handan Hatun ve ondan olan oğlu Şehzade Ahmed vardı. Yatağın sağ tarafında ise ebe ve ebe yardımcısı olduğu belli olan yaşlı bir kadınla üç genç kız duruyordu. Bir de harem ağasının yardımcıları vardı ki onlar odanın bir köşesine ilişmiş, ebenin vereceği emirlerle getir götür yapmayı bekliyorlardı. Hepsi el pençe divan durup, baş eğmişti. Şehzade Mehmed sağ elini kaldırıp doğrulmalarını emrederken arkasını dönüp Hüdhüd Ağa’ya kızdı.

“Yavaş konuş be adam, sabiyi korkutacaksın!”

Hüdhüd Ağa sessizce başını eğip yardımcılarının yanına doğru çekilip onlara odadan çıkmalarını emretti. Kendisi de onlarla beraber çıktı. Şehzade Mehmed de annesi Safiye Sultan’a yaklaşıp uzattığı elini avuçlarının içine aldı.

“Validem!” Hafif bir buse kondurup başına götürüp doğruldu. Safiye Sultan ise ona gülümseyerek karşılık verdi.

“Aslanım! Yine bir şehzadeniz oldu. Allah hayırlı etsin!”

“İnşallah validem, inşallah!”

Şehzadenin bu temennisine odadaki diğerleri de fısıltılı bir inşallah ile katıldılar. Mehmed’in o an içi içine sığmıyordu, diğerlerine de gülümseyerek baktıktan sonra hızla yatağın diğer tarafına doğru seğirtti. Kollarını sevgiyle açarak ebe kadına doğru yaklaştı. Çocuk uyuyordu. Sessizdi. Kadının kollarından kendisine doğru kaydı.

“Çok küçük.” Birden yatağın solunda dizilmiş duran oğullarına baktı. “Sizler de böyleydiniz aslanlarım.” Tekrar bebeğe döndü. Önce ezanı okudu sağ kulağına. Ağır ağır hiç acele etmeden ve her hecenin hakkını vererek. Kameti sol kulağına okumadan önce doğruldu. “İki ağabeyine de peygamber efendimizin adını verdim. Esenlik onun üzerine olsun. Sana da onun adını veriyorum, onun gibi hayırlı biri ol diye!”

Safiye Sultan duyulacak kadar bir sesle “Âmin” deyince diğer hatunlar da ona katılıp bir sesten âmin dediler. Şehzade Mehmed bu kez sol kulağa doğru eğildi.

“Senin adın Mustafa. Senin adın Mustafa. Senin adın Mustafa.”

Artık sanki ona kucağındaki bebeğin yüzü parlıyormuş gibi geliyordu. Mehmed babasının aksine dinine düşkündü çünkü devlet entrikaları onu yormuş, sinirlerini de yıpratmışken kurtuluşu burada bulmuştu. Babasının aksine olduğunu düşünüyordu, payitahttan gelen haberlere bakılırsa hünkar uzun zamandır Cuma Selamlığına çıkmaktan kaçınıyordu. Bebeği tekrar ebe kadına teslim ederken elinde olmadan ona da gülümsedi.

“Hazinem size ardına kadar açıktır. Ne dilersiniz benden?”

“Sizin, hünkâr atanızın ve şehzadelerimizin sağlığına duacıyım. Daha ne isterim.”

Ancak Mehmed’in bugün gönlü boldu, arkasını kadınlara dönüp kapıya vurdu. Zülüflüler dışarıya doğru iki kanadı açtıklarında kapının önünde bekleyen Hüdhüd Ağa ile yardımcılarını gördüler. Şehzade el edip ağayı yanına çağırıp kulağına eğildi.

“Çocukla kızlardan birisi ilgilensin. Sen ebe kadınla diğer yardımcıyı yanına al, arzu ettikleri ne varsa hazinemden ver.”

“Her ne isterlerse mi?”

“Evet, hiç ikiletmeden ver.”

Hüdhüd Ağa baş eğip içeri geçerken Şehzade Mehmed oradan ayrıldı. Saruhan’ın su yolları yıkılmıştı, gidip yerinde inceleme yapması gerekiyordu. Hüdhüd Ağa yavaş adımlar atarak kadınların yanına vardı. Daha sonra Safiye Sultan’a dönerek baş eğdi.

“Sultanım eğer müsaade ederseniz?”

“Müsaade verildi.” diyerek kısaca kestirip attı Safiye Sultan. Zaten o da orada fazla durmayacaktı. Hüdhüd Ağa ebe kadın ve yardımcılarını alıp odadan çıkarken gözleriyle onları takip etti. Biraz bekledikten sonra tekrardan hayırlı olmasını dileyerek oradan ayrıldı.

Hüdhüd Ağa önde giderken ebe kadınla yardımcısı olan iki kız arkasından takip ediyordu. Taş duvarların iki yanlarından çevrelediği koridorda iki kişiden fazlası yan yana duramıyordu. Bu yüzden Hüdhüd Ağa önden giderken arkasında ebe kadınla bir yardımcısı geliyor, ikinci genç kız ise en arkada yürüyordu. Nereye gittiklerini tam olarak bilmiyorlardı, Şehzade Mehmed onlara ihsanlarda bulunmasını söylemişti ama böylesine uzun uzun yürüyerek gitmeleri de bir garipti. Bereket versin ki bu yürüyüş uzun sürmedi. Harem’in dolambaçlı yollarından geçerek sarayın arka tarafına açılan harem kapısına gelmişlerdi. Kapının iç kısmının iki tarafında da dalyan gibi iki bostancı bekliyordu. Aynı şekilde dış kısmında da iki bostancı kapıda duruyordu. Kapının önüne gelince Hüdhüd Ağa arkasına dönüp hanımlara gülümsedi. Elini cebine atıp bir kese çıkarttı. Kesenin ortası işlemeliydi, kılıfın kendisi bile bir servet değerindeydi.

“Buyur ebe ana! Güle güle harca!” Kadının açtığı avcuna keseyi öylece bıraktı. Yaşanmışlığın yarattığı kırışıklarla dolu yüzü aydınlandı, avuçlarındaki ağırlığı hissettikçe mutluydu. Ağaya baktı.

“Allah razı olsun ağam! Allah ne muradın varsa versin! Şehzademiz de hayırlı uğurlu ola!”

Hüdhüd Ağa pek umurunda değilmiş gibi başını sallayıp geçti. Elini diğer cebine atıp bir kese daha çıkardı, onu vermeden önce başka bir cebinden başka bir kese daha çıkardı. Sağ elinde şimdi iki kese birden vardı.

“Kızlar! Bunlar da sizin!”

Elini ileriye doğru uzatıp keseleri almalarını bekledi. Önce ebenin gözlerine bakan kızlar ondan olur alınca uzatılan keselere uzanıp kendi cepkenlerine koydular.

“Allah razı olsun ağam!” dediler hep bir ağızdan. Hüdhüd Ağa onları umursamaz bir tavırla yüzlerine bakarken iç kısmı bekleyen ağalara seslendi.

“Kapıyı açın!”

Bostancılar iki yandan kapıyı açarak ebe kadına ve yardımcılarına yol verdiler. Ebe kadın önde olarak kızlar da arkasından seğirterek gittiler. Yeterince uzaklaştıklarında Hüdhüd Ağa hiç konuşmadan sağ elini kaldırıp bostancılara kapıyı kapatmaları işaret etti. Sokaktan gelen serin hava hareme dolarken kapılar kapandı ve hava birden kesildi. Hüdhüd Ağa kapalı kapılara karşı düşmanca bir bakış atarak derin bir nefes alıp verdi. Sanki daha şimdi içeriye giren temiz havayı içine çekmek istiyordu. Bir an orada durduktan sonra ağır adımlarla bostancılara arkasını dönüp geldiği yolu yürümeye koyuldu.

Önünde uzanan dar koridorda başını önüne eğmiş, avuçları iç içe geçirip ellerini önünde kavuşturmuş hâlde yürüyen bu adam aslında bambaşka birisiydi. Koridorda ilerledikçe karşıdan gelerek yanında duran kızlar baş eğip selam vererek onun geçip gitmesini bekliyorlardı. Hüdhüd Ağa ise bu selamları aceleci bir baş eğişiyle alıp yoluna hızlanarak devam ediyordu. Şehzade konağı o kadar da büyük olmasa da sıradan bir Osmanlı evinden daha büyük ve genişti. İşte başladığı yere geri gelmişti, doğum odasının önündeydi. Ancak o giderken kapı açıktı, kim kapamışsa kapamış. İşaret ve orta parmağını birleştirerek kapıyı tıklattı.

“Şehzademiz için geldim, hatun!”

Cümleyi birkaç saniyelik sessizlik takip ettikten sonra içeriden duyulur duyulmaz bir ses geldi. Hüdhüd Ağanın kulakları ilerleyen yaşına rağmen iyi duyuyordu yoksa bu sesi duyması neredeyse imkânsızdı.

“Hüdhüd Ağa sen misin? Gel!”

Hüdhüd Ağa kapı kolunu yavaşça çevirip kendisinin geçebileceği bir aralıktan girdikten sonra ardından kapattı. Oda Halime Hatun ve Şehzade Mustafa haricinde boştu. Hüdhüd Ağa hatuna değil ama şehzadeye saygı olarak baş eğip, selam verdi.

“Şehzademizi, hekime götürmem emredildi!”

“Kim?” diyerek yatağında doğruldu. Bebek yatağın solundaki kundakta duruyordu. Şu ana kadar bir sorunu da olmamıştı.

“Safiye Sultan Hazretleri. Bebeğin sıhhatinden emin olmak için. Merak etmeyin, hemen gidip getireceğim. Çok kısa sürecek.”

Halime Hatunun yüzü düştü, Hüdhüd Ağa kendisinin rızası için dil döküyordu ama burada Safiye Sultan bir şey yapılacak dedi mi o iş mutlak suretle yapılırdı. Yani olmaz dese bile Hüdhüd onu alacaktı. Hiç değilse kuyruğu dik tutmak adına kendi isteğiyle vermiş gibi davranmak onun hayrınaydı.

“Peki ama hemen getir.”

“Emredersiniz!” Hüdhüd Ağa kollarını ileri doğru uzatarak kundağa doğru bir adım attı. Biraz yalpalıyordu da. Bebeğe doğru gülümseyerek eğilip onu kollarına aldı. Kollarına iyice ve düzgünce yerleştiğinden emin olunca arkasını dönüp oradan ayrıldı. O kapıyı kapatırken de Halime Hatun kendini yorgunlukla yatağa bırakıyordu. Bu sefer Hüdhüd Ağa bebek şehzadeyle geldiği yönün tersine gidiyordu. Bir gizli oda ayarlamıştı, burayı ne sultanlar ne de şehzade biliyordu. Yalnızca kendisine has bir yerdi, kızların döşemelerinin tutulduğu odanın karşısında uzanan koridora girip biraz daha yürüdü. Yaklaşık yirmi-otuz adım kadar ve etrafına bakındı. Birinin kendisini görüp de ifşa olmak en son istediği şeydi. Baktı ki kimse yok, bebeği tamamen sol eliyle tutup sağ elini altından çekti. Koridorun sağında yer alan taşlardan birisinin sağ üst köşesinde belirsiz bir vav vardı. Parmaklarıyla hafifçe itmesi yetti, taş nazlı nazlı geriye doğru kaydı. O kayıp yeni yerini bulunca dört tuğla eninde ve on üç tuğla boyunda duvar parçası da geriye doğru çekilip tek kişinin geçebileceği kadar bir alan sundu. Hüdhüd Ağa tek uzun adımda bu alanı geçip, kayan duvarın arkasında yer alan kolu kaldırıp duvarın eski yerine dönmesini sağladı. Ön tarafta vav şeklinin bulunduğu tuğlada aynı tahta kolu hareket ettirerek duvarı oynatıyordu. İçeri giren birisi de kolu kullanarak duvarı kapatıyordu. Burası aslında bir tür kaçış yoluydu, ne zaman lâzım olacağı belli olmaz. Toprak duvarların arasında kollarında minicik şehzadeyle dururken bu soğuk, kaçış yolunu aydınlatan tek şey topraktan duvarların yüzlerine saplanmış olan meşalelerdi. Yol boyunca yalnızca sol duvara yerleştirilmiş buradan çıkışa kadar devam ediyordu. Bu yolu bir duvar bitiriyor, o duvarın üzerinde de küçük bir kol bulunuyordu. Eğer bu küçük kol çekilecek ve duvar hareket ettirilip açılacak olursa çıkabileceğiniz yer konağın güneybatı ucuydu. Burası izbe bir ormana da yakındı, kaçan kişi kolaylıkla ormana koşup izini kaybettirerek kaybolup gidebilirdi.

Bu ormandan gelerek sarayı bulan ve dışarıdan içeriye doğru bir şekilde kaçış yolunu inşa eden kişi Sevdiğin Hasan’dı. Onun dışında konaktan kimse yolu bilmiyordu. Yavaş yavaş kimseye hissettirmeden bu tüneli kazmıştı. Tabii ki birkaç askere yakalandığı olmuştu ama onlardan ustalıkla kurtulmayı bilmişti, onları öldürerek. Buraya ilk geldiğinde Obur ruhu bir cebecinin bedenindeydi. Oralarda buralarda başıboş bir şekilde geziniyordu. Aslında o kadar da başıboş değildi, gezinmesi tamamen bir amaca dayalıydı. Varmak istediği bir hedef vardı, zaten varmak istediğiniz bir hedef yoksa bir koşuya çıkmak zaman kaybıdır. O da bunu bildiğinden buraya boşuna gelmemişti. İstediği şey Erlik’in Kitabını bulmaktı. Bu amaçla konağa girebilmek için buraya yaklaşmıştı. Aylar süren uğraşından sonra duvarın arkasına düzeneğini kurup konağa girmişti. Konakta ilk karşısına çıkan siyahi bir harem ağasıydı. Duvarın hemen arkasında durup büyük bir şaşkınlıkla ömründe ilk defa gördüğü hareket eden duvarı seyretmiş ve hayatında gördüğü son şey de bu olmuştu. Aslında yaşamaya devam ediyordu ama bilinci ona ait değildi ve bedeninde yer alan ruh onun değildi. Sevdiğin Hasan onu bayıltıp yavaş yavaş duvarın arkasına çekip bedenini ele geçirmişti. Birkaç dakika sonra ruhu yeni bedene yerleşmiş bir şekilde yerde yatıyor, kılıf olarak kullandığı zavallı cebeci ise yanında yığılıp kalmıştı. Göz ucuyla adama bakıp yerde yatan ölü adamı inceledi. Pek zayıftı ve yüzü de çirkindi. Harem ağası ise daha yapılıydı, bedenin ne kadar kuvvetli olduğunu hissedebiliyordu. Cebeciyi ormana götürüp öylece bırakmıştı, muhtemelen birkaç gün içinde paramparça edilmiştir. Geri geldiğindeyse aynı yerden girip hareme karışmış ve yeni bedeninin adının Hüdhüd olduğunu öğrenmişti. Erlik’in Kitabının burada olmadığını zaman içinde öğrenmişti ama bu kez buradan gitmeden önce bir hanedan üyesini zehirleme fikri kafasına yerleşmişti.

Kafasına yerleşen bu yeni fikirle beraber kendine kurban aramaya başlamıştı ama Selim’e yaklaştığında onun fazlasıyla açık göz olduğunu fark etti. Üstelik sürekli hareket hâlinde, babasının yanında ve yalnız değildi. Mahmud’u ise annesi gözünün önünden ayırmıyordu. Haremin ayrı bölümlerinde kalsalar da sürekli birbirlerini ziyaret ediyorlardı. Onu da bu yüzden elediğinde geriye sadece Ahmed kalıyordu. Ahmed küçüktü ama hastalıklı gözükmüştü gözüne. Sanki her an bir hastalığa kapılıp bu dünyayı terk edecekmiş gibi narin gözüküyordu. Bu yüzden onu zehirleyip hayat amelesi hâline getirmenin bir anlamı olmadığına karar verdi. Yetişkinliğe varamadan ölecek birini zehirleyecek olursa bu işin bir anlamı kalmaz, zehir sonraki nesillere aktarılmazdı. İşte o zaman geriye bir tek kişi kalmıştı; Mehmed. Tam da onu zehirlemeye karar vermişken Halime Hatunun gebe olduğu anlaşılınca bütün dikkati yeni doğacak olana yöneldi. Birini sıfırdan hayat amelesi yapmayı hiç denememişti. Yeni bebek kobay olabilirdi ama şehzade olacağından emin değildi. Elbette hanedan üyesi olması şartıyla birini zehirleyecekti ama bu kadın olmamalıydı. Çünkü kadınlar tahta geçemediğinden onun da devlet üzerinde bir kontrolü olmazdı. Bu yüzden ne olursa olsun bir şehzade olmalıydı ama Halime Hatunun karşındakinin ne olduğunu öğrenmek için doğumu beklemek zorundaydı. Zaten üç seneden beridir buradayken dokuz ay daha beklemek onun gözünde bir hiçti. Oturdu ve bekledi. İşte şimdi istediğine erişmişti. O gün gelmişti ve sabrının meyvesini tadabilirdi. Halime Hatun bir şehzade doğurmuş, adını da Mustafa koymuşlardı. Hüdhüd Ağa’nın bedenindeki Sevdiğin Hasan’da onunla yalnız kalmıştı.

Bebeğe baktı, sessizce mışıl mışıl uyuyordu. Yumuk yumuk elleriyse kapalıydı. Hüdhüd Ağa’nın siyahımsı mor ve kalın dudakları bebeğin alnına doğru indi ve ruhunun belli kısmını içmeye özen göstererek orada kaldı. Hepsini içerse kollarındaki bu minik beden birdenbire cesede dönüşebilirdi, küçük bir bölümünü yuttuğunda ise bedenin sahibini kendisine köle yapabilir. Onu hayatı boyunca hayat amelesi yapabilirdi. Mustafa’ya yapmak üzere olduğu buydu, o yarı karanlık tünelin orta yerinde durup yavaş yavaş ruhunu emdi. Yeterince aldığına emin olduğunda dudaklarını yeni doğmuş bebeğin pembe teninden çekerek ona baktı. Hâlâ uyuyordu ve göğsünün çok hafifçe inip kalkışından anladığı kadarıyla hayattaydı. Hüdhüd Ağa siyah ten rengiyle tezat içindeki bembeyaz dişlerini ortaya çıkararak gülümsedi.

“Nihayet! Emelime kavuştum! Artık bu iğrenç yerden de gidebilirim.”

Geldiği yöne doğru dönerek tekrar konağın içine girdi. Kendini tuğla duvarlarla örülü koridorda bulduğunda arkasını dönüp yolu kapattı. Kimse o yolu bilmemeliydi, en azından o elini kolunu sallaya sallaya konaktan ayrılana dek. Bu düşüncelerle kenarında vav şekilli tuğlayı yerine oturtup kucağında bebekle tekrar cariyenin odasının yolunu tuttu. Artık bir şehzade doğurduğu için gözdelerin kaldığı odalardan birine geçebilirdi. Burası sadece doğumhane niyetine kullanılan bir odaydı. Sancakbeyi Konağında bulunduğu üç sene içinde koridorları ezberlemişti. Bu yüzden neresi nereye çıkar biliyordu. Bebeği tek koluna alıp kapıyı sağ elinin baş ve işaret parmağıyla kapıya vurdu.

“Benim hatun, Hüdhüd Ağa!”

İçeriden ince ve bitkin bir ses “Gir” dediğinde Hüdhüd kapıyı ardına kadar açıp sağ ayağıyla içeriye girdi. Usulca kundağa doğru seğirtip bebeği yerine bıraktı. Başıyla hatunu selamlayıp arkasını dönüp bir adım attı ki kadın fısıldayarak ona seslendi.

“Dur, hemen nereye gidiyorsun? Hekim ne dedi? Bir şeyi yok ya?”

Hüdhüd Ağa bu kadar çok soru karşısında elini önünde bağlayıp tamamen geriye döndü.

“Siz hiç merak buyurmayın, şehzademizin sıhhati gayet yerinde.”

Kadının bitkin bakışları altında dönüp kapıya gitti ve nazikçe arkasından kapattı. Aynı yolu bir kez daha yürüyerek vav işaretli tuğlanın önüne geldi. Bu kez ağırdan almıştı çünkü yapılacak tüm işleri yapıp ihtiyaçlarını gidermişti. Vav işaretli tuğlayı bastırıp kapıyı açtı ve dışarıya açılan toprak yolda yürümeye koyuldu. Konağın dışına çıktığında derin bir nefes çekip ormana baktı. Nihayet bitmişti. Şimdi tek yapması gereken Osmanoğlunun içine saldığı zehrin yayılmasını zaman içinde seyretmekti.

1603-Konstantiniyye

“Selim gitti. Onu çocukluğumun bittiği ve ilk gençliğimi yaşadığım yerde, Saruhan’da kaybettim. Şehzadeler şehri Saruhan, Selim’imin kabri oldu. Şimdi ise Konstantiniyye’de, benim için hazırlanan türbede yatıyor.

Mahmud’un canını ise kendim aldım ve o kan bir daha hiç çıkmamak üzere elime bulaştı. Artık ölene kadar benimle. Tahta çıkarken hayallerim vardı. Atamın bana adımı verdiği büyük atama lâyık olacak, sancağımızı onların gittiği toprakların da ötesine taşıyacaktım. Olmadı. Şimdi geriye dönüp bakıyorum da; bütün ömrüm kendimi ifade edemeden, sadece validemin gölgesinde kalarak geçip gitti. Üstümdeki o gölge artık gözlerime indi, ömür mevsimlerinin sonuna geldim. Yaptıklarım kadar yapamadıklarım da pişmanlığım. O pişmanlıklar üstümde bir ağırlık olup belimi büktü.”

Topkapı’nın avlusunda, iki elini beline koyup ağır adımlarla ilerliyordun Sultan Mehmed-i Sâlîs. Saruhan’dan gelip, Sultan Murad’ın yerine tahta çıktığındaki genç Şehzade Mehmed’den geriye hiçbir şey kalmamıştı. Beli hafiften kamburlaşmış, gözlerinin feri sönüp altlarına morluklar yerleşmişti, saçlarını aklar basıp kilo almıştı. Bir adım kadar arkasından onu izleyen iki silahlı bostancı olduğu hâlde bastığı yerlere dikkat ederek yürüyordu. Hava da şansına bugün kapalıydı, birkaç gündür üst üste açık havalar olurken hep sarayda bulunmak mecburiyeti olmuş ama dışarı çıkmak istediği gün havanın kapanacağı tutmuştu. Durup başını kaldırdı, kararan bulutların toplandığı yerlere doğru dikkatle baktı. Yüzünü buruşturdu.

“Hayatımda bu havaya benziyor. Devleti Aliyye’nin havası da ben gelince kapandı. Belki de Allah, ölüm emrini verdiğim on dokuz kardeşimden sebep bunları bana müstahak gördü.”

Derin bir nefes alıp verdi, düşündükçe içini bir sıkıntı dolduruyordu. Kaftanının eteklerini çekiştirdi, baskı altındayken böyle yapardı. Gençliğinden kendisine miras kalmış bir davranış. Aralarda biraz biraz beyazlar görünen gür sakallarının altındaki gürbüz yüzü kırmızıya boyandı.

“Hünkârım dilerseniz içeriye geçelim. Rahatsızlanacaksınız.”

Sultan Mehmed arkasını dönmeden elini kaldırıp bostancıyı susturdu. Babasının zamanını hatırlıyordu da bir bostancı padişaha ıh bile diyemezdi. Şimdiyse tavsiye veriyordu, gerçi bütün bunlar babasının suçuydu ama kendisi de engelleyemediği için suçluydu. Daha neleri neleri yapamadığı için suç kendisinindi. Atalarının bıraktığı yerlerden sancağı alıp atını koşturacaktı. Bunu yapacak cesareti bile olmadı. Sarayında oturup sadece olan bitenleri seyretmek işine geldi. At sırtına bindiği tek meydan savaşını bile neredeyse kaybediyordu ki aşçıların kepçeleri sayesinde kazanmışlardı. On dokuz kardeşinin ölüm emrini verirken bile her şeyi değiştirme kudretine sahip olmasına rağmen adım atmaktan korkup geride durmuştu.

O günü çok iyi hatırlıyordu, hava tıpkı bugün serindi. Çiseleyip dinmiş olan yağmurun getirdiği toprak konuşun has odanın açık pencerelerinden içeriye giriyordu. O zamanlar daha bir heyecanlıydı. Babasının vefat haberi içinde bir hüzündü ama padişah olmanın sevinciyle de bir arada duruyordu. Biraz önce biat töreni yapılmış, herkes yeni hünkara sadakat sözü vermişti. Birkaç saat sonra Eyüp Sultan Hazretlerinin kabrini ziyaret edip, kendisinden önceki padişahları ziyaret edecek. Dua edip, saltanatının hayırlı olmasını isteyecekti. Gözleri ışıl ışılken üstündeki biat töreni kaftanını inceliyordu. Birden kapı çalındı, hiç düşünmeden doğrudan “Gir” dedi diğer tarafta bekleyenlere.

“Hünkarım, Şehzade Mustafa, Bâyezid, Selim ve Abdullah hazretleri geldiler. Sizinle görüşmek istiyorlar.” dedi başı eğik, ellerini önünde kavuşturmuş bir hâlde içeriye giren iç oğlanı.

“Gelsinler!” Birden içine bir karanlık düştü. Ne yapmak zorunda olduğunu hatırladı. Sevinci yeni duyduğu karanlığın altında ezildi. Gözleri kapıda beklerken şehzadeler birer birer içeri girdiler. Yaklaşıp yeni hünkârın eteğini öptükten sonra baş eğip, ellerini önlerinde kavuşturarak padişahın önünde sıralandılar. Sultan Mehmed rahat olmalarını salık vermek için sol elini ileriye uzatıp yukarı doğru kaldırdı.

“Saadetli tahtınız ve saltanatınız hayırlara vesile olsun…” Konuşan şehzadelerin en büyüğü olan Mustafa’ydı. Cümleye devam etmeden önce sağında yer alan kardeşlerine baktı. Mahzun mahzun ona bakıyorlardı. Mehmed de cümlenin devamını biliyor ama bekliyordu. “Yapmanız gerekeni biliyoruz, biz eskiden olduğu gibi saraydan dışarı adım atmayız. Sadece yaşamamıza izin verin, tahtta da saltanatta da hiçbirimizin gözü yok. Hayatlarımızı bağışlamanız için ricacı olmaya geldik.”

Dördü de tekrar baş eğip sessizce beklediler. Ancak Mehmed’in tek söyleyebildiği “Çıkabilirsiniz!” oldu. Dört şehzade birer birer dışarı çıkıp da has odanın yüksek kapıları arkalarından kapandığı Mehmed zor bela tuttuğu gözyaşlarını serbest bıraktı.

“Elimden hiçbir şey gelmezdi!” dedi Topkapı Sarayının avlusunda dururken. Düşünceleri yine bugüne geldiğinde avlunun kapısının köşesinde hırpani kılıkla durmakta olan genç bir kadın gördü. Muhtemelen kırklı yaşlarındaydı ama üzerindeki kıyafeti onu olduğundan çok daha yaşlı gösteriyordu. Kahverengi ve tüm vücudunu kapatan patates çuvalı gibi elbise vardı. Başlık şeklinde saçlarını örtüyor ve kadının boyu boyunca inerek ayak bileklerine kadar kapatıyordu.

“Kim bu?” dedi sağındaki kılıçlı bostancıya. Ama cevap alamadı. Kadın da onu görmüştü, o kılıksız çuval gibi giysinin arasında yeşil gözleri görünüyordu. Ona doğru yürürken, kadın da Mehmed’e doğru bir iki adım atıp orta yerde buluştular.

“Kimsin sen?”

“Ben haberciyim ve yalnızca bir elçiyim!”

“Ne? Kim aldı seni içeriye? Hemen söyle yoksa seni ikiye biçerim.”

“Gâfil olma.”

“Ne?” Mehmed’in yüzü buruştu, bir yandan da sinirleniyordu. Sarayına artık elini kolunu sallayan herkes girebiliyor muydu?

“Gâfil olma, padişahım! Ne saltanat ne de hazinen seni doksan gün sonra gelecek olan felaketten kurtarabilir!”

Mehmed dehşetle bir geri adım attı, kadının duruşu ve kılığı onu bir dilenci gibi gösteriyordu ama sesi ve konuşurken kullandığı ton onda daha fazlası olduğunu belli ediyordu.

“Ne felaketi? Falcı falan mısın sen? Böyle şeylere itibar etmem ben, fal şeytanın okudur.”

“Evet, öyle ama ben sana gaybı söylüyorum.”

“Gaybı da yalnız Allah bilir.”

Kadın rahat rahat gülümsedi, bu rahatlık Sultan Mehmed’i daha çok sinirlendirdi. Sağ elini kaldırıp kadını işaret etti.

“Bostancılar ne duruyorsunuz? Yakalayın şu hatunu, vurun başını! Sonra da cellat çeşmesine atın, ibret olsun! Kimse benimle böyle ileri geri konuşamaz!”

Sultan Mehmed’in solundaki bostancı seğirtip kadının kolunu tutarken padişah da yanındaki öteki bostancıyla birlikte içeriye doğru yürüdü. Kadın hâlâ arkasından bağırıyor, sesi boş avluda yankılanıyordu.

“Gâfil olma! Beni öldürsen de doksan gün sonra gelecek felaketinden kaçamazsın!”

Mehmed ona hiç aldırmadan çift kanatlı kapılara doğru yürüyüp içeri girdi. Bir yandan da bostancı askeri kadını çekiştirmeye devam ediyordu ama kadın zayıf görüntüsünün aksine epey güçlüydü. Tüm çekiştirmelerine rağmen yerinden ya kıpırdamıyor ya da bir adım hareket edip duruyordu.

“Sus ve gel hadi! Koskoca padişahı tehdit ediyorsun!”

Kadın başını kaldırıp, yamuk yumuk belini düzelterek dimdik durarak doğrudan doğruya bostancının gözlerinin içine baktı. Bostancı bir an gözlerine inanamadı, kadının gözbebekleri griyle beyaz arasında bir renge dönüşmüştü. Birkaç saniye içinde de tamamen beyazlaştı. Bostancının, kadının kolunu tutan eli gevşedi. Dehşet içinde geri adım atıp kadına bakakaldı.

“Biliyorum ama ben daha büyük bir otoriteye hizmet ediyorum!” Kadın üzerindeki patates çuvalı kılığını atınca beyaz, uzun saçları ortaya çıktı. Kendinden emin bir adım atıp sol elini adamın göğsüne koydu. Oradan çaprazlama bir şekilde kılıcına kaydı. Kılıfta duran adamın kılıcını alıp çekti, hiç zorlanmadan bostancının kafasını diklemesine ikiye biçti. İkiye bölünmüş baş boynuna bağlı şekilde omzunun üstünde kalırken adamın cansız bedeni yana doğru devrildi. Kadınsa bunu ifadesiz bürokratla izledikten sonra cesedi üzerinden aşıp oradan uzaklaştı. Duvarları bir zıplayışla aşmak onun için mesele değildi.

90 Gün Sonra

Sultan Mehmed has odada bulunan geniş yatağından ayrılamıyordu. Uzun süren mide rahatsızlıkları, kadını görmesinden üç gün sonra başlamıştı. İlk başta hafifti, etrafta dolaşabiliyordu ama zamanla durumu ağırlaşmış ve yatağa bağlı kalmıştı. Şimdi hekimler gidip geliyor, onu yalnız bırakmıyorlardı. Kadının haklı olduğunu anlamıştı ama artık çok geçti. Üstelik o kadın nasıl olduğunu bilmediği bir şekilde bostancısını şehit etmiş, onun başını ikiye bölmüştü. Kadından tek bir iz bile bulamamıştı. Sanki buhar olup gözden kaybolmuştu. Mehmed artık vaktinin dolduğunu anlamıştı, aylardır çektiği bu ağrılar elbet onu alıp buradan götürecekti. Yine de dini bütün bir adam olarak ölüm onun için Allah’a kavuşmak anlamına da geliyordu.

“Su!” diye inledi fısıldayarak. Başında bekleyen hekim yerinden kalkıp cam sürahiden bardağa boşaltıp, hastasını belinden tutup hafifçe doğrulttu. Küçük yudumlar hâlinde içirdikten sonra tekrar başını yastığa gömdü. Gece vakti has odada ikisi baş başaydı. Hekimler gündüz vakti gece vakti olarak dönüşümlü başında bekliyorlardı. Mehmed suyu içtikten sonra diliyle dudaklarını ıslattı. Cidden fena hâlde kurumuşlardı. Başının, bedeninin altında duran yastıklar yumuşak olmalıydı ama şimdi çivi gibi batıyorlardı. Sanki sırtını dikenlere yaslamıştı.

Sultan Mehmed gözlerini kapatıp, kesik kesik solurken kapıya vuruldu. Hükümdar cevap verecek durumda olmadığından kapının iki kanadı ardına kadar açıldı. Eşikte Safiye Sultan göründü. Çok genç bir yaşta anne olan bu kadın hâlâ çok gençti. Yaşını kesin olarak bilen yoktu ama anneliğine, görmüş geçirmişliğine rağmen oldukça güzel görünüyordu. Hekim oturduğu yerden kalkıp başını eğdi.

“Sultanım!” Gözlerini kadından kaçırdı çünkü bakması yasaktı. Sadece yatakta yatan padişaha bakıyordu. Kadının da yüzünü gizleyen bir peçe ve başını örten gece bir mavisi yaşmak vardı.

“Hünkârımız nasıl?”

“Sabit efendim, durumu değişmedi.”

“Sen kapıda bekle.”

Hekim başını yerden kaldırmadan açık kapıya doğru yürüdü, dışarı çıkınca kapı da arkasından kapandı. Safiye Sultan yatağa biraz daha yaklaşık bacaklarını kırarak başıyla selam verdi.

“Hünkârın!”

Mehmed onun pek farkında değildi. Safiye Sultan bir adım daha atıp baş ucuna geldi. Yatağın kenarına oturup oğlunun yanaklarını okşadı.

“Aslanım!” dediği anda gözyaşlarına boğuldu. Bir eli oğlunun yanağını okşarken ötekisi dizinin üstündeydi. Mehmed tepkisinde yatmaya devam ediyordu. Nefes alıp verişi ağır ama düzenliydi. Nefes alışları birden hızlandığında Safiye Sultan korkuya kapılarak elini çekti. Ama durmadı, aynı şekilde devam etti.

“Hekimbaşı! Bostancılar!”

Yatağın kenarından kalkıp, elleriyle iki yandan elbisesinin eteklerini tutup kapıya doğru bağırdı.

“Hekimbaşı! Bostancılar!”

Saniyeler içerisinde iki kez bağırmıştı. Kapılar açıldı ve az önce çıkan hekim yanında iki bostancıyla birlikte içeriye girdi.

“Soluğu hızlandı.”

Hekimbaşı telaşla yatağın yanına gittiğinde hızlı hızlı nefes alıp verdiğini gördü. Yatağın öteki ucundaki çantasına doğru seğirtirken birden padişahın nefesi kesildi. Bıçakla kesilirmiş gibi aniden o hızlı soluklanma kesilmişti.

“Ne oldu?” diye bağırdı Safiye Sultan, her zaman soğukkanlılığını muhafaza edebilen o ketum kadın ilk defa bağırmıştı.

“Bilmiyorum, Sultanım.” Adam hızla yatağın başına varıp padişahın yüzüne eğildi. Sol kulağını kalbinin olduğu göğsüne koyup dinlemeye koyuldu ama hiçbir kıpırtı yoktu. Bekledi, bekledi ama hiçbir hareket olmayınca yanındaki gümüş aynayı çıkardı cebinden. Nefesini kontrol etmek için gür sakallarıyla ve ince bıyıkları arasında sıkışıp kalmış olan ağzına tuttu. Buğu oluşmuyordu, artık yenilgiyi kabul etmek lâzımdı. Doğrulup Valide Sultana baktı.

“Hünkârımız Dar’ül Bekâ’ya avdet ettiler sultanım.”

Safiye Sultan şaşkın şaşkın birkaç saniye baktıktan sonra bir adımla yatağın yanı başına vardı. Bağıra bağıra ağlamasıyla birlikte cenazenin yanında diz çöktü. Sultan Mehmed-i Sâlîs dönemi kapanmıştı.

Emrecan Doğan

13 Ağustos 1996’da İstanbul’da doğdum. Halen Medeniyet Üniversitesi’nde Türk Dili ve Edebiyatı okuyorum. Daha önce Kayıp Rıhtım forumunda ve Aylık Öykü Seçkisi içerisinde yer aldım. Gölge E-Dergi, Bilimkurgu Kulübü, Genç Yazı ve Pejmürde Dergisi bünyesinde gerçekleştirilen Ortak Hikâye projesi gibi elektronik platformlarda ve basılı olarak da Adı Yok dergisinin 75. sayısında yazılarım yayımlandı. Yaklaşık olarak 12 yaşımdan beri yazıyorum.