Öykü

Ä°stiklal’in Son Åžefi

İhtiyar elleri titriyordu… Artık genç sayılmazdı. Bir flüte bağlı sürdürdüğü hayat mücadelesinde bu eller onu yarı yolda bırakıyordu.

Kaşığı, bu titrek ellerde son kez yön buldu. Tabakta artakalan birkaç fasulye tanesi ile buluştu. Henüz lokmasını yeni ağzına atmıştı ki, dükkânın köşesine sinmiş onu takip eden çocuk yıldırım gibi atıldı masaya!

Çocuğa baktı ihtiyarın gözleri. Bu çocuk ki hareketi ancak cesede tüneyen bir akbabayla benzeşirdi. Genç eller yaşlı adamın önündeki tabağı kaptığı gibi uzaklaştı masadan. Belki bir Türkmen yahut bir Özbek diye geçirdi içinden. Ne fark ederdi ki? Sadece kendi gibi… Sadece ekmeğinin peşinde bir sonraki müşteriyi ve birkaç kuruş bahşişi bekleyen bir göçmen. Zamana, güneşe ve rüzgâra saygı duymayan diğerleri gibi…

Çocuk şimdi aynı çeviklikle önüne bir çay getirmiş, bir de kutu bırakmıştı. Tabuta benzeyen ve içerisinde küçük bir kâğıda yazılmış hesabı barındıran. Yaşlı adam bardağı kavradı. Sıcak bardağı kendine doğru yaklaştırırken gözleri, çocuktan ayrılıp camdan dışarıya, sokakta koşuşturup duran insanlara kenetlenmişti. İnsanlar, tıpkı diğerleri gibi… Kendilerine ait saydıkları bu dünyada zamana, suya ve toprağa saygı duymadan koşuşturan insanlar…

O insan kalabalığı arasında hayal meyal bir küçük çalı topağı belirdi! Küçük çalı parçası sokakta bir uçtan bir uca yuvalanırken yaşlı adamın gözlerinde yaşlar birikti. Ve yaşlı adamın yaşlı gözlerinde bu çalı parçasıyla birlikte yollar, binalar, hesaplar silindi. O artık atalarının olduğu yerdeydi… Büyük büyük büyükbabasının doğduğu topraklarda!

Dört bir yandan geliyordu beyaz adam. Acımadan, gözü dönmüş bir biçimde. Büyük büyük büyükbaba bir şefti! Oğlu olan büyük büyükbaba da! Direniyordu tepelerde ve çöllerde, önce İngiliz ve Fransız sonra Amerika adını verdikleri düşmana karşı. Tanık oluyordu ilk defa, beyaz adamın çetrefilli oyunlarına. Dost oluyordu İngiliz’e karşı Fransız, Amerika’ya karşı kabilelerle. Ama ne yapsa başaramıyordu şef. Birleşerek sahip oluyordu bu Amerika dedikleri şey toprağa. Oysa büyük büyük büyükbaba için toprak sahipsizdi, hava ve gece gibi… Beyaz adam öğretmişti tırpanı ve mülkiyeti. Beyaz adam öğretmişti parayı. Beyaz adam, ateş suyunu ve savaşı getirmişti!

Kaçtılar ve kovalandılar… Bir bir kırıldı kabileler kıtanın çöllerinde. İşte bu bitmek bilmez kovalamacanın içinde bir sabah, ki çok fena bir sabahtı, akbabalar büyük büyükbabayı sardı. Tepelerde belirdi Amerikan süvarisi ve daha ne olup bitiğini anlayamamışken saldırıp yok etti şefin kabilesini.

Büyük büyükbaba bu baskıdan zor kurtardı canını. Kendisi ağır yaralı, kucağında kurtarabildiği tek çocuğu yorgun bir atın üzerinde kaçtılar batıya doğru.

Büyük büyükbaba ölmeden önce bir ailenin yanına sığındı. Merhametli ve iyi yürekli bir aileydi bu aile. Bu ailenin efendisi, büyük büyükbabayı himaye etti. Lakin kalıcı değillerdi. Doğuya ülkelerine döneceklerdi. Bir gece ruhu yükselmeden göğe yalvardı şef, yalvardı aile efendisine, tek oğlu olan büyük büyükbabayı da yanlarında götürsünler diye.

Sene 1877 idi… Gemilerden biri güzel bir limana geldi. Büyükbaba efendinin hanımının kucağında işte bu gemiden Avrupa’ya indi. Babası ve atalarının başına gelenleri Avrupa’dayken öğrendi.

Büyükbaba ailenin yanında kaldı yıllarca. Çalıştı ve bir işçi olarak kullanıldı ailenin konağında. Ancak bir gece beyaz adam bastı, ailenin konağını. Öğrenmişti büyükbaba, iki aile arasında yıllara dayanan bir husumet vardı. Husumet efendinin dönmesiyle yeniden dirilmişti! Bir gün efendi evde yokken basılınca konak, büyükbabaya düştü aileyi korumak. Ve o an geldiğinde tereddüt etmedi elleri. Bıçak kanlanmış, düşman yere serilmişti. Birkaç saat sonra haber çarşıdayken geldi. Fırladı yerinden efendi ve eve vardığı gibi öğrendi olanı biteni. Karısı ve çocuğu adına şükranlarını sundu büyükbabaya. Teşekkür etti. Ancak daha büyük bir sıkıntı vardı şimdi! Kendi canını koruyacaksa şef, bu toprakların kanunu bir köleye yaşam hakkı vermezdi. Efendi iyiliği karşısında azat etti şefi. Cebine bir bilet biraz da para yerleştirdi ve artık özgürsün, kaç dedi. Büyükbaba İngiliz limanlarından minareli şehre işte böyle geldi.

İstanbul’a…

Kimsenin dilini bilmediği herkesin birbirine karıştığı bir yerdeydi. Seyahat yormuş, olanı biteni ve ceptekini tüketmişti. Büyükbaba burada bir ailenin yanına girmek istedi ancak beceremedi. Şehirde parasız ve damsız kalınca şef, bir sene limanın yanındaki çöplükte çöp karıştırmakla geçti.

Bir gün bir adam geldi ÅŸefin yanına. Tekmeleyerek uyandırdı onu. Adam ki yük taşıtacak birini isterdi. Bir hamal lazımdı ona, ÅŸef kuvvetli bir adamdı… Böylece doÄŸruldu yerinden büyükbaba ve iÅŸte böyle iÅŸe baÅŸladı…

Günler dönüştükçe aylara önce birkaç kuruş sonra birkaç daha… Sonunda yeniden tutundu büyükbaba yaşama. Yalnız üç beş kuruşla geçmedi günler. Bir de eş buldu kendine şef, kendi gibi bir hamalın kızından. Kurdun uluyup, kartalların uçtuğu, göklere şükran sunduğu, atalara ait eski ruhlarının kutsadığı tepeler yerine, Tarlabaşı’nda tek göz bir hanede sevişti. Üstü kapalı, duvarları rutubetli…

Şef büyük babanın oğlu baba işte bu odada doğdu. Şefin oğlunun doğduğu gün kader bu ya İstanbul sokaklarında bir uğultudur koptu. Bir çeşit harpti bu kopan uğultu. Açgözlü beyaz adamın, beyaz adamla savaştığı…

Tıpkı yıllar öncesinde Amerika’da olduğu gibi gelmişti beyaz adam yine. Kırmızı ceketliler ve mavi ceketliler bir olmuş, yaşlı hasta kurdu ininde bulmuştu. Büyükbaba zorunluydu gitmeye. Gitmeye ve savaşa girmeye. Zorunluydu çünkü ancak o bilirdi… İngiliz’in Fransız’ın işgal ettiği toprakların hikâyesini, babasının yaralarını efendiden dinlemişti! En iyi o bilirdi, o bilirdi Türkler’den önce ruh ne olurdu vatan gitti mi? Hiç düşünmeden yazıldı orduya. Atalarının intikamını alacak, doğmamış çocukları koruyacaktı. Beyaz adama karşı Gelibolu denen yere gönderildi…

İlk defa gördüğü bu yeri atalarının topraklarına benzetti. Demek o da ataları ve babası gibi koruyacaktı tepeleri. Ancak zamanın atlarına, hücum boruları ve tüfeklerine kafa tutan ataları, onu koca koca yüzen demirlerin, patlayan oklarından koruyamadı. Göçüp gitti ruhu, kayboldu Gelibolu sonsuzluğunda. Atalarının yattığı topraktan uzakta, karıştı göğün sonsuzluğuna. Ve haber ateş olarak düştü Tarlabaşı’nda bir haneye daha… Henüz bir yaşına basmamışken baba, öksüz kalmıştı.

Büyükbaba göçüp gidince baba yeni şef oldu daha beşikte. Şef çaresiz, anası çaresiz… Anne unuttu acısını, çocuğu çalıştı. Her sabah güneşten önce kalkıp, ay çökerken yattı. Sırtında baba, sırtında küçük şef, kırlarda topladığı çiçekleri limana çıkan askerlere sattı. Bazen bir ev sildi, bazen dilendi… Ne yapıp ne edip şefi büyüttü.

Gün gelip de ÅŸef iki ayak üstüne dikilince sahip çıktı kocamış anasına. Devraldı yükü çalışmaya baÅŸladı… Bir bıçağı vardı. Ata mirası… Bir de flüt… Büyük büyük büyükbabadan kalma, iki hatıra… Kaçarken getirilmiÅŸ gizli saklı bir çaputta, sürgün yılları boyunca geçip durdu hep babadan oÄŸula! Annesi bu babanındır diye verince babaya, ÅŸef de yapacağı iÅŸi bulmuÅŸtu. Gündüzleri tıpkı babası büyükbaba gibi BeyoÄŸlu, Galata, Eminönü yük çekip durdu. Beylere efendilere hamallık etti. Geceleri ise kendine bir kumpanya buldu. Böylece gündüzlerin yük yorgunu, geceleri sahnelerde büyük ÅŸef oldu. Bıçak attı kütük üstü elmaya ve flüt çaldı, üç beÅŸ sarhoÅŸ hanımla birkaç zengin adama…

Tarlabaşı’nda küçük bir hanede yıllar böyle geçip durdu… İhtiyar adam da babası gibi işte bu hanede doğdu. Türlü hikâyenin içinde acılar acıları kovaladı durdu. Baba yaşlanıp beli büküldüğünde bu defa yol oğulun oldu. Zaman su gibi aktı. Kabile öykülerine bambaşka kabilelerin öyküleri karıştı. Tarlabaşı’nın sefil konakları beyaz adamlardan kaçanlarla doldu taştı…

İhtiyar adamın gözlerini kenetlediği camda, çalı bir tur daha yuvarlandı. Bir tur ve bir tur daha! Sonunda ufala ufala karşı kaldırıma ulaştı. Çalı topağı yaşaran gözlerde öylesine ufaldı ki sonunda file çoraplı, kırmızı topuklu kadının ayağına bir toz zerresi olarak ezildi… Geçmişin izleri, ayaklar altında ezilip gitti…

Yaşlı adam titrek elinde tuttuğu bardağı yerine bıraktı. Gözleri yeniden camdan ayrılıp önündeki kutuya kaydı. Tabuta benzer bu şeyin kapağını aralayıp, içine üç beş kâğıt para bıraktı. Biliyordu, tabut kapanmadan akbaba yeniden masanın başında olacaktı!

Akbaba tünedi…

Yavaşça doğruldu ihtiyar adam yerinden. Yanda duran sandalyeye bıraktığı savaş başlığını aldı. Binlerce kartal tüyünün çerçevelediği başlık yeniden yerini aldı. Şef, lokantadan çıktı. Sokağı geçip, ana caddeye çıkınca yorgun ayakları yürüdü cadde boyunca. Ve kendince uygun bir yer bulunca yığılır gibi yaslandı duvara. Cebinden eski, tahta bir flüt çıkardı. Babasından kalma bir flüt. Ve yine babasının ona öğrettiği şekilde; ne güneşi, ne ayı, ne de esen rüzgârı onurlandırmak için… Sadece ama sadece karnını doyurabilmek için atalarının doğduğu topraklardan çok ama çok uzakta, yine atalarından kalma eski bir ezgiyi çalmaya başladı İstiklal’in son şefi! Beyaz adamların birbirine karıştığı yolda…

Erce Emekli

1987 yılında Ankara’da bankacı bir anne ve mühendis bir babanın oğlu olarak doğdum. Çocukluk dönemimde köy enstitüleri mezunu, eğitmen bir anneanne ve müfettiş bir dede tarafından yetiştirildim. Genellikle ortaokul yıllarına kadar 90 yılların televizyon kültürü ile büyüdüm. Ortaokul yıllarında Türkçe dersi öğretmenimin zorunlu olarak olarak yaptığı okuma derslerinde J.R.R. Tolkien’in eserleriyle tanıştım. O zamandan itibaren de fantastik kurgu kitapları hayatımın ayrılmaz bir parçası oldu. Bu kitapları daha sonra bilim kurgu, korku ve tarih kitapları takip etti. Özellikle J.R.R. Tolkien ve H.P. Lovecraft’ı akıl hocalarım olarak görüyorum ve hayallerimibu iki güzel insana borçluyum.