Öykü

Konak

Konak… Konak… Konaklar… Sokaklar, caddeler binlerce konakla doluydu. Devasa yaban arılarının yumurtalarını bırakmak için kullandıkları insan bedenlerine deniyordu konak. Dünya Salgınla Mücadele Komitesi vermişti bu ismi onlara. İnsanı deliliğe sürekleyen o günden bu yana milyonlarca kez gerçekleşen bu korkunç olayın yaşandığı bedenlere veriliyordu bu isim. Her şey nükleer bir sızıntının insanın hayal dünyasında bile canlandıramayacağı bir kıyameti yaşamasına sebep olan katalizör olmasıyla başlamıştı.

Nükleer sızıntının yaşandığı Asya’daki santralin yakınlarındaki yaban arısı kolonileri, radyoaktif maddelere direnç gösteren bir bağışıklık geliştirip durumu lehlerine çevirerek metabolizmalarının salgıladıkları büyüme hormonlarıyla devasa boyutlara ulaşmışlardı. Büyüyen beyinleri, şeytani zekayı da beraberinde getirmişti. Eskiden insanlarla lebalep olan koca binalar, artık devasa kovanlar hâline gelmişti. Şehirler, yaban arılarınca parsellenmişti. Bu büyüme, çoğalmalarında kullandıkları yöntemi ise değiştirmemişti. Sadece yumurtalarını ve onların içinden çıkacak olan larvalarını bırakacakları konakları değiştirmişlerdi. Ve hedefleri de insanlar olmuştu.

Süper volkanlar, salgınlar, gök taşları, güneşte meydana gelebilecek büyük bir patlama, hemen yanı başımızda belirebilecek bir karadelik… İnsanoğlu tüm bu ihtimalleri aklına getirip kıyamet günü senaryoları yazsa da aklının ucundan sonlarını getiren şeyin radyoaktivite ile devasa boyutlara ulaşan yaban arılarının konakları olacaklarını geçirmemişlerdi. Asya’da başlayan bu süreç, Afrika, Pasifik adaları ve sonra tüm dünyaya yayıldı.

Kocaman iğneleriyle yakaladıkları insanları batın bölgesinden sokarak yumutlarını bıraktılar ilkin. Bu iğnedeki özel salgılar önce konağı felç etti. Sonra da onun beynini istedikleri şekilde yönlendirmelerine izin verdi. Avlarının kanlarını emdikten sonra kollarını ve bacaklarını yiyip moloz yığını hâline getirdikleri yapıların içine hapsederek yumurtalarını içlerine zerk ettiler.

Maruz kaldıkları özel salgılardan dolayı insanlar kaçmaya yeltenmek bir yana akıllarından bile geçirmediler bunu. İçlerinde yumurtalarından çıkan larvalar, onları canlı canlı yerken çığlık atmak bir yana ufacık bir inilti bile duyulmadı dudaklarından. Larvalar ilkin karınlardan çıkıp bacak aralarında bir koza ördüler. Erginliğe ulaşınca konaklarını terk ederek tıpkı ebeveynleri gibi bir insan kurban bularak üremek için dünyayı istila hareketine katıldılar.

Tüm şehirler birer yaban arısı kovanına döndü. Yeraltına çekilen insan, kanalizasyon sistemini kullanarak etkileşimde ve iletişimde kalıp yaşam mücadelesi ve hayatta kalma savaşı vermeye başladı. Fakat kayıplar her geçen gün arttıkça savunmadan saldırıya geçme fikri koloniler arasında hızla yayıldı. Sonunda oylamaya sunularak bir harekat planı hazırlanıp bir suikast timi kuruldu. Hedef, tüm bu istilayı yöneten kraliçe yaban arısını öldürüp düşmanı bozguna uğratarak karşı saldırıya geçmekti.

Gün batımı yaklaşırken, şehrin üzerinde ince bir sis tabakası oluşmuştu. Cadde lambalarının titrek ışığında, gölgeler daha da karanlık görünüyordu. Ekip, son hazırlıklarını yaparak devasa yaban arılarının hâkim olduğu şehir merkezine doğru sessizce ilerliyordu. Her biri, özel olarak hazırlanmış serumlarla güçlendirilmişti. Bu serumlar, yaban arılarının felç edici iğnelerine karşı tam bir koruma sağlıyordu. Ancak bu koruma bile, içlerindeki korkuyu tamamen silemiyordu.

Ekibin lideri Yüzbaşı Bengü, elindeki haritayı dikkatle inceledi. Kraliçe arının bulunduğu nokta, haritanın tam ortasında konumlandırılmıştı. Hedefi kolayca bulmaları için çevredeki diğer belirteçler belirgin bir şekilde işlenmiş haritaya. Yıllardır yaban arılarıyla süregelen mücadelede, kraliçeyi öldürmek en büyük hedefleri olmuştu. Başka seçenek kalmamıştı. Tüm yaban arısı ordularını yöneten karargâh burasıydı ve kraliçe arı, bu karargâhın patronuydu. Yüzbaşı Bengü, kahverengi badem gözlerini ekibin diğer üyelerine dikti ve sessizce işaret verdi. Hedefe yönelik son yolculuk başlamıştı.

İlk köşe dönüşünde, ekip birden durdu. Birkaç devasa yaban arısı, caddede devriye geziyordu. Karanlıkta parlayan gözleri ve korkutucu vızıltıları, ekipteki herkesin tüylerini diken diken etti. Yüzbaşı Bengü, sessizce ekibin iki üyesine işaret etti. Çavuş Murat ve Onbaşı Ayşe, dikkatlice ilerleyerek yaban arılarını pusuya düşürdüler. Aniden yapılan saldırıyla yaban arıları, neye uğradıklarını anlamadan etkisiz hâle getirildiler.

Ekip, yavaş ama kararlı adımlarla şehir merkezindeki karargâha doğru ilerliyordu. Her köşe başında, her gölgede yeni bir tehlike olabilirdi. Ancak herkesin içinde aynı kararlılık vardı: Kraliçe arıyı öldürmek ve önce tüm şehri, sonra da diğer milletlerle birlikte tüm dünyayı bu terörden kurtarmak.

Bir süre sonra ekip, merkezdeki büyük binaya ulaştı. Burası, kraliçe arının yuvasıydı. Binanın içi, devasa yaban arılarının yuvalarıyla doluydu. Yüzbaşı Bengü, ekibine son bir kez dönerek baktı; önden içeri girmelerini ve çevreyi kolaçan etmelerini işaret etti. Birkaç sektörü kontrol eden askerlerden ‘temiz’ fısıltılarını duydu kulaklığında. Fakat ilerledikçe durum biraz değişti.

Binanın içinde, muhafız yaban arıları her yerdelerdi. Fakat tüm ekip, dikkatlice ilerleyerek kraliçenin odasına ulaşmayı başardı. Kraliçe arı, devasa boyutları ve korkutucu görkemiyle, onları bekliyordu. Yüzbaşı Bengü, lazer güdümlü silahını kaldırdı ve kraliçeye doğru nişan aldı. Tam o anda, devasa bir yaban arısı ona doğru saldırıya geçti. Hızlı bir hareketle onu etkisiz hâle getirdi ve tekrar kraliçeye yöneldi. Ekip üyeleri, silah sesiyle çevrelerine üşüşen yaban arılarıyla çatışırken Yüzbaşı Bengü, son bir hamleyle kraliçe arıyı vurmayı başardı.

Kraliçe arı, bu saldırıdan orta düzeyde bir yara ile kurtulup karargâh yuvasından kaçarken Yüzbaşı Bengü ve ekibi, muhafız yaban arılarıyla çatışmaya devam ediyordu. Fakat sayıları her dakika arttığından ekipten Çavuş Murat’a son çareye başvurmak üzere emir vermek zorunda kaldı.

“Şu lazer güdümlü füze sistemini çalıştır, hemen!”

Çavuş, kendine emredildiği üzere sırtında taşıdığı paneli indirip anahtarını çevirerek lazer sistemini aktif hâle getirdi. Bulundukları karargâh yuvasını işaretleyip ateşleme tuşuna bastı. Önceden konumlandırdıkları mevziden yola çıkan lazer güdümlü füze hedefe kilitlendi. Yüzbaşı Bengü, “Hemen çıkalım buradan,” emrini verir vermez çatışmaya devam ederek geri çekildiler. Füze, karargâh binasına isabet ettiğinde devasa bir patlama meydana geldi. Kraliçenin yuvası büyük bir gürültüyle yerle bir oldu.

Ancak patlamanın ardından, yıkıntılar arasında hareket eden devasa bir gölge belirdi. Kraliçe arı, mucizevi bir şekilde kaçmayı başarmıştı. Yüzbaşı Bengü ve ekibi de son anda binadan çıkmayı başarmıştı. Kraliçeyi gözden kaybetmemek için hemen peşine düştüler. Dar sokaklarda ve yıkıntılar arasında kraliçe arının izini sürdüler.

Kraliçeyi koruyan birkaç muhafız yaban arısı, onlara saldırmak için pusu kurmuştu caddenin ilerisinde. İlk saldırı aniden geldi; devasa arılar, iğnelerini acımasızca savuruyorlardı. Çavuş Murat, bazukasını çekti ve bir tanesini havaya uçurdu. Onbaşı Ayşe, hızlıca lazer güdümlü silahını ateşleyerek diğerlerini etkisiz hâle getirdi. Ancak bu sırada, ekibin genç üyesi Cem, devasa bir yaban arısının iğnesiyle vuruldu ve yere yığıldı. Yüzbaşı Bengü, durumu fark edip hemen yanına koştu. Serum sayesinde felç geçirmemişti. Fakat iğne akciğerlerine isabet ettiğinden kan kusuyordu ve son nefesini vermesi çok sürmedi. Artık onun için yapacak bir şey yoktu.

Kraliçe arının son muhafızları da düştüğünde, ekip iyice yorgun ve yaralı hâldeydi. Ancak kararlılıklarından ödün vermemişlerdi. Yüzbaşı Bengü, gözlerini kraliçe arıya dikti. “Bu sefer kaçış yok,” diye fısıldadı kendi kendine. Lazer güdümlü füze sistemini tekrar hazırlattı Çavuş Murat’a. Kraliçe arı, son bir kez onları süzdü; onlara tehdit dolu bakışlar fırlatıyordu. Devasa iğnesini çıkararak üzerlerine hızlıca uçmaya başladı. Nitekim kaçacak gücü ve yeri kalmamıştı. Üstelik yaralıydı ve bu onu daha da yorgun düşürmüştü. Son şansını denemek istediği anlaşılıyordu.

Çavuş Murat, sistemi yeniden çalıştırdı. O sırada Yüzbaşı Bengü ve kraliçe arı, amansız bir kavgaya tutuşmuştu. Yüzbaşı, silahını düşürmüştü. Kraliçe arının iğne darbelerinden akrobatik hareketlerle sıyrılıyordu. Fakat her hâlinden iyice yorulduğu belliydi. Füze bir an önce gelmeliydi. Biraz sonra mevziden ateşlenen füze kraliçe arıyı, büyük bir patlamayla yok etti. Öyle ki iğnesi tam yüzbaşıya batmak üzereydi. Patlamayla etrafa saçılan et parçalarından iki kolunu ve elini yüzüne siper edip yere kapaklanarak kurtulan Yüzbaşı Bengü, bir süre yerde öylece yattı. Onun yok oluşu ve çevreye yayılan kulak çınlatan birkaç dakikadan sonra geriye sadece derin bir sessizlik kaldı. Sonra da başını kaldırıp Çavuş Murat’a minnettar dolu bir bakış fırlatarak zafer işareti yaptı.

Kraliçe arının ölümünün ardından ekip, yavaşça toparlanmaya başladı. Yüzbaşı Bengü ve ekibi, zaferin getirdiği sarhoşlukla çılgınlar gibi çığlıklar atarken ve tam her şeyin bittiğini düşündükleri anda, gökyüzünde yeniden korkutucu bir uğultu duyuldu. Karanlık bulutlar gibi gelen diğer yaban arıları, kraliçenin ölümünün intikamını almak için saldırı bölgesine akın etmeye başlamıştı.

Ekip, bu yeni tehdit karşısında hemen pozisyon aldı. Çavuş Murat, sırtındaki bazukayı tekrar doldurdu ve ekibin kalanı, lazer güdümlü silahlarını doldurarak hazır hâle getirdi. Ancak yorgun ve yaralıydılar. Fakat aynı zamanda inançlıydılar da. Öncü yaban arıları, hızla üzerlerine geliyordu. İlk dalga saldırıya geçtiğinde, ekip kendini savunmaya çalıştı. Ancak sayıca fazlaydılar ve ekibin gücü de tükenmek üzereydi.

İçlerinden birkaçı bu çatışmada yaşamını yitirdi. Moral güçleri düşmeye ve umutsuzca geri çekilmeye başladıkları anda uzaklardan bir dizi patlama sesi duyuldu. Yüzbaşı Bengü, başını kaldırıp baktığında, ekibin yardımına koşan Kurtuluş Ordusu’nun geldiğini gördü. Ordu, tam zamanında yetişmişti. Biraz daha gecikseler, Er Cem ile aynı kaderi paylaşmaları işten bile değildi. Tam teçhizatlı ordu üyeleri, yaban arılarıyla çetin bir savaşa giriştiler. Yüzbaşı Bengü ve ekibi de yılgınlıklarını üzerlerinden atıp yeniden moral buldu ve onlara nefes olan orduya katılarak savaşmaya devam ettiler.

Çatışma, saatlerce sürdü. Her iki taraf da büyük kayıplar verdi. Yaban arıları, kraliçelerinin intikamını almak için acımasızca savaşıyor, Kurtuluş Ordusu ve ekip ise şehri ve geleceklerini savunmak için ellerinden geleni yapıyordu. Patlamalar, silah sesleri ve yaban arılarının korkutucu vızıltıları tüm çevreyi doldurdu.

Savaşın sonunda, her iki ordu da tükenmişti. Yaban arılarının sayısı azalmış, Kurtuluş Ordusu’nun askerleri ise büyük kayıplar vermişti. Birkaç saat sonra ise her şey süt limandı. Konaklar, moloz yığını hâline gelen binalar, kayıplar vererek çekilen yaban arısı ordusu… Sabaha karşı kazanılmış ilk zafer…

Ancak, savaş henüz yeni başlıyordu. Yaban arıları, tamamen yok olmuş değildi. Şehrin ve dünyanın kalanının geleceği hâlâ belirsizdi. Yüzbaşı Bengü, gözlerini ufka dikti ve derin bir nefes aldı. “Bu sadece başlangıç ,” diye düşündü. “Ama biz buradayız, yaşadığımız sürece savaşmaya devam edeceğiz.”

Ekibinden kalanları toplayarak yavaşça karargâha doğru çekmeye başladı. Kurtuluş Ordusu’nun komutanı Binbaşı Alpay, bu ricar sırasında onun yanına gelerek omzuna dokundu. “Bu savaşı kazandık, senin ve ekibinin fedakârlıklarıyla,” dedi. “Ama yarın ne getirecek, bilmiyoruz. Hazır olmalıyız.”

“Biz, her daim göreve hazırız komutanım,” diyerek selam verdi Yüzbaşı Bengü. Şehrin üzerinde kara bulutlar hâlâ dolanıyordu, ancak herkesin içinde bir umut ışığı da belirmişti. Çünkü uzun yıllar sonra yaban arılarını alt etmeyi başarmıştı insanlık. Belki de bu onlar için sonun başlangıcıydı.

Güneş, yavaşça ufuktan yükselirken, şehir yeni bir güne uyanıyordu. Savaşın izleri her yerdeydi. Doğan güneş ve yeni gün, daha büyük bir mücadelenin habercisiydi. Yüzbaşı Bengü, son bir kez savaş alanına bakarak derin bir nefes aldı ve geleceğin ona neler getireceğini geçirdi aklından. İnsanoğlu, artık yaban arılarının konağı olmayacaktı. Onları yeryüzünden silmeden hiçbir insan ferdine rahat yüzü yoktu. Yarının ne getireceğini ise sadece Tanrı bilebilirdi.

Bünyamin Tan