Şöminedeki ateşin yaydığı sıcaklık, sonbahar gecesinin keskin soğuğuyla çarpışıyordu. Odadaki yaverlerden biri kucağında taşıdığı dal parçalarını yanmakta olan ateşin içine attı.İçerisinde bulundukları taş duvarların arasında adı konulamayan bir hava hakimdi. Buna belki huzursuzluk diyebilirdiniz. Belki de bekleyiş. Hatta ikisini birden söyleyebilirdiniz. Ancak işin doğrusu, odada bilinmezlik vardı. Yanan ateşten süzülen dumanlar kadar siyah, zamansız ölümün soğuğu kadar sert bir bilinmezlik.
Tahta zemin üzerinde deri çizmelerle atılan adımların gıcırtısı geceyi böldü. Odanın ortasındaki meşe masanın etrafında oturmuş adamlar konuşmalarını yarıda kesip, başlarını beklenti ile kaldırdılar ve gelenin kim olduğuna baktılar. Ürkek adımlarla masaya doğru ilerleyen çelimsiz çocuk, henüz 13-14 yaşlarındaydı. Elinde tuttuğu notu, sanki tüm savaşın kaderini değiştirebilecek öneme sahip bir belgeymişçesine sıkıyordu. Masaya vardı ve saygıyla başını öne eğip notu diğerlerinin ortasında oturmuş olan adama uzattı. Adam, çocuğun yüzüne bakmadan, eliyle gidebilirsin anlamına gelen belli belirsiz bir hareket yaptı. Zaman nezaket ve formalite için fazlasıyla karanlıktı.
Savaş, yavaş yavaş kaybedilmişti. Önce uzak şehirler düşmüştü. Ardından daha yakındakiler. Bazıları düşmanla iş birliği yapmıştı; bazılarıysa hiç direnmeden teslim olmuşlardı. Kral’ın beklenmedik bir şekilde öldürülmesi ise parçalanmayı hızlandırmıştı. Çöküş kaçınılmazdı ama Kraliyet’in hala birçok müttefiği vardı. Açık Deniz’in ötesindeki Ferea gibi. Ferea, Kraliyet’e her zaman mesafeli kalmıştı. Fakat söylenildiği üzere, zaman fazlasıyla karanlıktı. Böylece, umutlar başkent için sönse bile, tahtın tek varisinin gizlice kuşatmanın dışına çıkartılmasını ve Açık Deniz’in ötesindeki güvenli topraklara gönderilmesini planlamışlardı.
Sör Edgar, savaştan önce Kral’ın sağ koluydu. Krallıkta bir askerin ulaşabileceği en saygın mevkiideydi. Hem askeri kanadın başıydı; hem Kral’ın danışmanlarından biri; hem de Kral’ın özel koruması. Ama tüm sıfatlarından önemlisi, Sör Edgar Kral’ın iyi bir dostuydu. Kendini böyle tanımlamayı daha doğru buluyordu. Onu özkardeşi gibi severdi. Ailesini ise kendi ailesi gibi. Oysa aynı kanı taşıdığı ailesini asla tanıyamamıştı. Terchia’nın kuzeyinde, Kraliyet Muhafızlarınca bulunmuş bir öksüzdü. Birkaç saniye aklından geçen geçmişin sıcak anılarının, damarlarında taşınan kanmışçasına vücuduna yayılmasına ve kalbini ısıtmasına izin vermedi. Başarısız olmuştu. Suçlu bulunmayı hak ediyordu. Ölmeyi de. Yapabileceği hiçbir şey olmadığını bilse bile başarısız olduğu gerçeği hedefsiz bir ok gibi vücuduna saplanmıştı. Söküp atamadığı bir ok. Söylendiği üzere, zaman fazlasıyla karanlıktı. Savaş dönemlerinin tüm acımasızlığı ve kuraldışılığı oluk oluk Krallığın üzerine akıyordu. Her şeye rağmen bir zamanlar Kral’ı olan; bundan da öte dostu olan adam için hizmet etmeye devam etmeliydi.
Sör Edgar henüz küçücük bir çocukken babası ona; bir askeri ayırt etmenin en kolay yolunun, ne savaş yaralarını görmekten ne de gözlerindeki merhametsizliği yakalamaya çalışmaktan geçtiğini söylemişti. Aksine bir askerin tırnaklarına bakmak gerekir demişti babası. Nasıl ki bir demircinin parmakları isle siyahlaşırsa; bir askerin tırnakları da kanla kirlenir.
Savaşın hırıltılı nefesini defalarca ensesinde hissetmiş olan Sör Edgar da, kan lekeli tırnaklarıyla kendisine uzatılan notu açtı. Not oldukça kısaydı; aceleyle yazıldığı belli oluyordu. Sör Edgar notu önce içinden, ardından masadaki diğerlerinin de duyması için sesli bir şekilde okudu:
“Ötüyordu kuşlar farkında olmadan. Aktı dereler vadilerden. Gün doğduğunda kapandı gri bulutlar. Karanlık Orman’ın içinden geçerken.”
“Fark edilmeden çıkmışlar. Kuşatmanın içinden geçmeleri de problem olmamış.” Sesinde gizleyemediği bir şaşkınlık vardı. “ Crao, gerçekten de söylediğiniz kadar yetenekliymiş. Yalnız notta ‘Gün doğduğunda kapandı gri bulutlar.’ diyor, bu kısmı anlayamadım. Ne anlama geldiği konusunda önceden konuşmamıştık?”
Sör Edgar’ı yanında oturan,tombul, yuvarlak ve kırmızı suratlı; konuşurken koşuyormuş gibi efor sarfeden Sör Donlery cevapladı:.
“Gri bulutların kapanması Amerie’li denizcilerin kullandığı bir terimdir Sör Edgar. Biliyorsunuz ki Crao da Amerie’den. Onların jargonunda bu söz felaket anlamına gelir.”
Masadakiler huzursuca kıpırdandı.
Sör Edgar ise sakinliğini koruyarak sordu: “İyi de fark edilmeden çıkıp, kuşatmanın içinden sorunsuz sıyrılabildilerse neden felaket anlamına gelen bir söz yazmış.
Sör Donlery, Sör Edgar’ın elindeki notu rica edip, bir de kendisi okudu. Gözlerini nottan ayırması, okuma bilen normal bir insandan biraz uzun sürünce, Sör Edgar boğazını temizleyerek adamı uyarma ihtiyacı hissetti. “N’oldu? Adamın ne demek istemiş?”
Sör Donlery’nin ise gözleri telaşla büyümüştü. Yutkunarak konuştu.
“Sör Edgar. Fark ettirmeden kuşatmanın içinden geçtikleri doğru. Karanlık Orman’ın tersi yönüne ilerledikleri de doğru. Ancak Crao’nun notu onların yolculuğuyla olduğu kadar bizimle de ilgili.”
“Elbette bizimle de ilgili!” Sör Edgar öfkelenmişti. “Lanet olası tahtın, lanet olası veliahtını bu herife emanet ettik!”
“Hayır Sör Edgar öyle demek istemedim. Nasıl desem? Crao bizi uyarıyor.”
Masadaki herkes oturuşunu dikleştirdi ve Sör Donlery’e korku dolu bir beklenti ile baktı.
“Crao.. Crao, gün doğmadan düşmanın saldırıya geçeceğini söylemek istemiş!”
* * *
“Yolculuk ne kadar sürecek?”
Çocuğun sorusuna alabildiği tek yanıt, dalgalarda sallanarak ilerleyen geminin ambarında düzenli aralıklarla duvara çarpan içi boş tahta fıçının çıkardığı sesti. Denizin, geminin, martıların, yukarıdaki denizcilerin bağırışlarının, daha doğrusu yolculuğun sesi tüm çıplaklığıyla oradaydı; ancak çocuğun karşısında, tahta bir kutunun üzerinde oturmuş adamın sessizliği çığ gibi büyüyordu.
Crao sanki kendisine hiç bir soru yöneltilmemişçesine elindeki gümüş sikkeyi umursamazca havaya atıyor, ardından diğer eliyle havadaki parayı yakalıyordu. Yaşam, gerçekten de çok ilginçti. Bir kaç sene önce kimsenin adını bile bilmediği biriyken, şimdi tahtın tek varisinin eskortluğunu yapıyordu. Hayatın altın tepside önüne sunduğu bu tatlı tesadüf karşısında gülümsemesini gizleyemedi. Tahtaların aralarından zoraki sızan gün ışığının dans ettiği loş ambarda yüzüne yayılan tebessüm, gölgeli, yarım, çarpık ve bu nedenle ürkütücüydü.
“Yolculuk ne kadar sürecek dedim.”
Crao, yine çocuğun beklenti dolu sesini duymazdan geldi. Gözlerini kapadı ve tuzlu deniz kokusunu derin derin içine çekti. Sonuçta o bir Amerie’liydi ve bu hava onun için her zaman yeni doğan bir çocuğun içine çektiği ilk nefes gibi ferahlatıcı ve yaşamdolu olmuştu. Şu an için görünen tek sorun güverteye çıkamıyor oluşlarıydı. Denizciler, altın gördükleri anda ruhlarını satabilirlerdi ama yolculuk esnasında kimse güvertede ayak altında gezinen iki fazlalık istemezdi. Neyse ki tahminlerine göre, aşağıdaki bekleyiş fazla uzun sürmeyecekti.
Çocuk sessizliğe daha fazla dayanamayıp sesini yükseltti. Belli ki bugüne kadar hiç sessizliğe mahkum edilmemişti. Soylu kanı düşünüldüğünde bu çok doğaldı. “Bana cevap ver! Yolculuk ne kadar sürecek?”
Karşısındaki adam, neredeyse hiç bir insandan beklenmeyecek bir hızla yerinden fırladı ve çocuğu yakasından tuttu. Loş ambarda, ikisinin yüzleri arasında sadece bir nefeslik mesafe kaldı.
“Beni iyi dinle..” Gülümsemesine engel olamadı. “Beni iyi dinleyin.. Kralım. Hayatınız boyunca buna alıştığınız aşikar ancak artık eski hayatınız, hayatlarımız yok. Bu nedenle sağ salim yolculuğumuz bitene kadar eski siz olmayı bıraksanız ikimizin de omuzlarının üzerinde duran kocaman şeyin sağlığı için iyi olur.” Adam aniden fazla ileri gittiğini düşünerek çocuğun yakasını bıraktı ve ardından eliyle düzeltti. “Yolculuğumuz bittiği anda siz Kral olacaksınız ve tüm şerefim üzerine yemin ederim ki hayatım boyunca size hizmet edeceğim. Ancak o an gelene dek isteseniz de istemeseniz de siz bana hizmet etmek zorundasınız. Kimliğimizi bir kişi anlayacak olursa sonumuzun ne olacağını ancak Tanrılar bilir. Çünkü bu denizcilerin altından daha çok sevdiği tek bir şey varsa o da daha çok altındır. Ve bilin bakalım, sizi hayatta tutmak isteyenler mi daha çok para verebilir yoksa öldürmek isteyenler mi?”
Çocuk hayatında ilk kez maruz kaldığı muamele karşısında öfkelenmiş ama aynı zamanda da korkmuştu. Adam haklıydı. Yolculuk bitene kadar sabretmesi gerekiyordu. Oynamaları gereken roller belliydi. Hakkını vermek gerekir ki buraya kadar kusursuzca gelmişlerdi. Herşey ya adamın söylediği gibi ya da beklediği gibi gelişmişti. Şaşırmamak elinde değildi ancak bu durum içini rahatlatıyordu. Ayrıca adam bir konuda çok haklıydı. Yolculuk bittiğinde ve güvenli topraklara vardıklarında resmen Kral olacaktı. Elbette babasının ve Krallığın intikamını alacaktı. Ancak canını sıkan ufak tefek problemleri de çok vakit kaybetmeden halletmek gerekirdi. Bu nedenle böyle dikkatsiz davranmaya devam ederse adamın “sonunun” ne olacağını gerçekten de Tanrılar bilirdi.
Crao az önce üzerinde oturduğu tahta kutuya doğru dönüyordu ki, arkasına bakıp tekrar konuştu.
“Bu arada yolculuk gerçek bir Amerie’li mürettebatla 17 gündoğumu sürer. Ancak yukarıdaki adamlar gerçek Amerie’li denizciler değil. Ki bu durum oldukça ilgimi çekiyor.”
“Nasıl yani? Anlaştığınızda iki Amerie’li gibi konuşuyordunuz?”
“Evet öyle konuşuyorduk ama bu gerçek Amerie’li olduklarını göstermez. İnan bana, gerçeğiyle sahtesini birbirinden ayırt edebilecek kadar fazla Amerie’li dostum var. Ancak itiraf etmem gerekir ki ne oyun çevirdiklerini anlayamadım. İşte bu yüzden gerçek kimliğimizi gizlemek konusunda daha da dikkatli olmamız gerekiyor. Gerçi bu belirsizliğin daha fazla süreceğini sanm…”
Crao sözlerini bitiremeden içeriye denizcilerden biri girdi. Zerafetten yoksun adımlarla ambarın içinde ilerledi ve “Kaptan seni görmek istiyor.” diyerek Crao’yu işaret etti. Crao ve çocuk ambardan çıkmak için doğruluyordu ki, denizci tek eliyle çocuğun omzuna bastırıp, onu olduğu yere mıhladı. “Sizi görmek istiyor demedim.” Başıyla Crao’yu işaret etti. “Sadece onu görmek istiyor.” Denizci ve Crao, çocuğu ambarda bırakıp, yukarıya, güverteye yöneldiler.
Crao güverteye çıktığında bir süredir mahrum kaldığı gün ışığı yüzünden gözlerini kısmak ve elleriyle siper almak zorunda kaldı. Kendisini bekleyen geminin kaptanına doğru yürürken acele etmedi ve sahip olduğu kısa sürede etrafı inceledi. Mürettabatın tamamı – aşçı dahil – güvertedeydi. Görebildiği kadarıyla kimse işinin başında değildi ve bu oldukça endişe vericiydi. Neden çağrıldığının ya da ne konuşulacağının pek önemi kalmamıştı. Herkesin toplanması sorun demekti ve birazdan olacaklar kaçınılmazdı.
Geminin kaptanı, yaşça mürettabattaki herkesten büyük; fiziksel olaraksa herkesten küçüktü. Öyle ki, Crao gemide neden hala isyan çıkıp da güçlülerden birinin kaptan olmadığını merak etti. Ardından, karşısındaki adamların gerçek birer denizciden ziyade bu role bürünmüş çapulcular olduğunu hatırladı. İyi ama neden?
“Ellerini bağlayın!”
Beklemediği anda gelen bu emir Crao’yu şaşırmıştı. “Hey, neler oluyor?”
“Numara yapmayı bırak. Kim olduğunu bilmediğimizi mi sanıyorsun? Ya da, siz denizciler nasıl derler? Heh! Ya da altının kokusunu alamayacağımızı mı sandın?” Birkaç denizci, Crao’nun ellerini arkasında bağlıyorlardı, bu sırada Kaptan da adama yaklaşıp, deri yeleğinin içine uzandı. Aradığı şeyi bulması hiç zor olmadı. Bir adım geri çekildi ve elinde tuttuğu altın tacı yukarıya kaldırıp, dikkatli gözlerle inceledi. “Muazzam!” Herkesin bakışları safir yakut ve zümrüt taşlarla dolu altın tacın üzerindeydi. “Bunu sadece rüyalarımda görebileceğimi sanırdım.” Kaptan, diğer denizcilere döndü. “Ne dersiniz çocuklar, bu taç, bize vaat edilenlerden de değerli. Açık denizdeyiz. Kimse, kaybolan birkaç denizciyi hatırlamaz bile. Tabii umutsuzca tacın geri dönüşünü bekleyenler dışında!” Kaptanın kahkahası bir an dalgaların sesini bastırdı. Bu olasılık diğer denizcilerin de hoşuna gitmiş olmalıydı ki, onlar da kahkahalarıyla Kaptan’a eşlik ettiler.
Herkesin dikkati tacın üzerindeyken Crao, ellerini arkada çözmeyi başarmıştı. Avantajını belli etmeden rolünü oynamaya devam edip Kaptan’a seslendi:
“Öncelikle, tüm bu olanların sebebini ya da kimin için çalıştığınızı fazlasıyla merak etmekle beraber, teslim etmem gereken “kargo” nun önemi, fark ettiğiniz üzere oldukça büyük. Bu nedenle fazla oyalanamam. İkincisi, gerçek bir Amerie’li ile Açık Denizlerde oyun oynamak için ya fazlasıyla aptalsınız ya da fazlasıyla cesur.”
Kaptan gülerek cevapladı. “Bu kadar zor durumdayken hala konuşabildiğine göre aptal olan sen olmalısın. Bizim de oyun oynayacak fazla zamanımız yok. Susturun şu herifi!”
İki denizci kılıçlarına davranmışlardı ki, Crao ani bir hareketle, yeleğin kol kısmından kısa ufak bir bıçak çıkardı. Denizciler, Crao’nun bağladıkları bileklerinin nasıl serbest kaldığının şaşkınlığını yaşarken, adam tekrar konuştu:
“Ve üçüncüsü, gerçek bir Amerie’linin bağlayamayacağı ya da çözemeyeceği düğüm yoktur!” Sözünü bitirdiği anda, yelkenlerden birini tutan halatı keserek, yukarı kaçan halatla birlikte yükseldi. Yükselirken elindeki bıçağı, kaptana doğru fırlattı. Kaptan, sol gözüne saplanan bıçak sebebiyle acı içinde çığlık attı. İki eliyle, sanki acıyı hafifletebilirmiş gibi yüzünü tuttu ve arkaya yuvarlandı.
Crao henüz birkaç metre yükselmişti ki, kendini öne doğru savurarak arkasında duran birkaç denizcinin üzerinden atladı. Artık denizcilerle arasında hamle yapabileceği kadar bir mesafe vardı. Çizmesinin yanından çıkardığı 3 bıçağı daha fırlattı. İlki, üzerine gelen bir denizcinin tam göğsünün ortasına isabet etmişti. İkincisi ise, az önce kendisini ambardan almaya gelen adamın kalbinin birkaç santim üzerine. Adam acı dolu birkaç adımdan sonra yere düştü. Üçüncü bıçak ise şimdi üzerine tüm hızıyla koşmaktan olan bir adamın boynunu sıyırmıştı. Bu sırada aşçı ve kalan iki denizci de Crao’nun etrafını sarıyorlardı. Bıçağı isabet ettiremediği denizci, kılıcıyla Crao’nun tam karın boşluğuna hamle yaptı. Ancak Crao, bu hamle için fazlasıyla çevikti. Ustaca kenara çekildi ve tüm gücünü hamlesine veren rakibinin dizinin arkasına bir tekme indirerek yere düşmesine sebep oldu. Kendini toparlamaya vakit bulamadan, arkasından aşçının bağırışını duydu ve refleksle döndü. Aşçı tek eliyle mutfaktan aldığı kasap bıçağını havaya kaldırmış ve Crao’nun yüzüne doğru hamle yapmıştı. Crao, adamın kolunu havada yakaladı. Yine de adam, kendisinden güçlüydü. Birkaç saniye daha böyle kalırlarsa adamın kolunu kurtarıp kasap bıçağını Crao’ya saplaması olasılıktan da öte görünüyordu. Bu nedenle, dans edermişçesine, başını adamın kolunun altından geçirip, topukları üzerinde dönüp eğildi ve adamın iri cüssesiyle üzerinden sırt üstü yere yuvarlanmasını sağladı. Düşerken kırılan kolu yüzünden aşçı da acıyla bağırdı. Az önce dengesini kaybeden denizci kendisini toparlıyordu ki, Crao iç cebinden çıkardığı bir bıçağı adama fırlatarak, bu olasılığı doğmadan bitirdi. Bıçak adamın ensesine saplanmıştı. Kalan iki denizci, diğer arkadaşlarının ve kaptanın başına gelenlerden akıllanmış olacaklardı ki çok daha temkinli adımlarla Crao’nun etrafında dönmeye başladılar. Crao ilk hamleyi bekliyordu. Eğer ikisi de aynı anda hamle yapacak olursa, kurtulması mucize olurdu. Bu sebeple, heyecanlı bekleyişi bitirmeye karar verdi. Ayağı kaymış gibi numara yaparak rakiplerinin buna inanmasını sağladı. İçlerinden biri blöfünü yutmuş olacaktı ki heyecanla hamle yaptı. Crao aniden doğrulup sağ eliyle adamın bileğini kavradı. Rakibinin büktüğü bileğinden kılıcın sol eline düşmesine izin verdi ve ani bir hareketle kılıcı diğer denizcinin hamle yapacağını tahmin ettiği yere savurdu. Diğer adam gerçekten de tam o taraftan saldırmıştı. Yatay bir şekilde göğsüne saplanan kılıcın şaşkınlığıyla iki eliyle kavradığı kılıcı havada donakaldı ve cansız bir şekilde yere yığıldı.
Crao son denizcinin bileğini bırakmadan yeleğinin içinden ufak bir bıçak daha çıkardı. Bu sırada başına gelecekleri anlayan denizci panikle konuştu:
“Yalvarırım dur. Sen.. sen kazandın. Merhamet göster. Lütfen.”
Crao bir an bu olasılığı düşünürmüş gibi yaptı ve cevap verdi:
“Her Amerie’li denizcinin bildiği üzere. – ki seni de muhteşem oyunculuğun için Amerie’li sayıyorum. – Açık Deniz’de giden her yaşam, Deniz Tanrısı Gialad için sunulmuş bir adaktır. Ruhuna derinliklerde kılavuz olsun.”
“Dur dur dur. Yalvarı…”
Adam sözünü bitiremeden Crao bıçağı adamın boynunun yanına sapladı ve yapışkan, ılık kanının sessizce güverteye akmasını izledi. Denizcinin vücudu biraz seğirdikten sonra hareketsiz kaldı.
Crao, tekrar ambara indiğinde çocuk köşeye sinmiş ve korkuyla titriyordu. Yukarıdaki sesleri duymuş olmalıydı. Başta gelenin denizcilerden biri olduğunu düşünüp paniğe kapıldı ancak ona yolculukta eşlik eden adamın berrak sesi ambarı doldurduğunda rahatlayıp, gözyaşlarına boğuldu. Artık Kral bile olsa, hala çocuktu.
“Kral’ım. Ağlamayın lütfen.” Crao’nun sesi gece kadar pürüzsüz, eve varış gibi güvendoluydu. “Gördüğünüz.. Pardon, duyduğunuz üzere planlarımızda ufak değişiklikler oldu.” Adam gülümsedi. “Tahminim doğruymuş. Mürettabat Amerie’li değildi. Ancak ne yazık ki nereli olduklarını öğrenemedim. Açıkçası.. Açıkçası bana bunu sormam için fırsat vermediler.”
Çocuk boğuk bir kahkaha attı. Öyle ki, henüz birkaç saniye öncesine kadar ağladığı için, kahkahası boğazında düğümlendi. Yutkundu ve gözleri ışıldayarak konuştu. “Teşekkür ederim Crao. Sen olmasaydın bu yolculuktan canlı çıkamazdım. Kral olduğum zaman sağ kolum olacaksın! Sör Donlery’e de teşekkür etmem gerekir. Ne kadar doğru bir tercih olduğun ortada. Yolculuk bitip yeterince güçlendikten sonra onlar için döneceğim!”
Crao, Sör Donlery’nin ismini duyunca başını öne eğdi. Muhtemelen artık onlar için çok geçti. Kaleden tek çıkış bileti vardı. Onu da Çocuk Prens için kullanmışlardı. Tüm süreç düşünüldüğünde, ne kadar acıydı.
“Söylediğim gibi, planlarımızda ufak değişiklikler oldu. Kimliğimizin bilinmesi beni endişelendiriyor. Amerie’den geçmemiz, oradaki tüm dostlarıma rağmen riskli olacaktır.”
Çocuk cevap verdi: “Peki, ne yapmayı düşünüyoruz?”
Crao bir an birkaç farklı seçeneği kafasında tarttı. “Sanırım Amerie’nin açığından geçip, kuzeye yönelmemiz gerekiyor. Gialad yanımızda olsun, rüzgar kıçtan esmeye devam ederse, 16. Gece balıkçıların açıldıkları bölgenin yakınından rotamızı kuzeye çevirebiliriz. Karanlıkta görülmeyeceğimizi umuyorum. Görülecek olursak da, rolümüzü oynamaya devam etmeliyiz…” Adam bir an durdu. “…Efendim.”
Çocuk, fazla söz hakkı olmadığını bilmesine rağmen, Krallara yakışan bir ağırbaşlılıkla planı düşünüyormuş gibi yaptı. Ardından mantıklı bir soru bulduğunu varsayarak, hevesle ağzını açtı ve “Amerie yakınlarından geçmemiz risk taşıyorsa, neden şimdi rotamızı kuzeye çevirmiyoruz?” diye sordu.
“Çünkü Efendim, hemen kuzeyimizde Kara Kayalar olarak bilinen bölge var. Oradan biz Amerie’liler bile, en kaliteli gemilerimiz ve mürettabatımızla olsak da geçmek istemeyiz. O kayalar.. Nasıl desem?.. Lanetli.” Crao sözlerine devam etti “Ardından Kuzeye doğru birkaç gün daha ilerleyeceğimizi varsayıyorum. Açıkçası karadan gitmezsek, Ferea’ya nasıl varacağımız bana anlatılmadı. Ancak Ferea’nın deniz kenarında olduğunu biliyorum. Bu nedenle kıyıya olabildiğince yakın ilerleyeceğiz. Ve onların bizi bulmalarını umacağız.”
Çocuk anlamış gibi başını salladı. Crao, sözlerine devam etti. “Kayaların da neden lanetli olduğunu yapılacak işlerin olmadığı bir gün anlatabilirim belki. Ancak bugün o gün değil. Muhteşem Kaptan Crao bile bu koca gemiyi tek başına idare edemez! Diğer denizciler de – ne yazık ki – artık çalışamayacak olduklarına göre, işimizin başına dönmemiz gerekiyor denizci!”
Crao’nun neşesi bulaşıcıydı. Çocuğun az önceki ağırbaşlılığından eser kalmamıştı. Adamın ufak oyununa ayak uydurdu ve neşeyle bağırdı. “Derhal Kaptan!”
Böylece koca gemide iki kişi, Amerie açıklarına ve ardından yeni evlerine doğru yol aldılar.
* * *
Günün son ışıklarında, yaprakların hışırtısı Ferea’daki tüm seslerin üzerine örtülmüş bir battaniyeydi. Dinlemeyi bilen kulaklar dallardaki melodiyi yakalayabilir ve içini eşsiz bir huzurla doldurabilirdi.
Savaş her zaman kasveti de beraberinde getirirdi. Ancak Ferea’daki gölgeler, sadece günışığının ağaçların arasından süzülürken kırılmasıyla oluşuyordu. Burası Açık Deniz’in diğer tarafındaki kalelere hiç benzemiyordu. Öyle ki dışarıdan görülmesi neredeyse imkansızdı. Taştan surları yoktu. Daha doğrusu bitki örtüsüyle öyle güzel gizlenmişti ki neredeyse duvara çarpana kadar ormanın içinde yürüdüğünüzü düşünebilirdiniz.
Ağaçların içindeki huzur, insanların hareketlerine de yansıyordu. Muhafızlar kesinlikle dikkatsiz değillerdi. Ancak asla diken üstünde de görünmüyorlardı. Ferea’nın bir parçası gibiydiler. Adımlarında güven, disiplin ve doğallık vardı.
Yerdeki bir açıklığın ortasında ise, Açık Deniz’in rahatlıkla seyredilebileceği taş bir masa ustalıkla yerleştirilmişti. Masada iki kişi oturuyor ve Ferea açıklarında süzülmekte olan gemiye bakıyorlardı.
Leydi Flaziel, sanki Ferea’nın duru güzelliğinin vücut bulmuş haliydi. Kumral saçları altın rengi dikişli yeşil sade elbisesinin omuzlarından, kayaya çarpan nehir suları gibi öne ve arkaya ayrılıyor, göğüs hizasına kadar devam ediyordu. Sesi berrak, hareketleri ise yumuşak ve akıcıydı.
“Av nasıl geçti?”
Yanında oturan adam gözlerini bir an bile gemiden ayırmamıştı. Birkaç saniye sonra eşinin gözlerinin içine baktı ve gülümsedi.
“Her zamanki gibi. Akşama ziyafet olacak!”
Lord Montolio, Ferea Kalesi’nin lideriydi. Otuzlu yaşlarının başındaki adamın uzun boyu, kısacık ve düzgün traş edilmiş saçları ya da ince kemikli yüzü birçok özelliği arasında sıralanabilirdi. Ancak tek bir özelliği ilk bakışta karşısındakini etkisi altına alırdı. İnsanın ruhunu tartabilirmişçesine derin bakan gri gözleri. Ve o gözler tekrar Açık Deniz’e çevrilmişti.
“Sonunda beklenen kargomuz geldi. Misafirlerimizi en uygun şekilde karşılayalım. Akşam yemeğinde de Yeni Kral’ı geleneklerimize uygun bir şekilde taçlandırırız.” Leydi Flaziel’e doğru dönüp “Ferea, her zaman hayal ettiğimiz gibi yükselecek! Bu akşam yemekte Yeni Kral’ının da olacağının bilinciyle en şık elbisenle gel lütfen.” Montolio sözünü bitirirken, eşinin elini dudaklarına doğru götürdü ve ufak bir öpücük kondurdu. Leydi Flaziel ise kısa bir tebessümle karşılık verdi. Bakışlarındaki tereddüt Lord Montolio’nun dikkatinden kaçmamıştı.
Ferea’da resmi veya önemli günlerde verilecek ziyafetler “Bahar Balkonu” olarak bilinen yerde gerçekleştirilirdi. Balkon, yukarıda, köklü ağaçların dallarının arasındaydı. Titizlikle yerleştirilmiş tahta platformlar ve platformlar arasında ağaç gövdelerinin etrafından kıvrılarak ilerleyen, insan vücudundaki damarları anımsatan geçiş yolları Ferea’nın tepesinde ikinci bir şehir oluşturuyorlardı. Yaprakların etrafı özenle aşılanmış çiçeklerle taçlandırılmıştı. Onlarca farklı renkteki çiçek baharda açtıklarında muazzam bir görüntü sergilerlerdi. Üstelik Ferea’daki herhangi bir yerin aksine Açık Deniz’in en eşsiz manzarası yukarıdan, Bahar Balkonu’ndan seyredilirdi.
Lord Montolio, eşi Leydi Flaziel ve şehir-kale’de söz sahibi 7 kişi sessizce oturmuş, değerli konuklarının gelmesini bekliyorlardı. Prens ve Crao, denizden alınıp kaleye eşlik edildikten sonra dinlenmek için hazırlanan odalarına çekilmişti. Bir süre sonra masanın birkaç metre ötesindeki bir meşe ağacının geniş gövdesinin yanından kıvrılan tahta platformda iki muhafızın eşlik ettiği çocuk prens ve onların hemen arkasında çocuğun yol arkadaşı belirdi.
Lord, saygıyla ayağa kalktı. Diğerleri de onu nazikçe takip etti. Gür sesiyle konuklara seslendi.
“Sağ salim vardığınız için Tanrılara şükürler olsun! Lütfen buyurun. Ferea’ya ve Bahar Balkonu’na tekrar hoşgeldiniz!”
Çocuk prens özgüvenle masaya yürüdü. Yürürken Leydi Flaziel’in kendisine baktığını fark etti. Sanki kadının buğulu bakışları çocuktan çok daha ötesini görüyordu.
“Eşimle tanışın lütfen. Leydi Flaziel.”
Lord Montolio’nun ismini söylemesiyle kadın çocuğa doğru bir adım attı. Eşine kısaca baktıktan sonra prense döndü ve başını hafifçe öne eğerek selam verdi. “Kralım.”
Crao dışında birisinin ona ilk kez “Kral” olarak seslenmesi içten içe çocuğu şaşırtsa da ağırbaşlılığını koruyarak cevap verdi.
“Memnun oldum Leydim.” Eşi ile taçlandırılana kadar prens olacak çocuğun tanışmasının ardından oluşan kısa sessizliği yine Lord Montolio’nun sesi bozdu.
“Siz de Sör Donlery’nin öve öve bitiremediği Crao olmalısınız.” Saygısızlık etmiş gibi yüzünü ekşitti. “Beni bağışlayın lütfen. Sör Crao mu demem gerekirdi?”
Crao sessizdi. Titremeyen gözlerle Lord’u süzüyordu. Ancak Montolio’nun derin gri gözlerinden bir cevap koparmak neredeyse imkansızdı. Bu sefer araya çocuk prens girdi.
“Çok yakında Sör Crao olarak anılacak!”
Verilen cevap Lord Montolio’yu ve ardından masadaki diğer insanları bir hayli keyiflendirmişti.
“Ah, o zaman varışınızın yanında kutlayacak ikinci bir sebebimiz daha var demektir. Lütfen masaya geçelim. Sizin için henüz bu sabah avlanmış hayvanlardan oluşan muhteşem bir akşam yemeği hazırladık!”
Yemeğe kötü diyebilmek için dilinizin kesilmiş, tat alma duygunuzun dağlanmış, iştahınızın ise sonsuza dek mühürlenmiş olması gerekirdi. Uzun deniz yolculuğunda soylu yaşamında alışık olmadığı kadar kötü beslenen çocuk, tüm görgü kurallarını hiçe sayarak, neredeyse nefes almadan av etlerini mideye indirdi. Bu esnada masada çok az konuşma döndü. Sanki herkes yemeğini bitirmesi ve birşeyler söylemesi için çocuğu bekliyordu. Sadece Crao, aç olmasına rağmen fazla yememiş ve huzursuz görünmekteydi. Bir süre sonra Lord Montolio’nun elini iki kez çırpmasıyla masanın etrafındaki koşuşturmaca duruverdi. Şimdi tüm hizmetkarlar birkaç adım geri çekilmişti ve servislerine ara vermiş görünüyorlardı. Beklentinin aksine Lord Montolio konuştu.
“Yemeği beğendiğinizi umuyorum?”
Çocuk ağzındaki lokmayı yutup cevapladı: “Evet, Lord Montolio. Gerçekten çok leziz, teşekkür ederim.” Birkaç saniye ne diyeceğini düşündü. “Şüphesiz ki misafirperverliğiniz unutulmayacak.”
Lord Montolio bunun üzerine sadece gülümsemekle yetindi. Ardından merakla sordu.
“Kuşatmanın içinden geçmeniz sıkıntı oldu mu? Geldiğiniz yerden, kuşatmanın içinden sorunsuz geçtiğinize dair şifreli bir mesaj aldık.”
Prens, bakışlarını minnetle yanında oturan Crao’ya çevirdi. Adam ise ne çocukla ne Lord’la ilgilenmiyor gibiydi. Montolio’nun bakışları da Crao’ya döndü. “Koca Krallık’ın tek umudu bir adama emanet edildi ve birçok insanın çuvallayacağı yerde o hiç hata yapmadı.” Delice bir hızla ayağa kalkarak kadehini kaldırdı. “Crao’ya!.. Özür dilerim. Sör Crao’ya!” Aynı anda herkes kadehlerini havaya kaldırmıştı. Düşünceli bir şekilde, sessizce oturmakta olan Crao hariç.
Henüz kimse kadehinden bir yudum içememişti ki Lord Montolio’nun sesi bir kırbaç gibi akşamı yardı.
“Yerinde olsam bunu denemezdim.”
Crao, yeleğinin içindeki bıçaklardan birinin sapını kavramıştı ve fırlatmaya hazırdı. Ancak Lord eliyle üzerinde bulundukları platformların arkasında, yüksekteki dalların arasını işaret ederek, gizlenmiş adamları gösterdi. Askerlerin hepsinin elinde birer arbalet vardı ve her bir arbalet Crao’ya doğrultulmuştu. Adam alay edercesine gülerek arkasına yaslandı ve kavradığı bıçağı tekrar yerine yerleştirdi. Kin dolu gözlerle Montolio’ya bakarak konuştu. “Sana güvenemeyeceğimi biliyordum.”
Yanında oturan prens de oldukça şaşırmıştı. “Tüm bunlar ne demek oluyor? Crao? Neler oluyor?”
Sanki tüm kelimeler birer piyon, tüm cümleler birer hamle, Bahar Balkonu da bir oyun tahtasıymışçasına, Lord Montolio son hamlesini yapmak üzere açıklamaya başladı.
“Gördüğünüz bu adam.. Crao’yu işaret etti. “Bir sahtekardan başka bir şey değil. Sizi buraya getirmesi konusunda yüklü miktarda altın aldığı doğrudur. Ancak yolda sorun yaşamamanız için daha fazlasını başkalarına ödediğim de doğrudur. Bir hırsıza, bir sahtekara hele hele bu derece tehlikeli bir tanesine asla güvenemeyeceğimi biliyordum. Altına tapan birisinin, sizi daha çok altın için satması kulağa pek mantıksız gelmiyor değil mi? Peki, asla güvenemeyeceğiniz birisinin nasıl kazanırsınız? Elbette, ona sahip olmadığı bir şeyi vaat ederek. Haksız mıyım ‘Sör’ Crao?” Lord Montolio ‘Sör’ kelimesini iyice bastırdı. “Tek amacım sizin Ferea’ya canlı varabilmenizdi. Bu açıdan ‘Sör’ Crao’ya ne kadar teşekkür etsek az.”
Crao, öfkeyle bağırdı: “Seni hain!”
- “Hayır ‘Sör’ Crao. Burada tek bir hain var o da sizsiniz.”
Çocuk araya girdi. “Tüm bunlar kulağa oldukça mantıksız geliyor. Crao Krallık için doğru olanı yaptı. Beni buraya getirdiği zaman sahip olabileceği bir ünvan için neden sizinle pazarlık yapsın?
- “Çok güzel bir soru. Bunun cevabını size açıklarken Crao’nun dinleyemecek olması ise bir o kadar talihsiz.”
Lord’un elinin bir hareketiyle havada altı tane ok ıslık çaldı ve Crao’nun göğsüne saplandı. Adam anında ölmüştü. Çocuk, korkuyla bir çığlık koyuverdi. Savaşın içinden geçmesine rağmen, ne kuşatma esnasında ne de gemide ölümü bu kadar yakından tanımamıştı.
Leydi Flaziel aniden ayağa fırladı ve platformun çıkışına doğru koştu. İki muhafız kadının önünü kesti. Kadın panikle eşinin olduğu tarafa baktı. Lord Montolio’nun az önceki hiddetinden eser kalmamıştı. Sakince, “Bırakın gitsin.” dedi. Bu sırada yavaş adımlarla Crao’nun cesedine yaklaştı. Prens ise korku dolu gözlerle Lord Montolio’ya bakıyordu. Lord, cesedin yeleğinin içinden Kraliyet Tacı’nı alıp cebinden çıkardığı bir bezle üzerindeki kanı temizledi. Ardından masanın üzerine bıraktı ve çocuğa döndü.
“Tatsız olay için özür dilerim. Ancak yapılması gerekeni yaptığımdan şüpheniz olmasın. Şimdi size bir açıklama borçluyum, biliyorum. Bu nedenle lütfen beni dikkatli dinleyin.” Adam şarabından bir yudum alarak devam etti. “Prens olarak aldığınız eğitimlerden bildiğiniz üzere, bundan yaklaşık 30 yıl önce Neratvol savaşında babanız ve Krallık büyük bir zafer elde etmişti. – Hydei, ruhuna kılavuzluk etsin. – Ancak savaşların kazanan için bile iyi tarafı yokken, kaybeden için sonuçları mide bulandırıcıdır. Savaş sonrasında, savaşan her asker gibi, babanız da hakkı olan ganimetlerin tadını çıkardı. Birlikte olduğu kadınların sayısını bir süre sonra kendisi de unutmuştu. Fakat birini asla unutamadı. Korkmayın, kendisi anneniz, yani Kraliçe değildi. – Hydei, ruhuna kılavuzluk etsin. – Kadın diğer askerlerin gözü önünde kölesi, gözlerden uzakta ise gizli aşkı olmuştu. Bir süre sonra babanızın tohumları, kadının rahminde yaşam buldu. Ne yazık ki, bu durum babanızı mutlu ettiği kadar aynı zamanda ökflenedirmişti de. Aslında, asla safkan Kraliyet kanına sahip olamayacak olan çocuğu, aynadaki çirkin bir yansımasından başka bir şey değildi. Çünkü yıllar önce, babanızın babası da – Hydei, ruhuna kılavuzluk etsin.” aynı şekilde bir çocuğa sahip olmuştu. Ve tüm otoritesini kullanarak durumu bilenleri ya öldürtmüş ya da ömürleri boyunca konuşamayacakları derecede korkutmuştu. Böylece babanız, safkan Kraliyet kanına sahip olmamasına rağmen Kral olabilmişti.
Çocuk anlamayan ve korku dolu gözlerle dinlemekteydi.
“Şimdi söyleyeceklerim kulağa pek hoş gelmeyecek ama, Crao ne yazık ki, sizi buraya doğru zamanda ölmeniz için getirdi. Ondan talebim buydu. Bu yüzden gerçekten o bir sahtekar, bir hain. Ancak gelişiniz için geçen sürede bu konu üzerine fazlasıyla düşünme fırsatım oldu ve böyle bir sonun bizim gibi aynı kaderle damgalanmış iki ‘kardeşe’ yakışmayacağını düşündüm. Evet, yanlış duymadınız, iki kardeş dedim. Ve mutlulukla belirtmek isterim ki, babanızın da safkan Kraliyet kanına sahip olmadığını göz önünde bulundurursak, tamamen aynı kaderi paylaşıyoruz. Siz de ben de safkan değiliz. Bu nedenle, Kraliyet geleneklerine göre Kral’ın büyük çocuk olması gerekmez mi?. Teoride öyle görünüyor. Böylece, yolculuğunuz boyunca planladığım – hatta gemide yeterince inandırıcı olmak adına yedi adamımı kaybettiğim bu oyunu aramızda tatsızlık yaşanmadan noktalandırmamız mantıklı olacaktır.”
Montolio, şarabından büyük bir yudum aldı.
“Ancak, takdir edersin ki geçmişimizi araştırdığım bu süreçte gördüğüm, ailemizin güç uğruna ne kadar iki yüzlü ya da zorba olabildiğidir. Bana ait olanı alsam bile, bir gün arkamdan bıçaklanmayacağımın garantisi yok. Aslında bu işi öteki kıtada da halledebilirdim fakat dediğim gibi bazı şeylerin doğru yerde doğru zamanda gerçekleşmesi gerekir. Bu nedenle, senden özür dilerim, kardeşim. ”
Lord Montolio, cebinden çıkardığı gümüş bir hançerle aniden çocuğun boğazını boydan boya kesti. Prens son bir söyleyeceği varmışçasına debelenirken, sıcak kan hem masaya fışkırdı hem de nefes borusuna doldu. Başı öne doğru devrildiğinde, yanında ayakta duran Lord, özenle bıçağını temizliyordu.
oldukça akıcı ve güzel bir öykü olmuş elinize sağlık
Teşekkür ederim.
‘başarısız olduğu gerçeği hedefsiz bir ok gibi’ ; gösterebileceğim ve çok beğendiğim alıntılardan sadece bir tanesi. Çok güzel bir çalışma. Elinize sağlık.
Teşekkür ederim. Beğendiğiniz için sevindim.
elinize sağlık güzel sürükleyici bir öykü.
Yorumunuz için teşekkür ederim.
Bugüne kadar seçkide gördüğüm en başarılı öykülerden biri. Akıcı bir anlatım ve başarılı bir kurgu.
Okuduğunuz ve yorum yaptığınız için teşekkür ederim. Yorumunuz mutlu etti. 🙂
hayatında hiç bu tür bir metin okumamış biri olarak olaydan hiç kopmadan keyifle okudum 🙂 ama öyküyü sadece geçmiş zamanda değil de geçmiş ve gelecek zamanı beraber kullanarak kurgulasaydınız geçişler daha sağlam olurdu sanki, yani ben okurken öyle yaptım 🙂 tebrik ederim
Teşekkürler 🙂 Okumanıza sevindim öncelikle. Eleştirinize katılıyorum; ancak tekrar okuyup daha sağlıklı yorumlayabilirim.
Elinize sağlık, akıcı ve güzel olmuş. Gemideki aksiyon sahnesi güzeldi. Sonu da güzeldi. 🙂
Teşekkür ederim. Sanırım benim de en beğendiğim kısım gemide geçen bölümdü 🙂