Eğer o akşamüstü Charles sıra dışı bir şekilde iyi hissediyor olmasaydı, iskelenin girişindeki açıklıkta yer alan bir bankın, bankın üzerinde oturan bir çocuğun ve onun hüngür hüngür ağladığının farkına varamaz, varsa dahi bu durum azıcık bile umurunda olmazdı.
Charles’ın hayatındaki mutlu olduğu zamanlar, vasat bir kitabın içerisindeki vurucu cümleler kadar azdı ve şu an kesinlikle o zamanlardan biriydi. Kırklı yaşlarının başlarındaki bu adam senelerdir zamanını çok büyük oranda huysuzluk ederek geçiriyor, birkaç sene önceki ihtişamlı günlerinin hasreti ile derbeder bir halde durmadan içiyor ve kendisini insanlardan tamamen soyutlayarak adeta bir hayalet gibi yaşıyordu. Ama bu akşam durum farklıydı; ilk kitabı ile olağandışı bir sükse yakalayan, ancak sonraki süreçte yavaş yavaş zaman çizgisindeki yerini kaybeden bu enteresan adam, çok uzun zamandır unutulduğu yerden doğmanın hesaplarını yapıyordu ve yaklaşık bir saat kadar önce ikinci kitabının taslağını nihayet bitirerek, emeklerinin karşılığını alacağı günlere iyiden iyiye yaklaşmıştı. Oncle Cauchemére ile başlayan macera, onun ölümü ile bitecek, böylece başına türlü dertler açan bu yakışıklı cani kadından kurtulacak ve Charles Hébé ismini yeni maceraların, yeni karakterlerin omuzlarında yükseltebilecekti. Hébé böylelikle Paris sosyetesindeki o çok sevdiği yerine tekrar kavuşacak, güzel kadınların olduğu muhteşem davetlerde boy gösterebilecek ve edebi sohbetlerde ahkam kesebilecekti. Aynı eski günlerdeki gibi… Tüm bunların hayali bile yürürken ufak tefek dans figürleri yapacak kadar heyecanlandırmış, heveslendirmişti onu. Güneş tekrar üzerine doğuyordu, bunu hissetmesi hiç de zor değildi.
Charles her gün ekmek aldığı fırının önünden karşıya geçerek iskelenin önündeki meydana ulaştı ve yaklaşık yirmi metre kadar sağında bir çocuğun ağladığını işitti. Çocuğa doğru yürümeye başladı. Taş çatlasın beş yaşındaki bu çocuğun, gri takım elbisesi, kahverengi ayakkabıları ve bakımlı siyah saçları ile zengin bir ailenin ferdi olduğu kolaylıkla anlaşılabiliyordu. Hébé oldu olası çocukları sevmezdi ancak bu kez bunu düşünmedi. İşin aslı Hébé, güzel kadınlar hariç hiçbir varlıktan gerçek anlamda hoşlanmazdı. Ancak bunu da düşünmedi. Mutluluk sarhoşuydu ve bir istisna yapabilirdi. Çocuğun oturduğu bankın önüne geldi ve gülümseyerek “Merak ediyorum da, yanına oturmamda bir sakınca var mı acaba?” dedi. Charles’ı duyan çocuk irkilerek kafasını kaldırdı ve Charles’a baktı. Şaşkınlığı gözyaşlarına ağır basmıştı. Az önce neredeyse şiddetli bir şekilde ağlayan çocuk, şimdi yanına oturmak isteyen bu yabancıyı süzüyordu. Gözyaşlarının fazlasının dizlerine damladığı ve kalanının da rüzgarın yardımı ile yanaklarında kuruduğu esnada eliyle bankın boş kısmını işaret ederek “Tabii ki,” dedi. Charles usulca oturdu ve lafa girmekte gecikmedi:
– Merhaba genç adam. Açıkçası kabalık etmekten pek korkarım. O yüzden önce kendimi tanıtayım; adım Charles Hébé. Peki ya sana nasıl seslenir tanıdıkların?
– Merhaba bayım. Açıkçası tanımadığım insanlar ile konuşmam ancak ben de kabalık etmekten pek korkarım. Adım Samuel, Samuel Beckett.
– Eh! Makul bir tutum doğrusu ama artık tanışmış olduğumuza göre bu yaşlı sayılabilecek adama küçük bir sohbeti çok görmezsin sanırım. Hiç Fransızlara benzemiyorsun. İngiliz derdim ama aksanın da İngiliz aksanına benzemiyor…
– Evet ikisi de değil. İrlanda, Dublin doğumluyum ben. Ailemle orada yaşıyorum. Babamın bir iş görüşmesi nedeni ile sadece birkaç günlüğüne geldik buraya ve akşamüstü kalkan gemi ile eve döneceğiz.
– İrlanda… Tabii ya! Tahmin etmeliydim. Güneşe hasret memleket İrlanda, Yağmurun, kayalıkların ve yeşilin de başkenti. Ama ben kapalı havalardan hiç hoşlanmam biliyor musun Samuel. Mesela Caen şehri ve mesela bugün; ne güzel bir gün değil mi? Hava muhteşem, kuş sesleri ve şu güzel binalar… Ahh! İnsan gerçekten de huzur doluyor ve yaşamın kıymetini anlıyor. Sence de ağlamak için fazla güzel bir akşamüstü sayılmaz mı?
Çocuk yanındaki yabancının sözleri sonrasında meraklı gözlerle etrafına bakmaya başladı ve seslere kulak kesildi. Kargalar kulak tırmalayan sesler çıkartıyor, gemilerin ve fabrikaların bacalarından çıkan kara dumanlar kara bulutlara karışıyor ve esmekte olan cılız bir rüzgarın etkisi ile dahi binaların sıvaları dökülüyordu. Meydan pis, her yan çöp doluydu. Şehir var olduğu günden bu güne en çirkin saatlerini yaşıyor olabilirdi ancak yanındaki bu ufak tefek, saçlarına aklar düşmeye başlamış ilginç bıyıklı adam bambaşka bir tablo çizme gayretindeydi. Çocuk cevap verdi.
– Size katıldığımı söyleyemem. Nedenlerim olmasaydı dahi bu şehir ağlamak için tek başına koskoca bir neden olabilirdi.
– Yanılıyorsun diye diretsem hata ederim sanırım. İnsan ne görmek isterse onu görür çünkü. Çirkin ya da güzel olanın farkına varmak; çevresel şartlara değil de, içsel şartlara göre belirlenen değişkenlerdir bence.
– Sanırım buna katılabilirim, Buradan da hoş bir ruh hali içerisinde olduğunuzu anlamalıyım sanırım.
Çocuk Hébé ile konuşurken bir yandan da meydanın karşısında ağlamakta olan bir kadına dikkat kesilmişti. Hébé’ye de cevap veriyor ancak sanki çok daha başka ve derin şeyler düşünüyordu. Çocuğun kadına baktığını gören Charles devam etti.
– Biliyor musun, bir sır var ve bunu çok az kişi biliyor. Sana bu sırdan, dünyadaki hoş ve sıradışı bir işleyişten bahsedebilir miyim?
– Evet, elbette!
– Biliyor musun Samuel, dünyadaki gözyaşı miktarı sabittir. Ağlamaya başlayan biri için, bir yerlerde bir başkası keser ağlamayı ve aynı şey gülmek için de geçerlidir!
Charles Hébé nihayet çocuğun dikkatini çekebilmişti. Çocuk Hébé’ye döndü ve düşüncelere daldı. Gülümseyerek cevap verdi.
– Öyleyse ağlamak gülmekten daha anlamlı olabilir. Umarım böyle bir denge gerçekten de vardır!
– Emin ol, böyle bir denge var Samuel. Belki şimdi sen de bana bir sır verebilirsin. Merakımı mazur görürsen, neden ağlıyordun? Belli ki bir sorun var ve belki bir çözüm yolu bulabiliriz.
– İlginiz için teşekkürler ancak sanırım bulamayız. Neden diyeceksiniz, hemen söyleyeyim. Çünkü dünyadasın ve bunun bir tedavisi yok!
– Anlıyorum sanırım, ancak senin yaşlarında bir çocuk için fazlaca karamsar cümleler değil mi bunlar? Dünyanın o kadar da kötü bir yer olduğunu sanmıyorum.
– Sizin için nasılsa, öyledir dünya. Benim içinse böyle. Karamsarlığa gelecek olursak; bunun yaşla ilgisi olduğunu sanmıyorum ve bunu Oncle Cauchemére gibi bir karakterin yaratıcısı mı söylüyor?
– Aaah! Demek okudun, tanıyorsun beni. Fantastik bir gün için bir sebep daha!
– İsminizi söylediğinizde tanıdım. Gerçi başka bir Charles Hébé olmanız ihtimalini de düşündüm ancak şu anda emin oldum tabii.
– Başıma bela olmayan okurlarım da varmış demek ha! Kitabımı okuyan ve beğenen insanalar bana şimdiye dek hep zarar verdi. Yazdığım karaktere bir fanatizm boyutunda bağlandılar ve işler içinden çıkılamayacak bir hal aldı. Kitaptakine benzer cinayetler işlendi. İkinci bir Oncle Cauchemére kitabı yazmadığım için tehdit edildim, evim yakıldı ve öldürülmeye çalışıldım. Bu sebeple ayrıldım Paris’ten ve senelerdir Fransa’nın kuzey sahillerinde bir oraya bir buraya savruluyorum. Bir yerde çok fazla kaldığımda Cauchemére fanatikleri beni buluyor ve problem çıkartıyorlar. Ancak ikinci kitabımı bitirdim nihayet. Çok yakında herkesi memnun edecek bir son ile eski hayatıma dönebilmeyi umut ediyorum. Peki ya sen, sen ne düşünüyorsun kitabım ile ilgili? Neler hissettin okuduğunda?
– Bu soruyu sormamanızı dilerdim aslında. Ancak madem sordunuz söyleyeyim. Kitabınız edebi yönden tam bir felaketti. Oncle Cauchemére figürüne bağlanan insanlar olması ise normal. Hastalıklı bir karakter ile hastalıklı insanları bir araya topladınız. Başarınızın bundan fazlası olmadığı açık. İnsanlar katillerden yalnızca kitaplarda ve tiyatrolarda hoşlanırlar. Gerçek hayata dokunmayı başaran bir katil kitap karakteri aklı başında kimselerce desteklenmez, beğenilmez. Aslında yazmayı tamamen bırakmanız herkes için en iyisi olabilir. Yine de yanılıyor olabilirim. Nihayetinde ben sadece beş yaşında bir çocuğum.
Çocuk sözleri sonrasında Hébé’nin kaskatı kesilmiş vücudunu ve kızaran gözlerini görünce müsaade isteyerek hızlıca gemisine doğru yürümeye başladı. Haklı olarak biraz ürkmüştü. Charles’ın ise az önceki mutlu halinden eser yoktu şimdi. Etrafına bakındığında çocuğun gördüklerini gördü bu kez. Kapkara bir gökyüzü, çirkin binalar ve rahatsız edici sesler…
Hébé, çocuğun sözleri sonrasında adeta çılgına dönmüştü. Her zerresini kara düşünceler kaplamış, diğer hislerinin yaşadığı kasabalar bu öfke selinin altında yitip gitmişti. Binlerce şey akıp gidiyordu zihninin nehirlerinde ancak hiçbir şey düşünemiyordu. İlk defa böylesine ağır bir eleştiriye maruz kalmıştı. Ne yapacağını bilemez halde ama sinirden titreyerek kalktı oturduğu banktan. Bir kez daha lanet okudu tüm insanlığa; bir kez daha haykırdı mutluluk diye bir şey olmadığını, bir kez daha kızdı kendisine bir insana iyi davranmanın bedelini ödemek zorunda kaldığı için, bir kez daha hatırladı insanın özünde kötü bir varlık olduğunu ve bir kez daha fark etti çocukları neden sevmediğini. İnsan özünde kötüydü, ve yılanın başı küçükken ezilmeliydi. Her insanın uçuk kaçık fikirleri vardır kimseye söyleyemediği. Her insan en az bir sır taşır, en yakınından bile sakladığı. Hébé’nin kimseye söylemediği şey de buydu işte. Tüm çocuklar ölmeli, dünya denen bu bataklığın sonu getirilmeliydi. Fakat bu sadece bir yaklaşımdan ibaretti ve gerçekçi değildi.
Hébé bir süredir Caen şehrinin biraz dışındaki küçük, eski bir pansiyonda kalıyordu. İskeleden pansiyona kadar yürümüştü ve bu öyle az da bir mesafe sayılmazdı. Ancak sakinleşmek şöyle dursun, her geçen an öfkesi artarken pansiyona kadar nasıl geldiğini bile anlamamıştı. Kapısının önünde durmuş, kapıya küçük çivilerle tutturulmuş sarı renkli 1, 0 ve 7 sayılarına bakarken bulmuştu kendisini. Bu benim kapı numaram diye düşündü. Öylesine bir nöbet geçiriyordu ki, anahtarı ancak sekiz ya da dokuzuncu denemesinde deliğe denk getirebildi. İçeri girer girmez gözüne ilk takılan şey kitabının taslağı oldu. Masasının üzerinde duruyordu ve üzerinde “La mort d’Oncle Cauchemére” yazıyordu. Montunu askılığa bıraktı ve masasına oturdu. Bir nefeslik süre sonrasında hepten zıvanadan çıkmıştı. Taslağı odanın dört bir tarafına saçtı ve sinirden sayfaları yemeye, ısırmaya başladı. Büyük bir öfke nöbeti geçirmekteydi. O kadar ince bir çizgide yürüyordu ki uzun zamandır, akşamki piç kurusunun sözleri Hébé’yi yoldan çıkarmıştı. Bunun asıl sebebi ise içten içe çocuğun haklı olduğunu biliyor olmasıydı. Kalıcı bir eser ortaya çıkaramadığının, yazdığı kitabın edebi bir başyapıt olmadığının, arkasını döndüğünde herkesin ona güldüğünün ve ilgi gösteren okurların büyük oranda Oncle Cauchemére’de kendisinden bir parça bulan potansiyel caniler olduklarının başından beri farkındaydı.
Hébé savaş alanını andıran odasında, başını ellerinin arasına almış, sırtını duvara yaslamış otururken yapması gerekenin ne olduğuna karar verdi. Dolabına doğru yürüdü ve dolabın alt çekmecesinden çıkardığı yüksek topuklu ayakkabılarını giyerek, masaya tekrar oturdu. Bu kez masanın çekmecesini açtı ve içinde envaiçeşit makyaj malzemesi olan ufak bir çanta çıkardı. Bir kadın özeni ile yaptı makyajını. Yatağının yanındaki komodinin üçüncü çekmecesini açtı ve siyah bir peruk çıkardı. Yine aynı özenle kafasına geçirdi. En güzel takım elbisesini giydi ve ayna karşısında son rötuşlarını yaptı. Bıyığını şöyle bir burduktan sonra kendi kendine şöyle mırıldandı “Oncle Cauchemére tekrar sizlerle!” Aynanın karşısında etrafında tam tur dönerek kendisini izledi. Kulakları fazla büyüktü ve peruktan dışarı taşıyordu. Bu görüntü moralini bozmuştu. Şimdilik bunu görmezden gelebilirdi. Az önce pencereye doğru fırlattığı kalemini alarak tekrar masasına döndü ve temiz bir kağıt çıkardı. Paris’teki arkadaşı Marcel’e son bir mektup yazmalıydı ve sonrasında da yapılacak olanlar yapılacaktı.
Anlık kırılmalar, yaşanan zamanı hepten değiştirebiliyordu. Güzel bir akşamüstü iyi niyetle kalkışılan bir sohbet girişimi Hébé’nin ve birçok hayatın kader çizgisini aniden değiştirmişti. Uzun zamandır delirmemeyi başaran Hébé, daha fazla dayanamamış ve tüm bu olanlar herkesi ve her şeyi bu ana kadar getirmişti.
Oncle Cauchemére sabaha karşı odasından çıktı ve resepsiyona doğru yürüdü. Çalışanların korku dolu ve biraz da şaşkın bakışları arasında odasının anahtarını resepsiyonun mermer tezgahına bıraktı, çıkış yapmak istediğini söyledi. Zor da olsa resepsiyonisti Charles Hébé olduğuna ikna ettikten sonra Marcel Proust’a yazdığı mektubu posta kutusuna attı ve pansiyonu terk etti.
Şehrin ışıkları; bir kadının koynuna sokulan erkek gibi usulca ve şehvetle yayılmaya başlamıştı sokaklara. Güneşin ufuk çizgisinden denize merhabası, karanlıkla sona erecek bir başka günün habercisiydi sadece. İşte bu merhabanın derinliklerinde gözden kayboldu Oncle Cauchemére.
Charles’ın odayı boşaltmasından yaklaşık üç saat kadar sonra odayı temizlemeye gelen iki temizlik görevlisi kadın gördükleri karşısında dehşete düşmüştü. Kadınlardan birisi olduğu yerde bayılmış kalmış, diğeri ise kendisini dışarı zor atmıştı.
Çok geçmeden bu köhne pansiyonun etrafını bir mahşer kalabalığı kapladı. Bir köşede temizlikçiler, diğer köşede resepsiyonist ifade veriyor, pansiyon ve çevresinde kuş uçurtulmuyordu. Olay yeri inceleme ekibi çoktan gelmiş, odada bulunan, kulak parçası olduğu düşünülen iki parçayı ve ve bir erkeklik organını itina ile poşetliyorlardı. Tüm duvarlarda kan izleri vardı ve ortalık fena halde dağılmış bir vaziyetteydi. Resepsiyonist polislere Hébé’nin posta kutusuna attığı mektuptan bahsedince mektup derhal kutudan çıkartıldı ve Başkomiser Victor Palery tarafından dikkatlice okundu.
“Sevgili Marcel Proust
Bu mektup aptal bir şehrin, zevksizce döşenmiş bir pansiyon odasında yazılıyor. Açıkçası benden bir daha haber alabileceğinizi sanmıyorum. Baştan belirtmeliyim, mektubu yazdıktan sonra ilk kalkan gemi ile İngiltere’ye, oradan da İrlanda’ya geçeceğim. Bu mektup senin eline geçtiğinde ben çoktan yeni hayatıma başlamış olacağım. Benim yeni hayatıma başlıyor olmam ile birlikte bazı hayatlar da bundan olumsuz etkilenecek. Ancak Herakleitos’un da dediği gibi “Tüm ölümlüler ölümsüzdür ve tüm ölümsüzler de ölümlü. Biri diğerinin ölümünü yaşar, diğeri de ötekinin yaşamını ölür. Her şey karşıtı ile var olur ve her an her şey değişir.” Artık o söz konusu karşıtlık benim Marcel. Hayatın karşısındayım, hayat var olabilsin diye. Her şey değişti artık. Yarın tekrar değişecek ve ben bugünden itibaren hikayeler değil, insanların kaderlerini yazacağım. Bu dünyaya kaosun hakim olma vakti geldi de geçiyor. Üzerime düşeni yapacağım ve buna da İrlanda’dan başlayacağım.
Sevgili Marcel, berbat bir yazar olmama rağmen beni yazarlığa teşvik ettiniz ve hakkınızı teslim etmeliyim, beni hep sevdiniz ve desteklediniz. Bu sebeple hepinizden ölesiye nefret ediyorum. Umuyorum ki hak ettiğinizi bulacaksınız ve dünyanın adaleti sizin için de tecelli edecek. Yine de sizleri çok sevdiğimi söylemeliyim. Olmam gereken kişi olabilmem için geçmem gereken kapının anahtarını verdiniz bana. Şimdi burada sana ve sizlere veda etmeliyim. Yetişmem gereken bir gemi var…
Oncle Caucheméreden sevgilerle.”
Histerik satırlardı. Dengesiz satırlardı. Dehşet verici satırlardı. Ama en çok da faydalı satırlardı. Artık polislerin elinde sağlam bir başlangıç noktası vardı. Gereken ne varsa hızlıca yapıldı, tedbirler alındı, Charles Hébé Fransa’da, İngiltere’de, İrlanda’da… her yerde arandı. Ancak sonuç hayal kırıklığı oldu. Charles Hebe hiçbir zaman yakalanamadı. Ortadan kaybolmasını takip eden süreçte başlayan çocuk cinayetleri neredeyse ara vermeden altmış yıl devam etti.
Bugün, Hébé’nin 1911-1968 yılları arasında kitaptaki yöntemlerle öldürülen yaklaşık üç bin çocuğun katili olduğu düşünülüyor. 1968 yılının Ekim ayında öldürülen yedi yaşındaki Samuel’in ardından başka bir Oncle Cauchemére cinayetine rastlanmadı. Resmi evraklara da 1968 yılı Charles Hébé’nin, nam-ı diğer Oncle Cauchemére’in ölüm tarihi olarak geçildi.
Sizin isminizi görünce özellikle seçkiyi okuduğumu belirterek başlamak istiyorum. Hem söz konusu karakterin öyküsünü boşluksuz biçimde verirken hem de öykünün sonuna iddialı bir ters köşe koymayı o kadar güzel kurgulamışsınız ki çok beğendim. Sadece önceki seçkilerde sizden okuduğum güzel ve ahenkli cümleleri tekrar görmek istedim. Bunu da bir okur şımarıklığı olarak görün, tamamen hayran isteği.
Sevgiler…
Karakter geliÅimi olmazsa olmazdır benim için bir romanda, öyküdeyse görmezden gelebilirim bunu, ama gördüÄüm vakit de ihya olurum. Burada olduÄu gibi. Bir geçiÅ hem hızlı, hem de pürüzsüz nasıl olur? Böyle olur.
Buna benzer bir Åeyler vardı kafamda, sonrasında vazgeçtim. Fakat görüyorum ki çok deÄer verdiÄim bir kalem eÅsiz bir Åekilde hayata geçirmiÅ Öyküde beÄendiÄim kısımları alıntılamayacaÄım lâkin bir detay var ki elimi ayaÄımı titretti. Sizin için geliyor:
Samuel Beckett ile yaÅadıÄım da Åuydu:
Öykünün en güzel noktası, Beckett’ın bacak kadar hâliyle eleÅtiri yaÄmuruna tuttuÄu adamın sözlerini gamsız gibi araklaması. Muazzam.
Sözün özü, Cem Pala yine yanıltmadı okuru.
Merhaba,
Çok teşekkür ediyorum güzel sözleriniz için. Gerçekten ne söyleyeceğimi bilemez bir hale getiriyorsunuz beni. Ne zaman bir öyküme yorum yapsanız, bir mahcubiyet hissediyorum. Sanırım hak etmediğimi düşündüğümden.
Ve böyle hissetmemin bir diğer sebebi de, sizin öykü yazmak noktasında benden daha başarılı olduğunuzu düşünmem de olabilir. Dün Çağatay ile konuşurken de buna vurgu yaptım. Ona söyledim, buradan da söyleyeyim. Yazdığınız öyküler için yapılan yorumlara verdiğiniz cevapları da ilgi ile takip ediyorum ve fazla alçak gönüllü davrandığınızı düşünüyorum. Bu seçkideki öykünüzü henüz okuyamadım ama çok çok iyi bir öykü okuyacağımdan eminim.
Sözün özü, çok iyi öykücüler olduğunu bildiğim insanlardan aldığım güzel eleştiriler beni ziyadesi ile mutlu ediyor. Siz de bu öykücülerden (Uydurukçulardan) birisiniz. Vakit ayırdınız; okudunuz, yorum yaptınız. Sağ olun. Tekrar teşekkür ederim.
Saygılar bizden ve sevgiler de,
Görüşmek üzere
Çağatay baba, selamlar ve saygılar. Baş tacısın demiş miydim daha önce?
Okuduğun ve yorum yaptığın için, zamanını ayırdığın için teşekkür ederim.
Seni tanımadan önce de tanıyan, takip eden, yazdıklarını ve yaptığın yorumları okuyan biriydim. Türker Bey sağ olsun, kendisi yetmezmiş gibi başka güzel insanları da hayatıma sokmaya devam ediyor. Sayesinde söylediği her sözün altı çizilmesi gereken bir adamla daha tanıştım: seninle!
Dolayısı ile şimdi yazdığın her şeye ayrı bir önem yüklüyorum. Öyküyü okuduğun esnada sana keyifli bir zaman dilimi sunabilmişsem eğer, ne mutlu! Amaç hasıl olmuş demektir. Ufak tefek imla hatalarım ve daha iyi ifade edebileceğim durumları cılız cümleler ile geçiştirdiğim satırlar için senin nezdinde tüm okuyuculardan özür de dileyeyim hemen şuracıkta ve tekrar teşekkür ederek sana müsaadenle uzaklaşayım hemen.
Akşam görüşmek üzere.
Baş tacısın demiş miydim daha önce?
Öykü Seçkisi’nin listesine baktığımda adını altın harflerle gördüğüm yazar, Cem Pala!
Yahu bu ne güzel öyküydü, son satırına geldiğimde yayınladığı gün alıp okuyamadığıma daha fazla üzüldüm. Temayı böyle güzel yansıtabilmek pek güzel bir meziyet doğrusu, ellerinize sağlık.
Gelecek ay da böyle güzel bir öyküyle bekliyor olacağım sizleri, sakın ola yazmamazlık etmeyin. Görüşmek üzere efenim.