“Saklambaç nasıl?”
“Olmaz, sen her zaman başka yerlere dalıp gidiyorsun.”
“Haklısın, peki ya seksek?”
“Bugün çok kalabalık ve asla bebekler de olmaz.”
“Neden ki?”
“Şey…”
“Ney? Hadi ama George sen benim en iyi arkadaşımsın, çekinmene gerek yok.”
“Viola sen de benim en iyi arkadaşımsın, seni kırmak istemiyorum.”
“Sen beni kıramazsın ki George, dediğim gibi en iyi –ve tek- arkadaşım sensin.”
“Peki o zaman…” dedi George ayağıyla yeri eşelemeye çalışırken “senin şu bebeğin oynamak için çok korkunç ve oğlanlara göre değil.”
“Minola mı korkunç?”
“Evet. Onu sevdiğini biliyorum ama onun gözleri yok Viola!”
Viola bir elinde sıkı sıkı tuttuğu bebeğini kucağına oturttu ve ona dikkatlice baktı. Buğday sarısı saçları ve siyah bir elbisesi vardı fakat sol kolu hatırlayamadığı bir sebepten ötürü kopmuştu. Omuzlarını silkti.
“Daha önce pek fark etmemiştim, yani korkunç olduğunu…”
“Küsmedin değil mi?”
“Hayır, düşüncelerini söylediğin için teşekkür ederim ama benim şimdi gitmem lazım,” dedi ve hızla ayağa kalktı. Elbisesini düzelttikten sonra Minola’nın kolunu daha bir sıkı kavradı.
“Hani küsmemiştin?”
“Küstüğümü de nereden çıkardın?” dedikten hemen sonra George’nin cevap vermesine bile izin vermeden yanağından öptü.
George öpücüğün şaşkınlığı ile oturduğu yerde kalırken, Viola içinde büyük bir şüpheyle hızlı adımlarla uzaklaştı.
İrili ufaklı taşlardan oluşan evinin minik renkli kapısını hızlıca kapatarak, mutfağa annesinin yanına gitti. Annesi sebzelerle olan sohbetine çoktan başlamıştı bile. Viola bunu neden yaptığını uzun süreler düşünse de hiç anlamamıştı. Bir defasında “Anne onlar konuşamaz,” dediğinde annesi “ah tatlım, elbette konuşurlar. Her akşam yediğimiz o leziz yemekler, onların kendilerini ifade etme şeklidir,” demişti. Viola bunun hep bir saçmalık olduğunu düşünmüştü. Mutfağın bir kenarına geçip ayakta dikilmeye başladı. Ayaklarını içe çevirmiş, somurtmuş ve Minola’yı hala sıkı sıkıya tutuyordu.
“Ah Viola! Mutsuzluğun tüm dünyada hissediliyor olmalı. Ne oldu tatlım?” Ellerini belindeki havluya temizleyerek, küçük kızının yanına kadar gidip dizlerinin üstüne çöktü.
“Anne sence de Minola korkunç mu?”
Başını yana hafifçe eğip kızının elindeki sarı saçlı bebeğe dikkatle baktı.
“Portakal suyu ister misin?”
“İsterim,” dedi Viola.
Bu sorunun tek bir anlamı vardı; birisine bir şey söylemek zorunda olduğunuzda ve o söyleyeceğiniz şeyin, karşınızdakini inciteceğini biliyorsanız böyle yapardınız. En azından Viola ve ailesi için böyleydi. Kardeşi Henry’nin en sevdiği arabası kırıldığında ve tamir etmek için babasıyla umutsuzca bir hafta uğraştıklarında Henry “Baba ne zaman tamir edebiliriz?” diye sorduğunda da babası aynı şeyi söylemişti. Pek tabi bu bazı zamanlar değişiklik gösterebiliyordu. Nar suyu, vişne suyu, limonata; eğer büyük biri ise şarap gibi alkollü içecekler de önerildiği oluyordu.
O gece Viola için oldukça zor geçmişti. Yatağında oturup bütün gece Minola’yı seyretmişti ve kendi kendine konuşmaktan boğazları sızlamaya başlamıştı. Defalarca “Neden?” diye tekrarladı. Hızla geçip giden saatler tüm cevaplarını tüketiyor, umutsuzluğa kapılmasına sebep oluyordu. O gece kendini kabul edebilmenin savaşını verdi Viola ve kimseye bir şey söylememe kararı aldı. Ne annesine, ne de babasına…
Ertesi gün ilk işi olarak George’nin yanına gitti. Saçları her zaman olduğundan farklı ve düzensiz, gözlerinde mor halkalar ve yürüyüşünde de aksaklıklar vardı ama Viola buna aldırış etmedi. İstediği tek şey en yakın arkadaşının onu onaylaması ve destek çıkmasıydı.
Viola’nın elinde yine Minola vardı. Yanına oturdu ve kulağına uzanarak elini siper etti. Sanki birileri duyabilecekmiş gibi oldukça sessiz bir şekilde bir soru sordu. George da aynı şekilde fısıltıyla karşılık verdikten sonra Viola tekrar bir şeyler söyledi. Bundan sonra George’nin “Tanrılar aşkına Viola sen lanetlisin!” diyerek tepki vermesi ve hızla yanından kalkıp gitmesi bir oldu.
Viola oturduğu kaldırımda, tek arkadaşının da ondan korkarak kaçıp gitmesindeki telaşı dikkatli bir şekilde izledi. George gittikten sonra bakışlarını etrafındaki insanlara çevirdi. Her seferinde birini seçiyor ve görüş açısından çıkana kadar dikkatlice izliyordu. Uzun bir süre bunu yapmaya devam etti. Hepsinin nasıl da birbirinden farklı olduğuna şaşırdı ve neden böyle olduklarına. Yemek vaktinin yaklaştığını fark ettiğinde oturduğu yerden kalktı, Minola’ya hayal kırıklığı ile baktı ve evin yolunu tuttu.
George’un ölene kadar en iyi arkadaşı olarak kalacağını düşünmekle nasıl bir hata yaptığını o gece daha iyi anlamıştı. Güneş yeniden ufukta belirdiğinde ve gecenin karanlığı bir gölge gibi evlerin üzerinden çekildiğinde bile, odasındaki pencerenin önünde hiç kıpırdamadan kendi kendine konuşup durmuştu. O gece Viola bir dakika bile uyumamıştı ve uyumadığını da annesi kahvaltıya çağırmak için seslendiğinde fark etmişti. Neredeyse iki gündür uyumuyordu. Kahvaltıda annesinin garipseyen bakışlarıyla karşılaştı ama yine de kimse ona soru sormadı. Kardeşi Henry bile fark etmiş olacak ki en sevdiği kitabı okumayı önerdi. Portakal suyu önerileri ve kitap okumaları düşündüğünde ailesini ne kadar çok sevdiğini daha iyi anladı.
Viola o iki uykusuz geceyi asla unutmadı. “Bir daha asla arkadaş edinmek yok,” dediğini “Kimseye lanetten bahsetmek yok,” dediğini ve hatta “Minola bile sizden daha iyi görünüyor,” diye isyan ettiğini bile unutmadı. Kahvesini yudumlarken gözü şöminenin üstünde duran Minola’ya kaydı. Gülümsedi.
“Ah Minola! Seni neden sevmediklerini geç de olsa anladığıma çok seviniyorum.”
Kahvesinin son yudumunu da içtikten sonra keten bezinden yapılma çantasını aldı ve dışarı çıktı. En sevdiği parka gidip boş bir bankın üstüne oturup, resim yapmak için kullandığı defterini açtı. Etraftaki insanların her birini dikkatlice incelemeye koyuldu. Saatlerce bekledikten sonra kalemini kıpırdatamamanın verdiği o tanıdık hüzünle, defterini ve kalemini dikkatlice kaldırdı ve eve doğru yürümeye başladı.
Gecenin bir hırsız gibi, bulduğu her yüksek şeyin altına nasıl saklandığını izledi yol boyunca. İnsanların nasıl telaşlı hareket ettiğini ve bu güzel manzaraları nasıl kaçırdığına üzüldü. Takım elbise içindeki bir adam elinde telefon, sadece ekrana bakarak yürüyordu ve o da korkunç görünenlerden sadece bir tanesiydi. Başka bir tanesi elinden tuttuğu çocuğuna sanki bir poşet gibi davranıyordu. Bir diğeri kendisini kaldırım taşlarının sıkıcılığına vermiş hızlı adımlarla yoluna devam ediyordu. Bir kadın topuklu ayakkabılarının tıkırtısında sanki kendi çığlıklarını bastırmaya çalışıyordu. “Hepsi de çok korkunç,” diye geçirdi içinden. “Sanki yaşamayı çoktan unutmuşlar.”
Sıkıcı yürüyüşün ardından neredeyse evine varmıştı ki, elinde teneke bir kap tutan ve önünde büyükçe bir yazı olan adam, Viola’nın dikkatini çekti. Yazıya hiç dikkat etmedi, olduğu yerde kir pas içindeki adama bakakaldı. Cebinden birkaç bozukluk çıkartıp adamın elinde tuttuğu kabın içine attı, titreyen ellerle. Ne zaman böyle birini görse elleri titrer, ayakları boşalır, nefes alıp verişi hızlanır, heyecan yapardı.
“Teşekkürler hanımefendi,” dedi adam.
“Beni görebiliyorsun!”
“Hayır, hanımefendi; parfümünüzün kokusunu alıyorum.”
“Ah,” dedi eliyle alnına vururken “acaba resminizi çizebilir miyim?” Aceleci davrandığı için kendi kendine söylemenden edemedi.
“Çizmek için daha güzel bir şey seçmeniz gerekmez mi? Benim gözlerim, görüyorsunuz ya işte, yok.”
“Bayım, inanın bana bu dünyadaki en güzel insanlardan birisiniz. Üstelik en nadir rastlananlardan olduğunuzu da söylemeliyim.”
“Yapmayın hanımefendi! Dünya üzerinde gözleri olmayan bir sürü insan var.”
“Belki ama hepsi sizin gibi görünmüyor. Ne diyorsunuz, çizebilir miyim?”
Yine aceleci davranmıştı ama bir an önce çizmeye başlamak istiyordu. Gerçi gizlice de çizebilirdi ama böyle yapmak istemiyordu. Çizdiği herkesle konuşmak onların hayat hikayelerini öğrenmek Viola için çok önemliydi.
“Eğer gerçekten istiyorsanız, tabii çizebilirsiniz.”
“Çok teşekkür ederim.”
Viola heyecanla çantasından defterini ve kalemini çıkarttı. Adamın tam karşısında yere oturup, dikkatlice noktalar koymaya başladı. Etraflarından gelip geçen insanlarla ilgilenmiyordu. Bazılarının arkasında durup ne yaptığına bakmaya çalıştıklarını hissediyordu ama hiç kimse onu bu resmi bitirmekten alı koyamazdı. Gece gittikçe şehri kaplarken noktalarına bir ara verdi. Adama dikkatlice birkaç dakika daha baktı. En ince ayrıntısına kadar hafızasına kazımaya çalıştı.
“Yarın yine burada olur musun?”
“Benim evim sokaklar hanımefendi ama hep burada olmuyorum. Resminizi bitiremediyseniz bu gece burada konaklayabilirim.”
“Aslında sıcak bir yerde uyumak isterseniz benimle gelebilirsiniz. Size biraz berbat yemeklerimden yapabilirim. Onlarla konuşmayı beceremediğimden sanırım böyle oluyorlar…”
“Beni evinizde ağırlamak istediğinizden gerçekten emin misiniz?”
“Evet, elbette. Eğer teklifimi kabul ederseniz çok memnun olurum.”
Adam başını gökyüzüne çevirdi. Biraz bekledikten sonra “Peki ama bir şartla,” dedi.
“Kabul ediyorum!” diye atıldı hemen Viola.
“Daha şartımı durmadınız bile!”
“Şartınız neyse kabul ediyorum, zararlı bir şey istemeyeceğinizi biliyorum.”
“Gerçekten tuhaf birisiniz. Şartım; resminiz bittikten sonra bana nasıl göründüğümü anlatmanız.”
“Bir kadeh şaraba ne dersin?”
“Ah, eğer güzelse neden olmasın.”
Adam oturduğu yerden kalkarken Viola da yardımcı oldu. Zaten evi yakın olduğundan çok fazla yürümelerine gerek kalmadı. Hafif hafif yağmur çiselemeye başlarken çoktan merdivenlere ulaşmışlardı. Bu kısa yolculuk boyunca annesinin sebzelerle olan sohbetinden ve yemeklerinin neden berbat olduğuna dair saçma hikayesini bir çırpıda anlattı.
Eve ulaştıklarında elinden gelenin en iyisiyle bir çorba yaptı. Adamın, pencere kenarındaki en sevdiği koltuğuna oturmasına yardım etti. O çorbasını içerken hem sohbet ettiler hem de resmini yapmaya devam etti. Yağmur bile sanki onların konuşmasını bölmek istemezmiş gibi usul usul yağıyordu. Hızla geçip giden bu süre içinde yaşlı adamın adının Nathan olduğunu, eski bir asker olduğunu ve savaşta düşman askeri tarafından yakalanınca gözlerini nasıl kaybettiğini öğrenmişti. Öyle çok üzülmüştü ki Nathan “Lütfen üzülmeyin, üstünden çok fazla yıl geçti,” demişti. Viola bir ara eskiden de mi bu şekilde görünüp görünmediğini merak etti. Bunu her zaman merak ederdi. Yıllar geçmesine rağmen hala bu merakına bir cevap bulamamıştı ama bir gün mutlaka bulmayı umut ediyordu. Yağmur damlaları camın üstünde tıpkı saatler gibi hızla akıp gidiyordu. Gece iyice kendini hissettirmeye başladığında, güzel bir yatak hazırladı ve adamın nasıl uyuduğunu seyre daldı.
O gece Viola, hayatta yaşanacak güzel şeylerin olduğunu bir kez daha anladı. Nadir de olsalar, onları resmetmenin ne kadar değerli olduğunu fark etti. Resmi bitirdiğinde dikkatlice baktı. Hiçbir şey atlamadığına emin olduktan sonra sayfanın altına tarihi ve numarayı yazdı; on üç. Bu güne dek sadece on üç kişi gerçekten çizilmeye layıktı ve hepsinin hikayesini neredeyse en ince ayrıntısına kadar hatırlıyordu.
Yedi numara; çiftçi bir kadındı. Çocukluğunda geçirdiği bir kaza sonucu gözlerini kaybetmişti ve hayatı boyunca o çiftlikten hiç çıkmamıştı. Dokuz numara; Fabien… İlerlemiş yaşına rağmen oldukça iyi görüyordu. Etrafındakilerin onun için “Deli,” dediğini anımsıyordu. Resmini çizerken ona perilerden bahsetmişti. Neler yaptıklarını, diğer çokbilmişlerin onları neden göremediklerini ve Viola’nın da etrafında da birkaç tane olduğunu söylemişti. İki numara; sandalyeli adamdı. Neredeyse her gün aynı saatte sallanan sandalyesine oturuyor ve çiçeklerine öyküler anlatıyordu. Hatta Viola onu çizerken bile öykülerini anlatmaktan vazgeçmemişti.
Hepsinin hikayesini anımsayarak sayfaları çevirdi. On iki numaraya geldiğinde yüzü asıldı. Tanrı’ya onu koruması için küçük bir dua gönderdi. Henüz yedi yaşında bir çocuktu Azer. Kendisi gibi adının da değişik olduğunu düşünmüştü Viola. Onu bir hastanede ölüme çok yakın bir anda tanımıştı. Resmini bitirir bitirmez de dünyadaki yolculuğu bitmişti. Defteri kapatıp ona sarıldı ve Minola’ya döndü.
“Görüyorsun ya Minola, hepsi senin gibi muhteşem.”
Güneş gökyüzünde yükselmeye başladığında kendine bir kadeh daha şarap doldurdu. Yağmur artık yağmıyordu. Koltuğuna oturup, battaniyesini omuzlarına attı. Misafiri uyanana dek, kendisiyle olan derin sohbetine devam etti. Hatta Tanrı’ya verdiği lanet için teşekkür etti. “Bu lanet sayesinde Tanrım, insanları başkaları gibi göremiyor olabilirim. Hepsini piksel piksel görüyor olabilirim ama tam anlamıyla görebildiklerimin hepsinin bu kadar saf, bu kadar temiz ve bu kadar kusursuzca iyi niyetli olduklarını bilmek, benim için bir lütuftur.”
Fazlasıyla yoğun bir anlatıma sahip bir öyküydü. Sadece anlatım da değil, duygular da çok yoğundu. Genelde bu tarz öykülerden pek hoşlanmasam da bunun iyi olduğunu söyleyebilirim. Sonraki seçkilerde görüşmek üzere.
Görüşlerinizi belirttiğiniz için teşekkür ederim. Umarım ilerleyen seçkilerde de görüşürüz.