Kaybolduğumu söyleyebiliyorum. Çünkü gözlerimin daha önce hiç temas etmediği kadar yoğun, iç içe geçmiş binlerce üçgen, tüm şakalarıma dehşet salarken, hareket halinde gözüküyordu. Sanki her bir kenar, her bir ikiz kenar veya her bir dik kenar canlıymış ve ayaklarımın dibinde simsiyah bir denizin hafif kırpıntılarını hissettiren bu yolu kaplayan binlerce kenar; sonsuz bir yola dönmüş de hayatımın sonuna değin önümde böyle serilecekmiş gibime geliyor.
Üçgen… Üçgen… Kenarlar… Yükselen, gerinen, tekrar küçülen binlerce kenar, sürekli değişen açılar… Kaç saattir yürüyorum? Ya da ne zaman yola çıktım? Bu yolu neden seçmiştim? Sorular uzak ve soğuk geliyor, her biri incecik kesilip, yeni bir kenara dönüşüyor. Puslu, yoğun ve berbat gazlarla zümrüt yeşile dönmüş bu havayı tüketmeye devam ediyorlar. Yaşıyorlar.
Ağız dolusu bir çığlık kopuyor. Hayır-bu bir çığlık değil. Binlercesinin soluğu yalnızca. Tenimde incecik, kıpkırmızı yollar açıyor çığlıkları. Tane tane sızan kızıl damlalar birer aleve dönüyor önümde. Karanlık yolumu aydınlatıyor ve üçgenler birbirine daha çok sokuluyor.
Alevlerin ardında ince, uzun bir siluet ayaklanıyor; bunu, sanki yapılan en kolay işmiş ve sanki sadece alevlerin arasından doğmalıymış gibi bilinçle ve istekle yapıyor. Gölgesine bakıyorum, güzel parmakları alevlerleri aralayarak dışarıya fışkırıyor. Dirsekleriyle gövdesini iteliyor, önüme, tam ayaklarımın dibine varıyor.
Alevlerin yaladığı yüzü ıslak ama pürüzsüz, sarı teninin üzerinde dövmeler kabarıyor. Kan ve ateşin çocuğu, kainatın tüm antik dilleriyle bezenmiş vücudunu gererek gözlerini açıyor.
Çehresi koyu karanlık bir maske ile kaplı, alnından burnunun üzerinden kıvrılarak iniyormuş gibi genişliyor, yanaklarının üzerini sıyırarak tekrar daralıyor. Gözlerinin çevresindeki karanlığı, tüm renklerin karıştığı iki vaha yerle bir ediyor. Mavi halelerle ile çevrili, binlerce renk, binlercesi, uzun kirpiklerle taçlanıyor. Kirpiklerinin gölgesi, yaldıza bulanmış fakat hâlâ pembe ve canlı yanaklarının üzerinde büyüyor.
Tertemiz bir yüz, diye düşünüyorum. İçimde doğan ve ölen yüzlerden daha temiz ve istekli yaşamaya. Önüme oturuyor; gözleri kapalı, kaşları çatık ama ifadesi sinirli değil, aksine rahatlamış gibi. Küçük ağzı sımsıkı kapalı. Konuşmayı sevmiyor, anlatacaklarını duymayacağım, göreceğim. Sol yanına oturuyorum ben de. Yol bizim için sonlanıyor.
Çocuk, içgüdüsel olarak sol elimi iki eliyle çekiştirip, ağzına sokuyor. Dudaklarının arasından alevlerin arasında parıldayan karanlık ışık, işaret parmağımla birlikte içeri giriyor, dişlerinin arasında patlıyor sonra. Küçük avuç içleri nasırlaşmış fakat parmakları yumuşak. Beni tanımlıyor, adlandırıyor, beni tekrar var ediyor; birkaç diş izniyle kaplı kana bulanmış görüyorum parmağımı.
O eller, sol bileğimi kavrıyor ve üzerine işleniyor büyüsü; derimin üzerinde gezinen birkaç parmak ucunda görmeye başlıyorum. Önce şekiller, sonra renkler yanıyor; sonra gerçeklik kazanıyorlar.
* * *
Bir ormandır tutturuyor, ağaçların arasında kalın, saydam olmayan bir sis dolanıyor. Ağaç gövdeleri kuzeye dönük ve yosunlanmış, diplerinde zehirli mantarlar türemiş uzun uzun yıpranmış yaprakları, ve ancak kurumuş, kendini mistisizmin içine salıverecek gibi kopukları kalmış; hâlâ hayatta olanlar yukarıya, gün ışığına salmış kendilerini. O ölü yapraklardan biri, gözlerimizin önünde daha da sararıp düşüyor sise. Toprakla bütünleşince cansız bedeni, bir hışırtı kopuyor ellerinden ve irkiliyoruz bu bilindik sona. Tam derin derin solumalarımız durmuşken yine başlıyor hışırtılar, bu sefer bol bol, bu sefer daha derinden ve daha vahşi; bu sefer binlercesi düşüyormuş gibi… Geriliyoruz, gözlerimizi kısıp iki adım ötemizi görmeye çalışarak, siniyoruz fısıltıların içine.
Krema gibi bembeyaz kesilmiş gökyüzü ve ormanın neredeyse tüm renklerini silen beyaz sis aniden kızıla dönüyor, “Bir yerleri kanıyor…” diye girişiyor çocuk. Susturuyorum onu hızlıca; gizli saklı kalıyoruz kızıl buharların arasında. Sonra hemen sıcacık avuçlarını ellerimle kapatıyorum ki yanında olduğumu bilsin.
Sisi bir haykırış bölüyor. Bir ıslık, bir ışık… Öyle hızlı bölüyor ki, kalın sis ikiye ayrılıyor ve sanki alt parçası cansızlaşmış gibi eriyor toprağın içine. Üst taraf ise hâlâ gömülü buharlar içinde. “Görüyor musun?” diye fısıldıyor kulağıma çocuk, gözleri dolu, simsiyah, teni kış güneşinden yanık. Kafamı sallıyorum; sisin bölünen kısmının ardında iri gövdesi, iki yanına dağılmış iki kalın kolu gözüküyor. Sağ elinde o metal ıslık var, devasa bir kasap bıçağı. Sisi ikiye bölen bir canavar. Sağ eli tekrar kalkıyor, tekrar iniyor sisin parçalanan yüzeyine, bir çapraz çizgi daha, metal yüzeyin değdiği kalın sis, büyülü bir mızrak yemiş gibi göğsüne, dağılıyor. Kanlı kolları tekrar iki yanına düşüyor canavarın. Yüzünü neredeyse seçebiliyoruz artık.
İki gözü kanlı, iki gözü kör, ağzı açık ve aç, bir köpek gibi kıvranıyor başı. Kalın kolları, küt parmakları, uzun, siyah, kıvırcık saçları uçuşuyor. Bir kasap gibi doğruyor ormanı. Sisi dağlıyor, sisten arta kalan eğik ağaç dallarını doğruyor, gün ışığını delik deşik ediyor. Bizi görüyor. Üstümüze doğru atılıyor, korkunç bir gürleme duyuyoruz; ağzından köpükler saçan kana susamışın kızıl yüzü, bana gerçekliğin sonu olarak bırakılıyor.
* * *
Çocuk uyanıyor. Sol bileğim yanıklarla dolu.
Merhaba,
Özellikle sisle ilgili olan kısım çok hoşuma gitti. Bütün anlatım güzeldi ama tam orası vurucu nokta oldu benim için. Bu arada öykünün adını araştırdım. Sayenizde bir şey daha öğrenmiş oldum. Teşekkür ederim.
Betimlemeler karanlık ama fazlasıyla canlı, hareketli bir ormanı düşündürttü bana. Güzeldi. İki kez okudum.
Ben teşekkür ederim…