Akşam sayımında 22’ye bakıp göz göze gelmeye çalıştım. Yüzünü siliyordu. Bu kadar terleyen başka bir şey görmemiştim. Kuşları yakından gördüm, penceremin önünden geçtiler. Onlar bile terlemiyor böylesi. Sinirlendim o an, elimde olsa canını yakardım. Fakat orada işte; üst katta, koğuşunun önünde. Uzakta. Bana bak, diyorum içimden. Bana bak ve başımı sallayayım.
Bakıyor.
Herkes küçük dünyasına döndüğünde en baştan her şeyi gözden geçirdim. Devriyelerin geçiş süreleri tamam. Gece kontrolüne kadar 17 dakikamız var. Işık giderek soluyor, bir süre sonra her yer kararacak. İçerideki adamlara kalıyor iş. Hepsiyle anlaştık, aynı hapishaneden kaçacaksak bizden biri sayılırlar zaten. Geç bir umuda bel bağlamaktansa bana güvenmeyi tercih ettiler.
Daha önceden de bu işi yaptığım duyulur duyulmaz ilk 22 yanaşmıştı bana. Dışarıdaydık, gökyüzünü izliyorduk.
“Çıktın mı hiç?”
“Dört defa.”
“Beni çıkartabilir misin peki?”
“Neden zamanını beklemiyorsun?”
Aşağı baktı, yerin de altına. Özlem duygusunu hiç o kadar yoğun hissetmemiştim.
“Onlarla tekrar bir arada olmak istiyorum. Çok zaman geçti, birini bile göremedim.”
“Sadece bu mu?”
“Bu. Tam zamanı bir de; eğer kaçmazsam bir daha ne zaman onları görebilirim, bilmiyorum.”
Planlarımı onunla paylaştım o gün, görevini iyice anladı. Diğerleriyle de tanıştırdım. Artık birkaç gün beklemekten başka bir işimiz yoktu. Bir belirsizlik içinde yaşanan o günleri anlatmaya çalışmak bir yana, düşünmek bile huzursuz ediyor. İki renk içinde yaşamak, görmeyen gözler, anlamsız yüzler içinde geçen saatler kadar geçmez bir zamanı yaşamak ne yazık ki kaderimizde var. Kaderimizi bizim seçtiğimizi söylediler, fakat kandırıldığımızdan eminim. Hayır, bu konuda değil, bu boş saatler hakkında önceden bilgilendirildiğimiz konusunda. Eğer gerçekten öyle olsaydı belki her şey çok farklı olurdu. Seçmediklerimizle ilgili düşünmemiz, konuşmamız yasak. Ne düşündüğümüzü anlayamayacakları ortada, ne ki bunu diğerlerine anlatamadım bir türlü. Herkes korkuyor, bir gece koğuştan alınıp bilinmeyene götürüleceklerini düşünüyorlar. Yine de hak vermiyor değilim onlara; seçmediklerimizi düşünmek geçmişte yaşamak demektir ve geçmişte yaşayan için ne bugün vardır, ne de yarın.
Bir sabah duvarların arasından o manzarayı hayal meyal görünce gülümsedim, zamanı gelmişti artık. Koğuşun kapıları açıldığında gülümseyerek koridora çıktım ve etrafıma bakındım. Ölü ruhların arasında bir parıltı. İkincisi, üçüncüsü… Bana bakıyorlar, yüzlerinde merak dolu bir ifade. Sırıtıyorum bu sefer, onlar da sırıtıyor ve dikkat çekmemek için diğerleri gibi ölü görünüyorlar.
Dışarı çıkarıldığımızda tesadüfen aynı yöne yürüyormuşuz gibi ilerledik ve beyaz duvarların kesiştiği yerde, “Bu akşam. İşaretimi bekleyin,” dedim. İstemsizce başlarını eğmelerine rağmen bir şey göremediler, yine de gözlerindeki parıltıyı seçtiğim zaman duyduğum sevinci anlatamam. Bir iki gölge yakınımızdan geçtiğinde konuyu hemen değiştiriyorduk, sonra parıltılar geri dönüyordu. Biraz daha dolandık, son bir kez planın üstünden geçtik ve koğuşlara dağıldık.
Yatağıma uzandım ve eski zamanları hatırlamaya çalıştım. Binlercesiyle beraber yürüdüğümüz o güzel günler, ayaklarımdan tutmalarına rağmen koparılışım, ateşlerin arasına düşüşüm… Hepsi bir sisin içinde görünüp kayboluyorlardı artık. Birine elimi uzatsam yok oluyor, bir başkası ortaya çıkıp beni kendine çekiyordu. Ne yöne gitsem her yanımda yenileri beliriyordu. Birine dokunmayı başardım, sonra bir diğerine. Üstüme geliyorlardı artık, adım adım yaklaşıyorlardı. Vücuduma yapıştılar, onlardan biriydim. Seslerini duyuyor, onları tekrardan yaşıyordum.
Uyandığım sırada akşam sayımı için kapılar açılıyordu. Koğuşun önüne çıktım ve etrafıma son bir kez baktım. Sonsuza uzanan katlarda yan yana dizilmiş kafalar, ifadesiz yüzler ve her katın orta noktasında yer alan kırmızı bir lamba. Lambanın altında duranların saçları kızıl, batan güneşi anımsatıyor bana.
22’nin başını sallamasından sonra koğuşuma döndüm, ellerimi duvarlarda gezdirdim. “Gidiyorum,” diye fısıldadım, “sizi özleyeceğim. Bakarsınız, siz de benim vücudumda ellerinizi gezdirirsiniz. Daha zaman var. Çok zaman var, ne yapacağımızı bilemeyecek kadar.” Zaten beklemekten, umut etmekten başka ne yapıyorduk ki?
G-66, kapımı açıp gülerek göz kırpıncaya kadar koğuşumda yürümüştüm, başım çatlayacak gibi ağrıyordu.
“Zamanı geldi.”
“Diğerlerinin kapısını açtın mı?”
“Seni bekliyorlar.”
Sessizce koridorda yürümeye başladık. Ayak seslerimiz belki de diğerlerinin rüyalarında yankılanan boğuk bir sesti, o belirsizlik içinde belli belirsiz duyulan davul sesleri. Kimseyi uyandırmadan koridoru geçmeyi başardık, katın köşesindeki ara kapıda diğerleriyle buluştuk. Yerinde duramayan 22, etrafına korkuyla bakan 53, 48, 80 ve 88. Yediydik, 22’nin alarmı çalıştıracak dostu G-4’le birlikte sekiz. Heyecanla beklerken bundan önceki kaçışlarımı, sonra tekrar kaleye dönüşümü hatırladım. Acı vericiydi her dönüş, fakat özgürlüğün tadını, diğerlerinden ayrılıp bir başıma dostlarımla yürümenin tadını aldıktan sonra ödenecek küçük bir bedeldi artık. Belki de o tadın sebebiydi; sonsuz bir mutluluğun, sonunda acı olan mutluluk kadar haz veremeyeceği düşüncesiyle gülümsedim.
O sırada alarm çaldı, “Herkes toplanma bölgesine!” anonsu koridorlarda sonsuz kere yankılandı. Bütün kapıların açıldığı anlamına gelen gürültüleri, saklandığımız köşelere bir an olsun bile bakmadan önümüzden geçip giden gardiyanların ayak seslerini duyuyorduk. 22’nin titreyişini hissedebiliyordum, “Şş,” dedim. Yakalanmak aklımın ucundan dahi geçmiyordu, diğerlerinin de korkmamasını sağlamalıydım. Dünyada korkudan daha hızlı yayılabilen bir şey yoktur.
Son gardiyan da geçip gittikten sonra koridora çıktık ve koşmaya başladık. Son kez dönüp arkama baktığımda o bilindik manzaranın bir kısmını gördüm; bir araya getirilen gölgeler, kararan duvarlar, gardiyanların ifadesiz bakışları. Bir an en yakındaki gardiyanın bana bakıp göz kırptığını sandım, fakat yanıldığımı düşünüp koşmaya devam ettim. G-66’nın peşinden sayısız koridoru, kapıyı aştık, bir süre sonra durup soluk almaya çalıştık.
53’ün hali hiç hoşuma gitmiyordu, sürekli etrafına bakıp korku dolu gözlerle tedirgin ediyordu herkesi. Sakin olmasını söyledim, çok bir şey kalmamıştı. Terini sildikten sonra, “Dayanmaya çalışıyorum,” dedi, “başaramazsam beni o küçücük yere kapatırlar ve çıldırmam bir saniye bile sürmez.”
“Yakalanırsak hep beraber yakalanırız, yalnız kalmaktan korkuyorsan korkma,” dedim ve gözlerine bakıp gülümsedim. Duvardaki küçük bir pencereden gözüken gökyüzüne baktı. Parmaklıklar arasına sıkışmış olsa bile çok güzeldi, sanki elimi uzatsam dokunabilecekmiş gibi hissediyordum. Bir an elimi boşlukların birinden çıkarıp dokunmaya çalışma dürtüsüne karşı koyamayacağımı düşündüm, fakat kurtulmaya o kadar yakındık ki kendimi tuttum. G-66’nın devam etmemizi söylemesinden sonra koşarken gruptakileri düşündüm. Kimi özgürce yürümek, kimi başka yerler görmek için gelmişti bizimle. 53’ün düşlediği bir cennet vardı, her zaman sıcaktı o topraklar. Huzurlu, sakin. “Olmak istediğim yer orası,” demişti 53. “Adını bilmiyorum, fakat ağaçları, tepeleri buradan görebiliyorum sanki. Çok uzakta değil, gidenler anlatmıştı. Zamanın nasıl geçtiğini anlamıyormuşsun, her yer maviymiş, beyazmış, kahverengiymiş, yeşilmiş.” Gülümseyişini tekrar görmek istedim, üzgün denebilecek bir ifadeyle koşuyordu oysa. 48, çocuklarını arıyordu. Kaçacağımızı, kaçacağımız yeri ona söylediğimde bizi ele vermesinden korktuysam da gözlerinin parlamasıyla rahatlamıştım. En yaşlımız oydu, fazla zamanı kalmadığı için kaleden bir an önce kurtulmaya çalışıyordu.
Mecalimiz kalmamıştı, yine de koşmaya devam ediyorduk. İki gardiyan, çabalarıyla nöbetçilerin çoğunu toplanma bölgesine yönlendirmişti. İşimiz oldukça kolaylaşmış olsa da huzursuzdum, bu kadar kolay olmamalıydı. Önceki kaçışlarım hiç bu kadar kolay olmamıştı. Etrafıma daha dikkatli bakmaya başladım. Yorgunluktan gözümün kararması değilse eğer, yan koridorlarda bizimle beraber koşan gölgeleri seçebiliyordum. Emin olamamıştım yine de, panik yapmamaları için kimseye bir şey söylemedim. G-4’ü gördüm sonra, ilerideki kapılardan birinde bizi bekliyordu. Yanına geldiğimizde yere çöktük, bacaklarımızda derman kalmamıştı.
“Tam üstündeyiz,” dedi sırıtarak, üniformasının düğmeleriyle oynuyordu. “Devam etmeliyiz,” diyerek kaldırdım herkesi, sanki karanlıklarca çevrelenmişiz gibi hissediyordum. Öne geçtim ve ana koridora çıkana kadar koştum, koştum. Duvarlar da benimle birlikte koşuyordu. Hiç bitmeyeceklerini düşünerek umutsuzluğa kapıldım, şimdiye kadar kaç kez koşmuştum böyle? Her seferinde yine aynı yerde buluyordum kendimi. Hep aynı duvarlar, aynı beyazlık. Ne zaman sona ereceğimiz düşüncesiyle geçen günlerin birbirinden farkı yoksa neden sürekli hep aynı sabaha uyanmak istiyoruz, günlerin getirdiği aynı merak duygusuyla, aynı yanıltıcı doygunluğu tekrar tekrar yaşıyoruz? Farklı bir gök altında olamayacağız hiçbir zaman, aynı mavilik üstümüzde, bu dünyaya mahkumuz. Aynı tepelere bakan pencerelerdeyiz, kapılar her gün aynı yöne açılıyor, bir gün olsun bir kapının farklı bir yerde, farklı bir manzaraya adım attırdığını görmedim. Yollar aynı; bizden öncekilerin adımladığı yollarda, bizden öncekilerin ruhlarıyla beraber yürüyoruz. Döngüyü kıracağı düşünülenler nerede? Zincir oldu hepsi. Özgürlük, ucu yok bir zincirle ayağımıza bağlıysa nereye kadar gidebiliriz? Gidebilsek bile gerçekten özgür olduğunu düşünemeyecek olanlar için her yer kale, her yer beyaz. Birkaç saniyenin, özgürlüğün doyumsuzca yaşandığı o kısa anın zevki , işte yanan ciğerlerimizi zorlamamızın, krampların girdiği bacaklarımızın gücünün kaynağı, onu düşleyerek, onu hayal ederek boşluğa koşturan bizi, işte o.
Büyük Çıkış’a en yakın kapıdan ana koridora ulaştığımız zaman önümüzde sınırsızca uzanan maviliği, maviliğin önünde satranç taşlarıymış gibi sıralanmış gölgeleri ve arkamızdan, çok uzakta olmalarına rağmen giderek yaklaşan gardiyanları hemen hemen aynı anda gördük. Sirenle birlikte kararan duvarlar daha parlaktı artık, hazırlığın durdurulduğu anlaşılıyordu. O sırada alarm kısıldı ve yüzünü kimsenin görmediği, adını kimsenin bilmediği o adamın, Direktör’ün sesi duyuldu kalenin her yerinde.
“Adı Söylenmeyen’in lafını hatırlayın: Zamanını beklemeyen, başka zamanları yaşamaya layık değildir. En başından beri haberimizin olduğu bu kaçışın başarıya ulaşmasını beklemiyorsunuzdur umarım. Koğuşlarına dönmek isteyenler için hiçbir yaptırımda bulunulmayacaktır.”
G-4 sırıttı ve bizden uzaklaşarak maviliğin önündeki gölgelere karıştı, bizi satmasına karşılık kendisine ne ödül verildiğini merak ettim. Zamansız özgürlükten daha tatlı ne olabilirdi? Bazıları bir yere ait olmak ister, bir ömrü aynı yerde tüketmenin huzur getireceğine inanır. Oysa işte, o maviliğe ait olmak için birkaç adım var sadece önümüzde. Çoğunun yüzünü düşüren hayal kırıklığının aksine, 53’ün ve 22’nin gözlerindeki ışıltı da aynı fikirde olduklarını anlatıyordu. Hepimiz gidemeyecektik belki, fakat denemeye değerdi. Bugün için yaşıyorduk, yarın için yaşayanlara karşı en büyük avantajımız buydu.
Arkamızdan yaklaşanların çok kalabalık olmalarına rağmen önümüzde sadece dört gardiyan vardı, dört ince gölge. Duvara en yakın bendim, iki gardiyanı bir anlığına tutabilirsem 53’le 22 aradan sıyrılabilir, ben de kendimi kurtarıp peşlerinden gidebilirdim. Gidebileceğimi düşünüyordum, boşluğa ulaştığımızda her şey çoktan bitmiş olacaktı zaten. Diğerleri için yapacak bir şey yoktu, yenilgiyi çoktan kabul etmiş gibi görünüyorlardı.
Göz göze geldik ve ardımızdan gelenlerin koca koridoru doldurmaya başladığı sırada ileri atıldım. İlk gardiyanı gafil avlamıştım, ilk darbede yere yıkılmıştı, fakat ikincisinin bacağıma vurup beni yere düşürmesine engel olamadım. Yerde debelendiğimiz sırada yanımdan hızla geçen bir parıltı gözümü aldı, 53’ün özgürlüğe koşuşunu gördüm. Yine böyle bir kaleye döneceğimi bile bile ben de peşinden gitmek, birimle kısıtlanamayacak bir zaman boyunca yürümek istiyordum. Gardiyanın boynuna vurup ayağa kalktım ve kargaşanın ortasında buldum kendimi: yere serilenlerin yanında diğerleri de gardiyanlarla mücadele ediyordu. 22 sağa sola yumruk atarken giderek bana yaklaşıyordu, kendimi tamamen kurtarabilseydim ona yardıma koşacaktım. Bir an için hep beraber kaçabileceğimizi düşündüm, tabii arkadan gelenler bizimkilere yetişmemiş olsaydı.
Geridekiler için savaş bitmişti, üniforma denizinde kayboluşlarını izledim. Kalkıp inen copların sesini duyunca kendimi bıraktım, yapacağım pek bir şey kalmamıştı. Sadece bana güvenenler için üzüldüm. Çıkışı bulmuştum yine; onca koridordan doğru olanlarını seçmiş, sonsuz mavinin kıyısına çıkmıştım. Yine de diğerlerinin aklındakileri anlayamıyordum, bir adım daha atıp özgürlüğe yürümek varken beyaz kaleye hapsolma isteği neye bağlanabilir? Anlayamıyorum, labirentleri ne kadar kolay olursa olsun.
Giderek saydamlaşan bir el uzandı o an, tuttum. Çizgilerden ibaret olan gözlere baktım. Adını söyleyebilseydi eğer, onun için ağıt yakardım. Onun için adımlardım yollarımı, belki onun için daha erken bir zamanda kaleye geri dönerdim. Belki 80 veya 88. Söyleyemedi, dili de bir çizgiden ibaretti artık. Başı öne düştü, öylece kaldı.
22’nin kolumdan çekip ayağa kaldırmasıyla kendime geldim, yine de gözlerim yerdeki çizgilerden ayrılamıyordu. Ardımızdan koşan gardiyanlar, 22’nin kanlanmış, çılgınlıkla parıldayan gözleri ve sessiz bir çığlıkla ardına kadar açılmış ağzı, gerilerde Adı Söylenmeyen’in silueti… Bir resim gibi aklıma çizildi. Sesleri duymaya başladım ardından; gardiyanların haykırışı, 22’nin kulaklarımı patlatırcasına, “Koş!” diye bağırması, alarm…
…ve mavi. Hangi benzetmelerle anlatmaya çalışmalıyım onu, abartmalı mıyım, küçültmeyle zıtlık oluşturup yüceltmeli miyim? Sadece mavi. Bizim için “mavi” başlı başına bir fiildir. Mavimek. Maviyi gülmek, mavi ölmek, maviyi ağlamak. İşte, yine bir maviye doğuyoruz. 22’nin teni parlıyor. 22’nin gözleri mavidi. Beraber savruluyoruz, sıkıca tutuyorum kolunu. Kendi kolumu tutuyorum, artık onun benden hiçbir farkı yok. Koca boşlukta iki maviyiz. Yiz miva.
Ağladığımı hissediyorum.
***
Çocuk olduklarının farkında olmayan çocuklar. Gelecek kaygısı olmadan, neşeyle göl kenarında koşuyorlar.
Birinin yüzüne bir damla düşüyor. Göğe kaldırılan bakışlar. Uzaklarda, dağların öte yanında kıyamet kopuyor belli ki, şimşekler çakıyor yukarılarda. Yeşillikler arasında güvendeler, yine de annelerinin eve çağıran sesleri duyuluyor.
Son bir defa göle eğiliyorlar, iki damla daha düşüyor o sıra. Sonsuza dalgalanan iki damla.
Evlerine koşuyorlar, hava iyice karardı. Herkes evine koşuyor, çocuklardan başkaları da.
Baştan anlamıştım bu öykünün ne kadar harika olacağını. Teşekkürler…