Öykü

Mavi Lanet

“ŞİFACI!” diye öfkeyle gürledi kaptanın sesi. Önündeki çalışmaya dalmış olan genç adam, bu aksi herifin sürekli bağırıp çağırmasına alışkın olduğundan bu ani öfke patlamasına pek oralı olmasa da kamarasının ahşap kapısına aniden vuran yumruğun sesiyle sıçradı. Hem de öyle bir sıçradı ki neredeyse elinde tuttuğu ufak bir kapta bulunan sıvının olduğu gibi defterinin üzerine boşalmasına sebep olacaktı. “ŞİFACI!!” diye böğürdü ses tekrardan. Genç adam apar topar sandalyesinden kalkıp, pelerinini omuzlarına atarak kapıya koştu. Sürgüyü çekip kapıyı aralamasıyla Kaptan Kopuksakal’ın öfkeli ve yorgun yüzüyle burun buruna gelmişti.

“Bir sorun mu var, efendim?”

Kaptan, sertçe genç şifacıyı omzundan ittirerek içeriye girdi ve kapıyı ardından kapattı. “Sorun var tabii. Dert hiç biter mi?”. Artık sesini alçaltmıştı, ancak konuşmasında insanı gerginliğe sürükleyen bir soğukluk vardı.

“Bir kusurum mu oldu, efendim?”

Bunun üzerine memnuniyetsiz bakışlarla kamaranın içerisine bakınan kaptanın sert bakışları tekrar gence yöneldi. “Kusur tabii.” dedi aynı ses tonuyla. “Kusur oldu elbet.” Tekrar konuşmak üzere cesaretini toplayan genç tam ağzını açacaktı ki kaptan lafını ağzına tıkarak meseleye girdi. “İşini aksatıyor musun, şifacı?” Genç, bu gerginliğin sebebini tahmin ediyor olmakla beraber, kaptanı ikna edebilmek için ne diyebileceğini bilemiyordu.

“Bak, şifacı. Seni saraydaki dostumun tavsiyesi üzerine gemime aldım. Seni övdü. İşinin en iyisi olduğunu söyledi ve ben de seni kabul ettim.”

Genç adam mahçup şekilde başını salladı. “Hakkınızı ödeyemem, efendim.”

“Ödeyemezsin ya!” diye hiddetlendi kaptan. “Ama bana işini yapmıyorsun gibi geliyor! Bugün iki adamım daha o rezil illete yakalandı! Orada burada ateşler içinde yatıyorlar! Henüz birini bile iyileştirebildiğini göremedik! Adamlarım ölüyor, şifacı! Nereden bulaşıyor bu hastalık hâlâ?! Neden bulamıyorsun?!”

“Efendim, ben… İnanın gerçekten çok çalışıyorum. Ne yazık ki hem malzeme ve imkanlarımız sınırlı hem de..”

“Bahane duymak istemiyorum! Bu illet daha fazla adamımı öldürmeyecek! Bir yolunu bulup bu rezaleti derhal sonlandıracaksın!”

Bu son sözüyle, kaptan ahşap kapının neredeyse zarar görmesine sebep olacak bir hışım ile genç şifacının kamarasını terk etti. Yüreğine derin bir sıkıntı oturan genç çaresizce iç çekerek masanın üzerindeki su çanağına uzandı. Bu işe ne kadar ihtiyacı olmuş olursa olsun, bu bahtsız ticaret gemisindeki yolculuğa katıldığına çok pişmandı.

* * *

Güverte zeminindeki dar kapak açıldığında, aşağıda canla başla kürek çeken tutsakların üzerine uzunca bir süre sonra ilk kez gün ışığı vurmuştu. Açılan kapaktan, gıcırdayan tahta basamaklara basarak genç şifacının indiği görüldü. Geminin altında bulunan bu tamamen dışlanmış bölüm oldukça karanlıktı ve havada günlerce asılı kalan pis kokuya bakılırsa pek temiz hava aldığı da söylenemezdi. Zincirlere vurulmuş kürekçiler şifacının gelişiyle biraz canlanmış görünseler bile, hemen ardından onu takip eden Serdümen Demirtopuz’u görünce derhal bakışlarını kaçırarak daha hızlı kürek çekmeye başladılar.

“İsterseniz siz buradan daha fazla ilerlemeyin.” dedi şifacı onu takip eden adama dönerek. “Malum. Bu illet oldukça bulaşıcı. Sizin böyle bir tehlikeye atılmanızı kimse istemez.”

Serdümen, gri-siyah kirli sakalını sıvazlayarak genci şöyle bir süzdü. İşini yapmadığından yahut başka işler çevirdiğinden şüphelenen kaptanın, bu adamı özellikle peşine taktığı barizdi. İşinin ehli ve Kaptan Kopuksakal’a olan sadakati sorgulanamaz bir adamdı Serdümen Demirtopuz. Ancak kürekçilerin ona korku dolu, kaçamak bakışlar atmaları, onun da karanlık bir yönünün olduğunun kanıtıydı. “O illeti bu sefillerin taşıdığını mı söylüyorsun?”

Kürekçilerin korkusu bu kez acı ile cezalandırılma tehdidinin de ötesindeydi. Herhangi birinde denizcilere bulaşan hastalık tespit edilirse başlarına geleceği çok iyi biliyorlardı. Genç, bu kez geri adım atmayacaktı. Kararlı bakışlarını serdümene meydan okurcasına yöneltti. “Henüz bunu bilmiyoruz. Tam da bunu öğrenmek içim buaradayız ya! Muayenelerden sonra göreceğiz.” Serdümen, herhangi bir oyun çevrilmesini önlemek üzere kaptanın ona olan güvenini boşa çıkarmamak için bu şifacı çocuğun peşinden ayrılmaya hiç niyeti olmasa bile, hastalığın bu pis kokan karanlık bölümdeki sersefil mahkümlardan bulaşabilecek olma ihtimali onu tereddüte düşürmüştü. Bu illete teslim olmuş olan denizcilerin akıbeti herkesin malumuydu. Şifacı, serdümenin bölümün iki tarafına zincirlenmiş kürekçi mahkümların oluşturduğu koridorun başına geçerek kısık gözlerle etrafı izlediğini görünce, nihayet peşine takılmak yerine uzaktan izlemeyi tercih etmiş olduğunu anladı. Bu onu biraz rahatlatmış olsa da, orada durup her şeyi bir kartal gibi izlerken, bundan sonra olacakların gidişatını değiştirmek olanaksız gibi duruyordu.

Kürekçiler, serdümenin pür dikkat bakışları altında, sıra ile muayeneden geçerken şifacı derin düşüncelere dalmıştı aynı zamanda. Burada, böyle bir ortamda, bu kürekçilerin herhangi bir hastalığa pek yakalanmıyor olmaları bile bir mucizeydi. Günde sadece sabahtan verilen birer öğün kuru ekmek ve şekerli suyla beslenen bu zavallılar, tuvalet ihtiyaçları için bile zincirlendikleri yerden kalkamıyor ve mecburen sabah yemek yedikleri kabı akşam bunun için kullanıyorlardı. Bu şartlar altında hastalanmamaları nasıl mümkündü? Düşünceler içerisine dalmışken, kürekçiler arasındaki küçük bir çocuğun paçasına aniden yapışmasıyla irkildi şifacı. “Lütfen!” diye fısıldadı çocuk. Büyük mavi gözlerinden çaresizlik okunuyordu. Bunu fark eden serdümenin eli anında kılıcına gitti ve kılıcın kınından çıkmasıyla yankılanan metalik ses tüm kürekçilerin korkuyla yerlerinde büzüşmesine sebep oldu. Dehşete düşen çocuk, anında elini çekerek kendini geriye attı.

“Bir şey yok. Buna hiç gerek yok.” dedi genç adam başıyla serdümenin kılıcını işaret ederek. Ancak serdümen ona bakmıyor, elinde sıkı sıkı tuttuğu kılıcı hazır, bakışlarını sessizce ağlayan çocuktan ayırmıyordu. “Yaşı çok küçük.” diye lafını sürdürdü şifacı, adamın onu dinleyip dinlemediğinden emin olmasa bile. “Korkuyor.”

“Bu iş fazla uzamaya başladı.” dedi Demirtopuz nihayet kartal bakışlarını çocuktan ayırarak. “Bulamadın mı illetin kaynağını hâlâ? Hiçbiri mi hasta değilmiş yani?” Söyleyecek daha çok lafı varmış gibi görünse de, adam aniden sustu ve yukarıdan gelmeye başlayan sesleye kulak kabarttı. Bu, güvertede pek hayra alâmet olmayan bir hareketliğin habercisiydi. “Sen işine bak.” dedi huysuzca Demirtopuz kapağa çıkan merdivenlere doğru ilerlerken “Ben dönene kadar da sakın buradan ayrılma.” Kapağı kaldırır kaldırmaz da oradakilere doğru ağız dolusu bir küfür savurdu. “Ne bu tantana böyle!”

“Serdümen…” dedi sesinden gerginliği hissedilebilen bir adam “… kaptan da seni çağırmamızı istedi. Ufukta yaklaşan bir kadırga var.”

“Bayrakları var mı? Kod verdiler mi?”

“Kaptan derhal gelmeni söyledi.” diye onu cevapladı denizci “Uzunşehir Eyaleti bayrağı. Kaptan, kodu da tanıyormuş ama…”

Serdümen basamakları tırmanıp kapağı kapatınca sesler tekrar anlaşılmaz boğuk bağrışmalara dönüştü. Demirtopuz orayı terk eder etmez, şifacı bakışlarını tekrar ürkek çocuğa çevirdi.

“N’olur!” diye yalvarırcasına ağladı çocuk “Şifacı Uluay! N’olur, annemi öldürme. N’olur! Ona bir şans daha ver!”

Çocuğun çaresizce bakan gözlerinden yaşlar dökülürken, Uluay’ın kelimeler boğazında düğümlenmişti. “Bir bakalım öyleyse annene.” dedi huzursuzca ve bağlı olduğu zincirler el verdiğince heyecanla ileriye atılan çocuğu eliyle durdurdu. “Küreğini bırakma. Sancaktan biri görebilir.”

Havadaki iğrenç kokuya rağmen derin bir nefes çeken şifacı çantasını açarak az ötede bulunan, üzeri çeşitli örtüler ve ıvır zıvırla kaplanmış ahşap gondola doğru uzandı. Bu, aslında bulunabildiği zaman tatlı suda yıkanmak isteyen kaptanın kullandığı, ancak artık çürümeye yüz tuttuğundan buraya atılmış olan eski bir küvetti. Gondolun üzerindeki türlü örtü ve deri kumaşı diğer objelerle beraber kaldıran Uluay, her an birinin gelme ihtimaline karşı acele etmeliydi. İçinde iki büklüm yatan kadın örtülerin kaldırıldığını fark ettiğinde yavaşça gözlerini açtı. Olduğu yerde tir tir titriyor, keçeleşmiş gri saçlarında karıncalar dolaşıyordu. Şifacı parmaklarının ucuyla kadının boynuna dokunduğunda ürperdi. Ateşler içerisinde yanan kadın, hırıltılar eşliğinde zorlukla nefes alabiliyordu. Kollarında ve bacaklarında yer yer mor renge çalan, koyu kırmızı lekeler vardı ve her nedense bu zavallı hasta kadın da bir kolundan zincirlenmişti.

“Lütfen!” diye tekrar ağlamaya başladı çocuk. “Anneme kıyma, şifacı!”

Genç adam gözlerini kadından ayırmamıştı. Zira, güçlükle ağzını açmaya çalışan kadın, ona bir şeyler söyleyebilmek için mücadele ediyor gibiydi. Gemideki adamlara bulaşan illetin buradan kaynaklandığına şüphe yoktu. Ancak, kaptanın adamları birer birer hayata gözlerini yumarken, bu kürekçi kölelerin sefalet içerisinde yaşamaya mecbur bırakılmalarına rağmen yani başlarındaki bu ölümcül hastalıktan eser taşımamaları Uluay’ı hayrete düşürmüştü. Bu bilgiyi, henüz gizemini çözemediği için kaptanla paylaşmamıştı. Ama yukarıdan gelen baskılara bakılırsa, artık bu yaşlı kadınla vedalaşmanın vakti gelmişti. Kemerinin sol yanına uzanan şifacı genç, oraya tutturduğu deri çantasına uzanmıştı ki bunu gören köle çocuk yürek dağlayan bir feryat kopardı.

“Yapma…. Şifacı Uluay!!! N’olur yapma!” daha yüksek sesle hıçkırarak ağlamaya başlamıştı. “Anne!! Anneciğim!!!”

İçini tarif edilemez bir keder kaplayan şifacı “Kes sesini aptal velet!” diye çıkıştı çocuğa “Küreğini bırakma. Sakın bırakma demedim mi sana?!”

“Annemi öldüreceksin! Biliyorum öldüreceksin! Ah, canım anneciğim benim!”

“Küreğini al hemen! HEMEN!”

Şükür ki; artık sebebi her neyse, güvertede yaşanan tantana sayesinde çocuğun feryadını kimse duymamış yahut umursamamıştı. Tekrar çantasına eğilen Uluay, içerisinde kehribar renkli bir sıvı bulunan, ufak bir şişeye uzanacak olmuştu ki güverteye çıkan kapağın aniden açılmasıyla paniğe kapılarak örtüleri kadının üzerine atmaya çalıştı.

“ŞİFACI” diye gürledi kaptanın adamlarının birinin sesi.”Kaptan seni çağırıyor. Derhal gelsin dedi. Çabuk ol!” Aşağıda ne olup bittiğiyle zerre ilgilenmiyor olacaktı ki bakma zahmetinde bile bulunmadan kapağı kapatarak geldiği hızla kaybolmuştu. Her ne oluyorsa anlaşılan yukarıda işler hiç iyiye gitmiyordu. Şifacı çantasından ufak, parlak sarı bir meyve çıkararak usulca kadının eline tutuşturdu. “Bunu hemen ye. Acele et. Biliyorum senin için çok zor ama elinde bununla yakalanmamalısın. Yoksa oğlun dahi hepimizi direkten sarkıtırlar.” Halsiz kadın gücü yettiğince yavaşça başını salladı. “Limon mu?” diye fısıldadı merakla izleyen çocuk. “Sus artık!” diye azarladı Uluay onu tekrar. “Çok aptal bir oğlan yetiştirmişsin.” Çantasını hemen kapayıp örtüleri aceleyle yerine koyarken sanki yaşlı kadının belli belirsiz gülümsediğini görmüştü.

* * *

Uluay, kaptan kamarasına aceleyle girdiğinde kaptanın masasının etrafında toplanmış dört adamın bakışları üzerindeydi. Odaya her zamankinden daha da gergin bir hava hakimdi. Kopuksakal tarafından gelecek sıkı bir azara kendini hazırlamıştı. Ancak, kamaraya girişiyle en ufak şekilde ilgilenmemiş olan tek kişi de kaptandı. Bu yaşlı ve tecrübeli denizci, masasına oturmuş ve önündeki seyir defterine düşüncelere dalmış bir şekilde bakarken hiç başını bile kaldırmamıştı. Şifacı genç, gözlerini kendisine dikmiş silahlı adamların üzerinde yarattığı gerginliği hafifletebilmek maksadıyla sessizliği bozmak için cesaretini topladı.

“Beni buyurmuşsunuz, efendim.”

Kaptan, onu hiç duymamışçasına sessizce seyir defterine bakmayı sürdürdü. “Geciktiysem affola.” diye devam etti Uluay. “Malum aşağısı biraz kalabalık olduğu için muayene uzun sürdü.”

“Kölelerin sağlığı kimsenin umurunda değil şu anda.” dedi kaptanın yaverlerinden biri yavan bir ses tonuyla. Bu, kaptanın diğer adamlarına göre daha uzun bir kılıç taşıyan ve başından her zaman bir tülbent bulunan savaşçı bir adamdı.

“Söyle bakalım şifacı…” dedi serdümen, savaşçı yaverden hemen sonra. “Aramızda kürekçilerle en çok haşır neşir olan sen değil misin? Sana bir şeyler sormak istiyoruz.”

“Pek haşır neşir denemez ama…”

Demirtopuz, genç adamın sözünü keserek devam etti. “Güverteye olan tavırları nedir? Demek istediğimi anlıyorsundur umarım. Olası bir saldırı durumunda bizi arkamızdan vuracak bir köle ordusuyla uğraşmak zorunda kalmamamız gerek.”

“Efendim, ben… hiç sanmıyorum. Yani…evet. Bazılarıyla birkaç kelime konuşmuşluğum var. Ama…”

“Ama ne?”

Uluay bu soruya nasıl bir cevap verirse başı belaya girmez bilemiyordu. Kürekçilerin ne gibi zorluklarla yaşadıklarını hayal bile edemeyeceği gibi, başta serdümen olmak üzere güverte tayfasına sevgi beslemedikleri de oldukça açıktı. Fakat, bu bilgi onları her an ihanet etme potansiyelleri olan birer canavar olmakla itham etmek için yeterli miydi? Şifacı ne diyeceğini düşünedursun, kaptan aniden sükûnetini bozdu.

“Saldırı falan olmayacak.”

Öte yanındaki yaver hemen atıldı. “Yine de her ihtimali düşünmek zorundayız, öyle değil mi?”

Ne tür bir saldırıdan bahsediyorlardı? Güvertede saatler süren tantananın sebebi bu muydu? Kaptan olası bir köle isyanından mı şüpheleniyordu? Düşünceler içerisinde boş boş bakmasından anlamış olacaktı ki, diğer üçünden çok daha ‘dost canlısı’ olan kaptan yaveri Bay Tikli şifacının dillendirmeye cesaret edemediği soruları cevapladı. “Korsanlar.” dedi içinde bulundukları kaptan kamarasındaki ufak pencerelerden bakılınca kısmen görülebilen uzaktaki gemiyi göstererek. “Bir süredir bizimle aynı rotayı seyrediyorlar. Uzunşehir bayrağı taşıyorlar ama kaptanın şüpheleri doğru çıktı. Arayı biraz kapatınca kara bayrağı çektiler. Teslim olmamızı bekliyorlar. Tayfa gergin. Şu senin uğraştığın illete de çok fazla kayıp verdik. Kimse bu durumda korsanlarla olası bir çatışmaya girmek istemiyor.”

“Özellikle bu korsanlarla.” dedi tülbentli “Bu, o Deli İblis’in bayrağı.”

“O paçavraya tekrar bayrak diyecek olan hemen şimdi burayı terk etsin!” diye kükredi kaptan. “İblismiş, büyücüymüş… bu zırvalara kimsenin ayıracak vakti yok. Korsanlar bunu her zaman yapar. Abartılı, saçma sapan isimlerini ve uydurma hikayelerini güçlerinin yettiği her yere yayarlar ki, gemilere kendilerinden önce ulaşan sahte şöhretleri namuslu denizcileri korkutarak kendilerine teslim olmaya dünden hazır hale getirsin!”

“Haklısınız, kaptan.” dedi ötedeki adam ilk kez konuşarak. “Ama göz ardı ettiğiniz şey adamlarımızın bir çoğunun bu hikayelere yürekten inandığı. Hatta uzun süredir yakamızı bırakmayan illetin de başımıza gelen bir lanet olduğunu düşünüyorlar. Çoğunun gemide bize uğursuzluk getiren, bizi lanetleyen bir şeyin bulunduğunu mırıldandığını bile duydum.”

“Bu batıl zırvaların hiç bir önemi yok.” dedi kaptan “Lanet falan yok. İblisleriyle de asla karşılaşmayacaklar. Deli İblis denilen korsan ve peşindeki it sürüsünün cahil eşkiyalardan hiç bir farkı yok. Renklerini erken belli ettiler. Akıntı ve rüzgâr lehimize dönüyor. O mesafeden asla bize yetişemezler. Şifacı, sen de dahil, kürekçileri diri tutun. Ölen olursa zaman kaybetmeden değiştirin. Geceye doğru o gemiden kurtulmuş oluruz.”

Herkes sessizce başını salladı. “Emredersiniz, kaptan.”

“Şimdi çekilebilirsiniz. Hayd! İşinizin başına. Daha fazla da iblis korsan hikayesi duymak istemiyorum!”

* * *

Yaşanan bunca olayın ağır gerginliğine alışık olmayan Uluay, bu yükü biraz olsun üzerinden atabilmek ve aşağıdaki pis kokudan biran olsun kaçabilmek için güvertede hava almaya çıkmıştı. Çıkar çıkmaz da Bay Tikli’nin sancakta dikilen silüetini görmeyi beklemediği için irkildi. Kaptanın en çalışkan yaverlerinden biri olan bu adam ne diye böyle sancak kenarında boş boş dikilmiş şu rezil kanun kaçaklarının gemisini izliyordu ki?

Tikli, arkasında ona bakan genç adamı görünce “Gel bakalım, şifacı.” dedi. “Rahatsız ettiysem affola.” dedi Uluay adamın yanına yaklaşarak.

“Sen iyi bir cocuğa benziyorsun, şifacı. İlk seferinin bu olmuş olması büyük talihsizlik.”

Bu sözler gencin kafasını oldukça karıştırmakla kalmamış, yüreğine de paniğe dönüşmeye yüz tutmuş bir korkunun ilk tomurcuğunu da ekmişti. “Teşekkür ederim. Evet, ilk seferim talihsizliklerle dolu oldu… ne yazık ki.”

“Bu uğraştığın illet birçok can aldı. Üzerinde oldukça baskı yaratıyor olmalı.” bunları söylerken hâlâ ilerideki geminin kıç kısmında bulunan siyah bayrağa bakıyordu.

“Öyle tabi. Ama asla sizler gibi olamam, efendim.” dedi şifacı. O da korsan gemisini izlemeye başlamıştı artık. İki gemi de gün batımı ışıklarının yıkadığı kırmızı – turuncu sakin sularda peş peşe ilerliyordu. Ansızın ona doğru dönen Tikli, belinden gümüş işlemeli bir hançer ve bir de üzerinde iki büyük anahtarın takılı olduğu demir bir halkayı çıkararak şaşkın bakışlarına aldırmadan şifacının çantasının ve kemerinin arasına sıkıştırdı. “Sen benim gibi bir günahkar değilsin.” diye mırıldandı sonrasında da. “Benim için de af dilersin.”

“Efendim, anlamıyorum. Neler oluyor?” korkuyla korsan gemisine baktı Uluay. “Kaptan saldırı olmayacak dedi. Yetişmeleri mümkün değil dedi. Oldukça da uzakta görünüyorlar, öyle değil mi?”

Tikli, genç adamı hayrete düşürerek bilmiş bir tavırla sırıttı. “Derler ki; bir gemiye bir kez Denizlerin Anası’nın laneti dokunup bir de Deli İblis görünür ise, o geminin sonu kaçınılmazdır.”

“Fakat…” şifacı iyice korkmaya başlamıştı. “Masal değil mi bunlar? Kaptanın da dediği gibi. Hepsi bunlara inanan denizcileri korkutup kolayca teslim olmalarını sağlamak için değil mi?”

Tikli hafif bir gülümsemeyle başını salladı. “Elbette öyle.” daha sonra babacan bir tavırla Uluay’ın sırtını sıvazlayarak ekledi “Bugün çok yoruldun, şifacı. İyisi mi sen gidip güzel bir uyku çek. Diğerlerini ben idare ederim.”

* * *

Uykuya dalabilmek hiç kolay olmamıştı genç adam için. Karanlık kamarasında huzursuz rüyalarla dolu uykusu üç saati geçmemişti ki gecenin derin sessizliğini acımasızca parçalayıp geçen savaş borusunun korkutan sesiyle irkilerek uyandı. Bu uyarı sesinin hemen ardından gelen acılı yakarışın duyulmasıyla paniğe kapılması bir olmuştu. Yatağından fırlayarak Tikli’nin ona vermiş olduğu hançere eski bir dostmuşçasına sarıldı. Savaşmayı bilmezdi. İlaç hazırlamak ve yemek yapmak dışında hiç bıçak kullanmamıştı. Kendini savunmasız, eceli gelmiş bir zavallı gibi hissederken kalbi boğazından fırlayacakmışçasına atıyordu. Ne yapacağını bilmeden elinde hançer ile öylece dikiliyor, dışarıdan gelen çarpışma sesleri ve yürek burkan haykırışlar yaklaştıkça soğuk terler atıyordu. Kamaranın kapısı aniden açılınca korkudan bayılacak gibi oldu. Panikle çalışma masasının altına ürkek bir hayvan yavrusu gibi kıvrıldı.

Ellerinde kılıçlarıyla birbirlerine girmiş iki adam, kamaranın ahşap zemininde birbirleriyle boğuşuyorlardı. İki adamında farklı yerlerinden oluk oluk kanlar akarken, Uluay zeminden ona doğru akmaya başlayan kanın kokusunu aldığında başının dönmeye başladığını hissetti. Hızlı hızlı derin nefesler alarak bilincini kaybetmemeye çalışıyordu. Paniğe yenilmemeliydi. Belki de yenilmeliydi. Onu baygın bulacak olan korsanlar ölü olduğunu zannedebilirlerdi. Ama, bu korkaklık onu gemisine kabul eden ve günlerdir besleyen Kaptan Kopuksakal’a ihanet etmek demek değil miydi? İki adamın birden bire sesinin kesildiğini fark ettiğinde, masanın altından sürünerek çıkmaya cesaret etti. İki adam birbirlerine kenetlenmiş şekilde, kan revan içindeki zeminde hareketsiz yatıyorlardı. Hiddetli boğuşmanın galibi çıkmamış, ikisi de birbirinin canına kıymıştı anlaşılan. Şifacı tir tit titreyen ellerinin izin verdiği hızda çantasını beline taktı. Hançeri hâlâ bir elinde sıkı sıkı tutuyordu. Ölü adamların düşürdüğü kanlı kılıçlardan birini almak için eğildiğinde yerdeki anahtarların gözüne takılmasıyla birden kalakaldı.

Artık, bu gemi için yerine getirmesi gereken son vazifesinin ne olduğunu biliyordu. Anahtarı diğer eline alarak ok gibi güverteye fırladı. Güvertedeki korkunç manzarayı gördüğünde ise artık şüphesi kalmamıştı. Bu gemi lanetliydi ve cehennemi yer yüzüne getirmeye yemin etmiş bu iblisler tayfanın hak ettiği cezayı kesmeye gelmişlerdi. Kaptanın adamları çoğunlukla kara kumaşlara sarılmış bu acımasız iblislerle kanlı bir mücadele veriyorlardı. Ancak bu iblislerden kaçış yoktu. İleriye atılmaya korkuyor olsa da, genç şifacı ona bahşedilmiş olanı yapmak zorundaydı. Korkusuna yenilmemeliydi. Tüm cesaretini toplayarak elinde hançeriyle güverteye atılıverdi. Belki de tüm bu kaosun içerisinde kimse onu görmezdi. Aniden serdümen çıktı karşısına karnını tutuyor, acıyla inliyordu. “Uluay.” dedi güçlükle onu kolundan yakalayarak. “Şifacı, yardım et.”

Uluay’ın gözlerine yaşlar belirdi. “Edemem üzgünüm, üzgünüm lütfen bırak. Gitmeliyim, lütfen bırak.”

Koluna sıkı sıkı asılmış olan iri adam, ne kadar uğraştıysa da bırakmıyordu. “Şifa…cı.” diye inledi tekrar.

“Hayır, bırak. BIRAK BENİ!!”

Ani öfkesine dayanamayarak haykırmıştı Uluay umutsuzca. Sesin geldi yöne bakan siyahlar içindeki bir korsan hemen atılarak kılıcını Demirtopuz’ın sırtına geçirdi. Dehşete kapılan genç şifacı, onu sıkı sıkı tutan koldan kurtulur kurtulmaz arkasına bakmadan fırladı. Serdümeni gözünü kırpmadan katleden caninin peşinde olduğundan şüphesi yoktu. Ya bir korkak gibi ya da ona verilen vazifeyi yerine getirmiş olmanın huzuruyla ölecekti.

Şansı yaver gitmiş,cehennemin içerisinden geçerek kürekçilerin yanına inmeyi başarmıştı. Yerde cansız yatan üç kürekçi ve iki korsan, iblislerle olan mücadelenin buraya da sıçradığının göstergesiydi ve Uluay acele etmezse bu lanet tüm gemiyi yutacaktı. Korkuyla ağlayan çocuğun tanıdık sesi duyulduğunda şifacı hemen kendine gelerek ona doğru koştu. Ahşap küvet yerinde yoktu.

“Annen nerede? Çabuk!”

Yerde kıvrılmış şekilde ağlayan çocuk, geminin kıç tarafına doğru giden karanlığı küçük parmağıyla işaret etti. Uluay, demir halkadan anahtarlardan birini kurtararak çocuğun eline tutuşturdu. “Bunu diğerlerine de ver. Artık hepiniz özgürsünüz.” ve çocuğun yanıtını beklemeden işaret ettiği karanlığa doğru koştu.

Gondolun içerisindeki yaşlı, hasta kadınla beraber orada olduğunu görmesi üzerine duyduğu sevinç uzun sürmemişti. Zavallı Bay Tikli’nin goldolun hemen yanında yatan cansız bedenini görmek aniden yüreğine bir kor ateşi gibi düşmüştü. Gözyaşları yanaklarından süzülürken, gemide ona tek yakınlık göstermiş olan bu kahraman adamın uzanarak gözlerini kapamak istedi. Başına gelecekleri çok iyi biliyordu Bay Tikli. Fakat, kaptan onu dinlememiş, inancına itimat etmemişti. Ah ne büyük bir talihsizlikti bu! Adamın gözlerini nazikçe kapadıktan sonra doğruldu. İşte o sırada alabandaya saplanmış olan baltayı fark etti. Tikli buraya boşu boşuna gelmemiş, burada boşu boşuna can vermemişti.

Baltayı kapan Uluay, canla başla tahta alabandayı parçalamaya başladı. Birkaç parça kırıldığında artık içeriye deniz suyu dolmaya başlamıştı. Tüm gücünü toplayarak birkaç darbe daha vurduğunda, alabanda üzerinde küvetin geçebileceği büyüklükte bir delik açmayı başarmıştı. Geminin içerisine hızla dolan deniz suyunun bileklerinden yukarıya çıkarak, dizlerine doğru yükselmesine oralı olmadan hemen küvete koştu ve onu deliğe doğru var gücüyle ittirmeye başladı. Son ittirişinde devrilen küvetle hasta kadın da evine, okyanusa kavuşmuştu nihayet.

Birden bire derin bir sessizli çöktü geminin üzerine. Bağrışmalar, acılı haykırışlar, kılıç sesleri, kürekçilerin zincir tokuşturmaları… hepsi yok olmuştu. Deniz suyu ile kavuşan yaşlı kadın, bu sessizlikle beraber gelen parlak ışıklar içinde kaybolmuştu. Etrafına bakındı Uluay ama kimseyi göremedi. Kadını görebilmek için tekrar deliğe baktığında ise şaşkınlıkla kalakaldı. Orta da ne balta, ne de delik vardı. Sular tamamen çekilmiş, ortalığa sakinlik ve sükûnet hükmediyordu. Gemide tamamen yalnızdı üstelik. Birilerini bulabilmek umuduyla güverteye koştu ama ortada ne kaptan ve adamları, ne korsanlar, ne de kürekçi kölelerden bir iz vardı. İki aydır içerisinde birçok adamla yanyana yolculuk ettiği bu gemi, artık gün doğumunun altın ışıklarıyla parlayan turkuaz denizde sakince yüzüyordu.

O gemi idare etmesini bilmezdi ki! Üstelik tek başına nasıl bir gemiyi idare edecekti. Bu nasıl bir lanetti? Hani her şey eskisi gibi olacaktı? Aklını kaçırıyordu anlaşılan ve iblislerin elinden kaçmış olsa bile burada tek başına ölecekti. Yorgunlukla yalpalayarak iskelede ilerledi ve kendini umursuzca aşağıya sarkıttı. Bu da kendi gözleriyle bir mucizeye şahit olduğu bir an olacaktı.

Hemen aşağıda, sakin turkuaz suların üzerinde dans eden, gümüş pulları birer mücevher gibi parlayan balık kuyruğunu fark etti. Bir çırpınışla yüzeye çıkan, yosun yeşili saçlı, yarı insan, yarı deniz canlısı olan bir varlığa aitti bu kuyruk. Ağzını açmaya cesaret dahi edemeden büyülenmişçesine izledi onu Uluay. Güzel yüzünü ona dönen bu zarif varlık, tanıdık mavi gözleriyle ona bakarak öyle bir gülümsemişti ki bu gülümsemenin yüreğine kazıdığı umut ışığı asla sönmeyecekti.

Okyanusun kızı evine ulaşmış ve Denizlerin Anası’nın öfkesi dindirilmişti. Böylece Deli İblis de cezalandırması gereken bir sonraki küstah tayfayı beklemek üzere ortadan kaybolmuştu.

Öne Çıkan Yorumlar

  1. Avatar for pcd pcd says:

    Merhaba,

    Çok yaygın olarak öyle sanılsa da dilimizde “tekrardan” diye bir kelime yok. Yalnızca “tekrar” olmalıydı.

    Oldukça yaratıcı ve hoş bir isim :slight_smile:

    Yanlışlık yok, ama zarfı asıl olması gereken yerde, yani fiilimsiden önce yazmak kulağa (ya da göze diyelim) daha doğru geliyor. “Genç şifacıyı sertçe omzundan ittirerek” hatta daha da iyisi “genç şifacıyı omzundan sertçe ittirerek”…

    Şifacı bu noktaya kadar iyi biri gibi gözüküyordu, açıkçası bu çıkışını onun karakteriyle bağdaştıramadım.

    “Hiç” ve “bile”, ikisinden biri fazla olmuş.

    Diyaloglar oldukça başarılı ve gerçekçiydi. Ä°simleri de çok beğendiğimi söylemeliyim, fantastik bir öykü yazsaydım ben de aynen böyle isimler kullanmak isterdim. Çok daha bizden ve yaratıcı olmuş. Denizcilik terimleri ayrıca güzeldi, normalde bu alana aşina değilseniz güzel bir öykü yazmak için emek verip araştırdığınız belliydi.

    Seçkideki ilk öykünüz olmasına rağmen yazmaya yeni başlamadığınız açık. Eğer başlayalı çok olmadıysa, ayrıca tebrik ederim. Buralarda okuduğum en iyi yazarlardan birisiniz.

    Elinize sağlık, başka öykülerinizi de okumak dileğiyle.

  2. Merhaba;

    Yorumunuz için çok teşekkür ederim. Belirttiğiniz hatalar ve tavsiyeleriniz kulağıma küpe. :slight_smile:

    Şifacının o sert çıkışını o anki stresin baskısıyla verebileceği bir tepki olarak düşünmüştüm. Ama şöyle bir tekrar baktım ki haklısınız aslında. Karakterin genel profiline göre biraz fazla olmuş sanki. Bir daha buna da mutlaka dikkat edeceğim.

    Yazmaya yeni başlamış sayılmam ama bu ilk Türkçe öyküm. Bu yüzden eleştirileriniz benim için ayrıca değerli. Beğenmiş olmanıza çok sevindim. Zamanınızı ayırıp okuduğunuz için de çok teşekkürler.

Söyleyeceklerin mi var? Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.

Yorum Yapanlar

Avatar for Lioness Avatar for pcd

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *