”Bırak elindeki silahı. Bak başını yakacaksın. Teslim ol, biz de sana yardımcı olalım. Çocuğa zarar verme.”
Sesler kulağımın bir tarafından giriyor, diğerinden çıkıyor. Çocuk dedikleri adam da 25 yaşında bu arada, her şeyi dramatize ettik şu ortamda nedense.
”Dediğimi yapın siz! Ben de çocuğu bırakıp giderim o zaman!”
Gözlerim kayıyor, daha önce görmediğim renkler var sanki etrafı kaplayan dumanlar içinde. Tek adını bildiğim, mor.
”Sakın yaklaşmayın vururum! Arkadaşımı getirin bana yoksa bu çocuğun ölüsünü toplarsınız yerden!”
”Kimi kandırıyorsun sen?” dedim kaşlarımı hafif kaldırıp. Polisler de beni rehin tutan -artık her kim veya ne ise, serseri ya da katil diyip yargılamak istemiyorum- adam da şaşkınlıkla yüzüme bakıyordu. ”Suç ortağını getirmezlerse polislerden intikamını beni vurarak mı alacaksın? Peki sonra nolacak sanıyorsun? Seni alacaklar, beni öldürdüğün için bir de fazladan minimum 10 yıl verecekler. Bunun düşeceğini ya da bir şekilde ‘kaybolacağını’ da sanmıyorum çünkü tavırlarına ve yüz ifadene bakarsak pek arkası kalın biri değilsin.” İnanamıyorum, hayatımda hiç söylemediğim, söyleyemeceğim şeyleri söylüyordum, ve gülüyordum. Bu yaşamım boyunca tattığım en farklı deneyimdi. Ah, tekrar hoş geldiniz ”Ben” adlı tiyatronun müdavim izleyicileri. Kolktuklarınız her zamanki gibi adınıza ayrılmış durumda, ama, gelenektendir bilirsiniz, tekrar bir özet geçelim mi son perdenin bitmesine beş kala?
”Duy beni, Kaya ve Kum’un oğlu.”
Adım Remiz, evet garip bir isim. Sorgulamadım zaten, merak etmeyin siz de olayları hatırladıktan sonra garipliğine dikkat etmeyecek kadar çok şeyle dolmuş olacaksınız. Ben doğduğumun ertesi gününde gazete başlıklarının bir kısmını aktarıyorum;
”Mucize Çocuk!”
”İnanılmaz Kurtuluş!”
”Çocuk Kalbi” (Ne kadar orijinal)
”Karmaşanın İçinden Hayata Merhaba”
”Kalpler Bir Oldu, Onu Korudu!”
”Her Şer’in içinde bir Hayır!”
”Nino del Sol Naciente!”
Bunların hepsini ezberledim. Evet, sondaki de dahil. Bunun sebebi annemin doğduğumdan itibaren bunları odamın bir köşesine bantlamış olması. O evde başımı yastığa koyduğum her gece bunları fosforlu lambam sayesinde uyuyana kadar tekrar tekrar okurdum, okumayı da bunlar sayesinde rahat öğrendim diyebilirim. Ha sanmayın bunlar benim ne kadar özel olduğuma dair atıflar, değil. Doğduğum gün hala ‘Kara Pazartesi’ diye anılır. Zaten onunla ilişkili durumum. Nerdeyse 9.0 şiddetinde bir deprem, ardından gelen karmaşa, insanların birbirini yiyerek ‘düzenli’ hayatlarında erişemedikleri şeye ulaşma çabası. Sanırım birkaç küçük çaplı elektronik eşya dükkanı battı o dönemin ardından. Sadece bununla sınırlı değildi her şey, bugün hala etkileri devam eden bir iç savaş başladı, her ne kadar sözde 12 sene önce bu sonlanmış olsa da insanların birbirine olan nefreti, anlayışsızlığı devam etti, bir nevi soğuk savaş. Çünkü ateş harlanıyordu, ve kimse söndürmek istemedi. Neyse çenem düştü, devam edelim. Bana söylenilen, beni göçüklerin üstünde, kanlar içinde bulmuşlardı. Herhangi bir fiziksel yara almamıştım, üstümdeki kan, beni altından çıkardıkları ceset yığınlarından bulaşmıştı. Söylerken bile acı veriyor aslında. Depremin ardından gelen ‘sen şöyle yaptın’ yok ‘ben böyle ettim’ olayı birkaç olaya mahal verdi, bunun ardından da çevreden sökülen sopalar, dükkanların kırık camları ve beylik tabancalar konuşmuş. Fırsattan istifade hırsızlık ve gasplardan zaten söz etmiştim, bir tek tecavüzler ve olayın ardından ülkenin söz sahiplerinin yaptığı samimiyet dolu açıklamalar kaldı, onlar da orda dursun Evet, ben tüm nefretin ve onu doğuran çaresizliğin kalbinde bir yerdeydim o gün.
”Bir yanda kırmızı, bir yanda kahverengi, ve tüm bu morluklar ile kızılca yoğunluğun arasında bir gülümseme vardı, sönmesi nihai bir gerçek olan gülümseme.”
Ardından annem beni temizlenmem ve kontrolüm için hastaneye götürmüş. Ha bu arada annem dediğime bakmayın, kendisi biyolojik annem değil. Aslında ben annem ve babamı hiç tanımadım ve görmedim. En mantıklı tahmin deprem ya da sonrasındaki karmaşada annemin beni doğurduktan sonra babamla birlikte can vermesi. Onların cesetlerinin altından çıkarılmış olma fikri midemi bulandırıyor. İşin garip yanı beni tanıyan da yokmuş orda. Ne yakın zamanda hamile olan bir mahalle sakini ne de o gün mahallenin ebesini çağıran birisi varmış. Ha bunları bana söyleyen mahallenin ebesi olan ve konuşabildiğim ilk günden itibaren ”anne” dediğim kadın. Kendisi beni yanına aldı ve büyüttü, bana Remiz ismini veren de o. Niye böyle bir isim verdiğini sorduğumda gülüp geçerdi ‘içimden geldi’ diye genellikle. Doğduğumdan bu yana kadar yoğun biçimde hissettiğim iki şey vardı. Birincisi depremin verdiği manevi korku. Yeni doğmuş olsam da o an yaşadıklarım hayatımın sonraki bir döneminde hissettiğim en küçük artçı da bile tekrar ederdi. Düşünün, binlerce yıllık insan medeniyetinin bu zamana kadar kurduğu ve değer verdiği her şey, her şey, insandan tarihi yapılara, hayvanlardan milyar dolarlık projelere kadar hepsi sarsılıyor. Hepsi, biraz daha uzun ya da güçlü olması durumunda bu etki, yerle bir olacak. Ya da o an dört duvar ve bir çatı altında hayal edelim kendimizi, hiçbir şey yapamayız. Altımız sarsılıyor, üstümüz çöküyor, yan taraflarımızdakilerse üzerimize geliyor. Hiçbir zaman bu fobiden kurtulamadım, kurtulmakta istemedim. Çünkü çaresiz insanlarla, aynı konuma düşen varlıklarla en etkili biçimde empati kurabilmenin tek yolu, aynı şeyleri tecrübe etmek. Sonrasında depremin merkezi olan ilçe ciddi biçimde mahvolduktan sonra annemle başka bir yere, biraz uzaklardaki bir kasabaya taşındık. İlginç bir yerdi. İnsanlar geceleri, daha doğrusu saat akşam 9’dan sonra dışarı çıkmazlardı. İşin daha garip yanı yine o saatlerde kasabayı mor renkli bir sis basardı. Net hatırlamasam da çıkmamaları bununla alakalıydı. Zamanında oraya gelen çeşitli araştırmacılar sisi ve bunun halk üzerindeki fizyolojik ile psikolojik etkilerini incelese de olağandışı bir şeye rastlanmamış. Halk da bunun farkında olmasına rağmen bu olay zamanla bir adet haline gelmiş. Herkes dışarıdaki işini 9’dan önce bitirir, o saatten sonra da sabah ezanına kadar pek kimse görünmez. Annemle ben de buna uymuştuk(bir süre). Ergenlik çağıma girdiğimde her gün çıkardım, annem de ses etmezdi çünkü bunun o döneme ait bir şey olduğunu düşünürdü. Hıh, hiçbir zaman o ‘ergen aklı’na sahip olmadım. Yaptıklarımın hep farkındaydım. Bu döneme girmemin insanların bana daha çok tolerans tanımasına sebep olacağını, ‘gençtir yapar’ diye geçiştireceklerini biliyordum. Ve bunu kullandım, bilmiyorum niye, sadece yapıyordum. Annem benim çocukluğumdan beri doğum haberlerimi odama asmıştı demiştim, hatırlıyor musunuz? Bunu 4 yaşımda da 24 yaşımda da tek bir şeye yordum. Hayatım boyunca tek başarım kendi etkim olmayan bir şey sayesinde gazetelere kapak olmaktı, annem de en azından bununla övünmek istemişti galiba. Evet, kötüye yoruyorum. Çünkü başka yol bilmiyorum nasıl varolacağıma dair. İçim boş gibi, sürekli başka insanların yakınmalarıyla, batıl inançların getirdiği korku ve üzüntüyle, hırs ve kıskançlıklarla, akıllıca görünümlü ancak sadece günü kurtarmaktan ibaret küçük boy ‘sırtlanlık’larla. Annem o dönemlerde gazete başlıklarını kaldırdığımı görünce niye yaptığımı sordu. O gün, o gün, insanlara genel davranışımın nasıl olduğunu çok iyi hatırlıyorum. Ben bir çocuktum, dışımda sert, insanlara karşı toleranssız, ciddi -aynı zamanda komik, sarkastik, ince zekâlı- ve sözde güçlüydüm. Peki ya içimde? Biraz önce bahsetmiştim değil mi, kıskançlık ve öfkeyle doluydum, zayıftım, duyduğum en basit laf beni yaralardı, ve bu yarayı kapamak için bunu söyleyen kişiye karşı en azından(eğer dışımdan yapamıyorsam) içimde onu gerekirse hakaret ve küfre varan noktalarla alt etmeye çalışırdım. Ben de egomu böyle koruyordum. 17 yaşımdan itibaren psikologlarla haşır neşir olmaya başladım. Annemden gizli giderdim ama, kadın zaten üzülüyorken hakkımda bir de bunun derdine düşmesin dedim, demek ki arada ben de bencilliğimden azad ediliyormuşum. Toplamda 10’a yakın psikolog gezdim, birisi benim için obsesif-kompülsif dedi, birisi sende sinir var, akşam sıyır çorabı al eline çayı tavsiyesi verdi(sertifikasını da etrafta göremedim zaten). Bir diğeri ‘self-defeating’ kişilik bozukluğu olduğu söyledi, sürekli kendimle kavgalı imişim. Genellikle bu tip saptamalar ve bol yeşil reçeteli anti-depresanlarla geçen bir dönemdi. Ama bir psikolog vardı, ikinci gittiğim. Farklı birisiydi. Odasına girdiğimde konsolda video oyunu oynuyordu, bu her ne kadar ‘tabuları yıkan’ bir televizyon dizisi havasında olsa da gerçekten farklı bir yapıya sahipti. Problemlerimi anlattıktan, hiçbir şekilde rahat ve diğer insanlara karşı saydam olamadığımdan bahsedince bana önerdiği şu oldu.
”Gayet normalsin. Eve git, annenle vakit geçir, çevrendeki insanlara yapay bir şekilde değil sana ne kadar çiğ ve ‘cool’ olmayan biçimde gelse de doğal bir sempatiyle davran, zamanla kafanda biriken şeyler azalmaya başlayacak. İlacın bu.”
Hiç sevmedim bu öneriyi, ben bir umut ışığı, bir mucize, hiç olmadı yeni bir kutu Xanax istiyordum. Hiçbirini vermedi bana. Doğal davran falan dedi, sen bana hayatı nasıl daha mutlu yaşayacağımı öğretmek durumunda değil miydin psikolog? Hayır değildin, ben de herkes gibi bunu kafamda kurdum. Şimdi anlıyorum, çok klişe gelecek ama şu an, aklıma gelen tüm anılarımdaki falsolarımın çoğunu kavrayabiliyorum. Belki ölüme en yakın olduğum an bu olduğu için desem, komik olur.
Anti-depresan ve varoluş çabalarımla en yoğun geçen döneme çoğu ergen(bir de kendime hiç ergen aklım olmadı demiştim, yazık) gibi benim için de ‘lise’ adı verilmişti. O zamanlar pek karışamazdım söz konusu kesimin içine. Kafa olarak çok uygunduk, hatta beni her sınıfta bir tane olan ‘başı çeken fırlama’ kabul edebilirdik bizim sınıf için. Ama yine de, ki bunu okul sonrası hayatmda da çok hissettim, bir türlü orada ‘olamıyordum’. Bu his tam olarak nasıl anlatılır bilmiyorum. Aynı şeylere gülüyoruz, yaptığımız muhabbetler arabalar, futbol, çoğunlukla depresif müzik ve kızlardan ileriye gitmiyordu. Peki ne eksikti? Bir şey beni o taraftan çekiyordu çok fazla ileri gitmemem için. Bir şey beni sanki ‘burası aslında yok, olmamalı’ dedirtmeye zorluyordu. Bir nevi pişmanlık benzeri bir histi. Hayalet gibiydim bazen, dalıp giderdim. Ben o anlarda kendimle kavga ediyordum, insanlar beni dışardan ne kadar ‘kendi havasında’ olduğum şeklinde görüyordu. Ha işin kötü bir yanı da bu yakıştırmaları her fırsatta kendi avantajıma kullanmakta hiçbir beis görmüyordum. Biz de kızlara karşı ve bulunduğumuz Ha, güzel şeyler de olmuyor değildi tabii. Bir kız vardı bana ilgi duyan. Bir gün gelip ‘sınıftaki arkadaşlarla ilgili bi’ anket yapıyorum dönem ödevi için’ dedi. Bana çeşitli sorular soruyordu, pek ses etmediğimi görünce olaya sorular gittikçe derin konulara girmeye başlamıştı. Bu O’nun beni yakından tanımak ve sevdiğim/ilgi duyduğum şeyleri anlamak için kullandığı bir yöntemdi, zekiceydi de ha. Ta ki dönem ödevinin Tarım ve Hayvancılık’la geçinen toplumlar olduğunu öğrenene kadar. Hıh, aynı kız sonradan bugünün Başbakanı’nın eşi, Cumhurbaşkanı’nın gelini oldu. Bende bulduğu şeyi onlarda da buldu galiba.
”Gel, unutma, gelecek sen ona gittikçe senden uzaklaşacak, ve hep gelecek olacak. Sen bugünü yaşayacaksın, geleceğin umuduyla.”
Böyle böyle geçti hayatımın bu dönemleri de. İçimdeki boşluklarla, verdiğim trajikomik kavgalarla. Hiçbir yere de ulaşamadım, sadece zaman geçirdim. Sonra üniversite geldi falan filan. Ha unutmadan söyleyim, okul hayatımda gayet iyiydim. Hem davranış hem de ders konusunda öğretmenler takdir ederdi beni(fırlama tarafımı da galiba hınzırlık olarak görüyorlardı, hınzırın eski arapçada domuz anlamına gelmesi de ne garip). Bu akademik başarı üniversite dönemimde de aynı şekildeydi. Yani modern toplumun benden talep ettiği her şeye sahiptim aslında. Sağlam(en azından o şekilde görünümlü) bir kişilik, başarılı bir eğitim geçmişi ve kendi ayakları üzerinde durmasını sağlayan, güvenilir bakışların sebebi özgüven. Adam olmuştum herhalde ben. Üzüldüğümde ya da canım sıkıldığında buna sığınıyordum, ”Ben başarılıyım”. Zaman geçti kendi kestiremediğimiz hızında. Şimdi sevgili izleyiciler, 20 yaşındayım. Üniversite için buraya geldim. İstanbul, Paris, Amsterdam, Tokyo, Lisbon, Genova. Adı fark etmiyordu benim için, tek bir şey hissediyordum, kasaba hayatında sürekli varlığını hissettiğim o karanlık, sıkıntı dolu boşluk hissini burada zirvesine tırmanmış olarak buldum. Tramvay garının ya da havaalanının kapısından çıktığım an, fark etmez, üzerime üzerime sanki ete kemiğe bürünmüş şekilde her türlü maddesel ya da manevi sıkıntı üzerime geliyordu. İşsizlik korkusu, sosyal çevre tarafından reddedilme, insanların beklentilerini karşılayamama, en sevmediğin olsa bile bir insanı hayal kırıklığına uğratma, sevdiği insanla birlikte olamama, sevmediği insanlarla girilen çıkar ilişkilerinin sonucu olan manevi yüz kızarıklığı ya da kendinle bir daha konuşamayacağın kadar içine battığın ikiyüzlülük. Ben bunlar değildim, ya da öyle olmadığıma inanıyordum. Sanki tüm şehir, içindeki insanlar çöküyordu üzerime birer birer, her şeyiyle. Bunu söyleyince aklıma deprem geldi, içim titredi. Düşünmemeye çalışarak yürüdüm. Yürüdüm, gayet sıradan ve yerine getirilmemiş amaçlarla dolu bir üniversite hayatından sonra annemi de şehre, benim yanıma getirdim. Evet, burda olmayı sevmiyordum, ama dönme fırsatım da yoktu, çünkü başkaları, benden sosyal ya da rütbe olarak daha üst statüdeki insanlar izin vermiyordu veya ben onları bahane gösterdim kendi isteksizliğime. Napıyordum ben? Neydi bu içimdeki, ellerimdeki büyük boşluk? Neydi bu insanları sevememe, ama onlara karşı takındığın tavırın tam olarak tiksindiğin şey olması. Ben niye bazı dini öğretilerdeki gibi ‘Yüksek Benlik’ şeyine ulaşamadım? Hiç denemediğim için mi? Tek suçlu ben miyim? Yoksa doğduğumdan bu yana beni tüm bu modern hayatın kıskaçlarıyla saracak olan, beni anti-depresan manyağı yapıp arkadaşlarımla aramdaki en derin muhabbeti ‘abi şu kızı bir daha arayım ben’ seviyesine indirgeyen öğretiler, bu medeniyet dediğimiz dışı süslü, içi boş mu dolu mu belli bile olmayan bu şey. Ama en azından annem yanımdaydı, kan tükürten öksürüklerini duyuyordum yandaki odada, gitmeye korkuyordum. Kaybetmek istemiyordum onu, o şekilde görünce biraz daha bulunduğu durumu kabullenecekmişim gibi geliyor sürekli. Çocukluğumdan şu an ki, 25 yaşıma kadar çok fazla kişiye sevgi duydum. Onlarca sevgili, yüzlerce arkadaş falan filan. Bunlar vardı, hepsine karşı bir şey hissettim yani kayıtsız değildim ama eksik olan bir şey vardı. Belki buydu, kaybetme korkusu duydum herkes için şu an annem için de hissettiğim şekilde. Ama bu, bu işte bu sefer bencil bir duygu değildi, o giderse naparımın yanında gitsin de dedim, annem, benden önce gitsin. Çünkü o benim gitmemin acısını çekmesin, ben üstleneyim diyebilecek kadar bana kayıtsız ve şartsız sevgisini hediye eden tek kişiydi. Eksik olan buydu. Bu saf sevgi yoktu, ne bende, ne de diğerlerinde.
”Özür dilerim” dedim kapının eşiğinden anneme. Kızarık gözleriyle bana baktı, ”Yine naptın” dedi alaycı bir sesle. ”İçimden geldi” dedim, yanına yaklaşmamı istedi. Eliyle yüzümü okşadı biraz, ”Büyüdün” dedi, ”Mutlu ol, olur mu? Beni üzme, mutlu ol.”. Gülmek istiyordum ama istemsiz göz yaşlarım akmaya başladı yavaş yavaş. O da gördü bunları, sildi hafifçe. ”Sana niye Remiz dedim, merak ediyor musun hala?” dedi. ”Neden” dedim, bir heyecan duyarak içimde. ”İçimden geldi” dedi gülerek. ”Remiz eski dilde simge demek” dedi. ”Peki niye koydun” dedim merakla. Öksürdü, bu sonuncusuydu öksürüklerinin. ”Kızım olursa, adını Simge koymak iste-.” dedi, ve bitti… Gözümdeki yaşlarla birlikte hızla telefonla bir ambulans çağırdım, koşarak tüm üzüntüm ve nefretimle çıktım odadan.
Yine yanlızdım. Nereye gideceğimi ya da ne yapacağımı bilemedem. Benim problemim buydu işte, kimse tarafından sevilmemek. Annem yoktu, babam da, veya beni seven kardeşlerim ya da arkadaşlarım. Son kullanma tarihi en fazla 6 ay süren ilişkilerde aradım, olmadı. Ben değildim suçlu, suçlu olan dünyaydı. Ben yalnız kaldım, tek önemli olan buydu. E beni sevdiğini sandığım tek insan bile sadece başkasının acısını avutmak için kullanmıştı. Bu muydu saf sevgi, bu muydu peşine düştüğüm onca şeyin sonucu. Her şey, iyi, kötü, doğru, yanlış, bunlar yalan mıydı? Sadece et vardı, deri, kemikler ve her neyse. Ben de sadece bunlardan ibarettim. İçimde pis dumana artık dayanamıyordum. Hayal de olsa o beni 25 yıl aldatan son sevgi de kaydı ellerimin altından, yapacak bir şeyim yok! Kendimi hiçbir zaman olduğum gibi kabul etmedim ve bundan sonra da etmemeye kararlıydım. Patırtıyla doğmuştum, sessizce çekip gidecektim…
Dışarıya doğru koştuğum sırada önümü bir araba kesti, aslında ben onların kestim diyebilirim daha doğrusu. Sürücü koltuğundaki adam hızla arabadan çıktı ve beni binanın ön cephesine çekti, kafama silah dayaması bunların ardındaydı. Evet, kafama silah dayadı, benim, sessiz gitmek istiyordum. Ama sonuçta fırsat ayağıma gelmişti.
Ve tam olarak siz buralarda yavaş yavaş salonu doldurmaya başladınız değil mi?
”Ben birilerine çok benziyorum”
Polis ve suçlunun nihayetsiz konuşma çabaları birbirini kovalarken gözüm o an kısa bir süredir burda olan ambulansa takıldı. Hafifçe başımı çevirdim, ve annemin bir sedyeyle ambulansa doğru götürüldüğünü gördüm. Bu, aklıma hiç olmaması gereken bir şeyi getirdi. Küçükken, daha doğrusu 15 yaşıma kadar çok yaramazlık yaptığım zamanlarda annem bana bir şey anlatırdı, kulaklarımda yankılandı.
”Benim ninem derdi ki Remiz; Eğer bir yerde hırıltı, kavga çoksa oradaki insanların öfkeleri birbirine karışınca başka başka şeyler ortaya çıkar. Hiç ağza alınmayacak, senin benim aklımın da belki alamayacağı şeyler. Ete kemiğe bürünür tüm ortadaki kin, kavga. Bunun için kavga etme, sataşma kimseye, kendimi üzme, ki bunun bir parçası olmayasın. Senin adın Remiz, sen birilerinin ümidi olasın diye varsın. Siyah olmuşun beyaz olmuşun kız ya da oğlan olmuşun fark etmiyor, asıl anlamı olan bu taşıdığın şey. Ben zaten seni başkası olsan bundan daha fazla sevemezdim.”
Ben birilerine çok benziyorum ey içimdeki kendi kafamda kurduğum sözde izleyici kitlesi. Sizler bir nevi benim için yargıç, hakimdiniz. Her yaptığımı sizin gözünüzden izledim ve hakkında karar verdim. Bunun için vardınız. Ama, siz de anladınız, ben birilerine çok benziyorum.
Ben, çöküşe yüz tutmuş modern insanın sembolüyüm…
(Sonraki Gün)
Gazeteler bugün oldukça yoğun, attıkları başlıklara gelen tepkiler ve övgülerle dolu bir çok telefon ve e-mail almaktalar. Bunun sebebi dün varlığı, olup olmadığı resmi kaynaklar tarafından onaylanmayan, açıklama beklenen garip bir olay. Olaya dahil olan 2 polisin, bir kalpazanlık çetesi üyesinin ve görgü tanıklarının verilen ifadeleri sihirbazlara taş çıkaracak cinsten. Verilen ifadelere göre çete üyesinin rehin olarak aldığı kişi(ismi bilinmiyor), rehin alındıktan bir süre sonra çete üyesini iterek silahını elinden aldı. Bir saniye bile tereddüt etmeden silahı kafasına doğru ateşledi. Olayın garip yanı bundan sonrası, verilen ifadelere göre silan ateşlendiği an silahı kafasına dayayan rehine bilinmedik bir şekilde gözden kayboldu. Görgü tanıklarının verdiği ek ifadeye göre ateşlenmenin ardından herkes şoka girmiş, ve fark edebildikleri tek gariplik nerden sızdığı bilinmeyen, gökyüzünde uzun süre yer teşkil eden kızıl ve kahverengi dumanlardı. Bu olayın ardından çok üzgün ve şaşkın olduklarını söyleyen polis memurları kısa süreli izne ayrılırken, kaybolan rehine ve bulunamayan mermi kovanı ile ilgili arama çalışmaları hala sürmekte. –BASIN
ben öyküye dair bir yorum yapmayacağım, kendimi o yeterlilikte görmüyorum. Daha çok psikolog kavramına yönelik eklemem olacak. Psikologlar sizde bilirsiniz ki 4 yıllık psikoloji eğitimi alırlar. İnsanları tedavi edebilirler ancak reçete yazamazlar. Çünkü tıp doktoru değildirler. Psikiyatrlarsa 6 yıllık tıp eğitiminin ardından 5 yılda psikiyatri eğitimi alırlar ve psikiyatri uzmanı olurlar. Bahsettiğiniz xanax da ancak tıp fakültesi mezunu olmak şartıyla yazılabilir. Yani psikiyatrlar tarafından. Söyleyeceğim sadece bu, hikayenin gidişhatını etkilemez, zaten bilginiz olsun diye yazdım.Başarılar dilerim.
Evet o farkı yazım sırasında kaçırmışım.
Teşekkürler düzeltme için.