“Baba,” dedi genç adam yanındaki yaşlı ama hâlâ dinç görünen adamın kolunu daha sıkı kavrayarak. “Oraya yürüyebileceğinden emin misin? Evde ya da bahçede de konuşabilirdik.”
“Yürüyebilirim ve hayır, konuşamazdık,” dedi adam kısaca. Başını kaldırıp gökyüzüne, sanki bir zamanlar yere hiç inmeyen özgür bir kuşmuş gibi özlemle baktı. Parçalı bir bulut kümesi rüzgârla batıya doğru yol alıyordu. Güneş artık görünürde yoktu, batmadan önce gönderdiği son birkaç ışın da bulutların ardında kalmıştı.
Bir süre konuşmadan, ağır ağır yürüdüler. Uzunca bir ambarın, saman balyalarının ve park halindeki bir traktörün yanından geçtiler. Uzaktan başka bir traktörün sesi geliyordu. Genç adamın gözleri ağılında zıplayan keçilere takıldı ve gülümsedi.
“Çok sevimliler, değil mi?” dedi babası başını çevirmediği halde her nasılsa oğlunun gülümsediğini fark ederek. “Sen de böyle hoplayıp zıplardın küçükken.”
Genç adam tekrar gülümsedi. Sağ taraftaki tek katlı yapıya doğru yönelecekti ki, babasının hiç istifini bozmadan dosdoğru gitmeye devam ettiğini görünce şaşırdı. Atların yanında konuşmak istediğini varsaymıştı, çünkü babası için onlar çok değerliydi ve canı sıkıldığında yanlarına gidip saatlerce vakit geçirirdi.
“Nereye gidiyoruz?” diye sordu biraz huzursuzca. Ve babası söylemeden, cevabı tam karşısında gördü. Gerçi henüz görünmeyecek kadar küçüktü, ama orada ne olduğunu biliyordu. Daha doğrusu bilmiyordu ve öğreneceğini de o ana dek hiç sanmamıştı. Soran gözlerle babasına baktı.
“Furkan,” dedi adam ilk kez durup gözlerini oğluna çevirerek. “Anlatacaklarımı kimseye söylemeyeceğine dair söz isteyebilirdim senden, ama bunu yapmayacağım. Çünkü hayat senin hayatın. Ben sadece anlatacağım ve sen de ne yapacağına karar vereceksin.”
Furkan başını evet anlamında salladı ama babasının neden bahsettiğine dair en ufak bir fikri yoktu. Onun daha önce böyle gizemli konuştuğuna hiç şahit olmamıştı.
“79’da,” diye söze başladı adam, önüne dönüp ağır ağır yürümeye devam ederek. “Amcan yurt dışından döndü, biliyorsun.”
Furkan başını salladı.
“Aslında bilemezsin, daha doğmamıştın.” Gözleri o zamanlara gitmiş gibi boşlukta sabitlenmişti. “Abim kafasına eseni yapan, kaçık herifin tekiydi. Burada güzel bir işi olabilecekken gemiyle çalışmaya başka ülkelere gitti. Amerika’yı, Kanada’yı gördü. Türkiye’ye dönmeden önce son çalıştığı yer, Avustralya’ydı.”
Furkan yine başını salladı. Amcasının kangurular ve hayvanat bahçesindeki türlü türlü vahşi hayvanlarla çekilmiş fotoğraflarını görmüş, çocukken o da Avustralya’ya gitmeye karar vermişti. Ama hiçbir zaman amcası kadar maceraperest olamamış ve tatiller dışında ülkesinden çıkmamıştı.
Önlerindeki harap kulübe büyüdükçe büyüyordu. Furkan gözlerini büyülenmiş gibi alamadı ondan, sonra babasının sesini duyunca tekrar ona döndü.
“Oradan dönerken, yanında bir hayvan getirdi.”
“Hayvan mı?” diye sordu Furkan heyecanlanarak, çünkü aklına hemen kangurular gelmişti. Sonra devasa ve zehirli bir yılan getirmiş olma ihtimalini düşündü ve adım atarken bir an tereddüt etti.
Adam kulübenin kapısına birkaç metre kala durdu ve yüzünü oğluna çevirdi. Bir süre bakıştılar.
“Buraya girmeme hiçbir zaman izin vermedin,” dedi Furkan. Sesi sitem dolu, huysuz bir çocuk gibi çıkıyordu.
“Evet, ve bunun için haklı sebeplerim vardı. Ama artık görebileceksin.”
“Neyi?” diye sordu Furkan huzursuzluğu artarak. “Amcamın getirdiği hayvanı mı?”
Babası usulca başını salladı.
“Yılan falan mı? Öyleyse hayatta girmem, hatta beni çocukken buraya sokmadığın için şükrederim.”
“Hayır,” dedi adam. Ve kararlı bir şekilde kapıya yöneldi.
Furkan babasını durdurmayı, hatta ısrar ederse zor kullanarak kapıdan uzaklaştırmayı istedi. Neden bilmiyordu ama kulübeye girmekten korkuyordu. Çocukken bu korku ona çok tatlı gelir, içinden canavarlar ya da hayaletler çıkacak olsa bile yine de girmeyi isterdi ama şimdi…
Hiçbir şey yapamadı. Babası cebinden daha önce hiç görmediği bir anahtar çıkarıp ağır kilide sokarken sadece izledi onu. Kapı gıcırdayarak, koyu bir karanlığa açıldı.
Adam rahat bir tavırla içeri girdi. Furkan bir süre daha bakıp içeride ne olduğunu anlamaya çalıştı ama babasının arkasına dönüp ısrarlı bir davetle attığı bakışın ardından, o da girdi.
Gözleri henüz karanlığa alışamamışken, babası loş bir ışık veren duvar lambasını yaktı. Furkan’ın gözleri bir anda kulübenin her ayrıntısını seçebildi: Karşılıklı, yüksekte olduğu için içeriyi yeterince aydınlatamayan iki pencere vardı ama çocukken de çok iyi bildiği gibi, bunlar dışarıdan ayna gibi görünüyordu; oysa şimdi içeriden baktığında, sapsarı tarlayı rahatça görebildi. Kulübenin içi dışarıdaki harap görüntüsüne rağmen temizdi, iki koltuk ve alçak bir sehpa vardı. Bir de çok fazla rahatsız edici olmasa da, orada canlı bir varlığın bulunduğunu belirten koku.
Furkan bir dakika kadar üzerine atlayıp vahşi pençeleriyle göğsünü tırmalayacak, aşağıdan usulca sürünüp bacaklarını halat gibi saracak, hızla uçup yüzüne şiddetle çarpacak ya da gereğinden fazla sayıda ayaklarıyla yavaşça ve sinsice üzerinde gezinip ona çığlık attıracak birtakım hayvanları bekledi. Olmayınca, tekrar babasına bakındı ve onun koltuklardan birine oturduğunu gördü.
Ağzını açıp bir şey söyleyecek oldu, sonra gözleri ufak bir hareket fark etti ve hızla o tarafa döndü. Lambanın gönülsüz ışığının olabildiğince dışında kalan yerdeki karanlığın içinden, başka bir karanlık usulca kalktı, gerindi ve babasına doğru seğirtti. Furkan dehşet içinde babasına doğru hamle yaptı, ama hayvan bir sıçrayışta adamın kucağına çıktı. Adam karanlık şeyin kafasını ve kulaklarını okşamaya başladı. Bu haliyle en az o hayvan kadar ürkütücüydü.
Furkan’ın felç olmuş gibi orada dikildiğini görünce, şefkatli ellerinden birini kaldırıp karşısındaki koltuğu işaret etti, sonra okşama işine kaldığı yerden devam etti. Furkan nefesini tutmuş halde, ayaklarını beton bağlanmış gibi güçlükle kaldırarak -hatta sürükleyerek- koltuğa yöneldi. Oturmaktan ziyade kendini bıraktı, uzun süredir tuttuğu soluğu da bir anda çıktı ağzından. Gözleri hayvana dikilmişti.
Kafası fareye benziyordu; toparlak bir burnu ve uzun, görkemli bıyıkları vardı. Kulakları tam kafasının üstünde, kısa ve dimdikti. Bir fare için oldukça büyüktü, ama bir köpeğe göre ufak kalıyordu. Işığın yansıdığı zeki bakışlarını Furkan’a çevirmişti. Kucağındaki adamın okşamalarından rahatsız ya da mutlu olmuşa benzemiyordu; sadece büyük bir asalet örneği göstererek izin veriyordu sanki. Vücudu gibi simsiyah olan kuyruğu Furkan’ın babasının göğsüne doğru yayılmıştı. Furkan gözlerini o ürkütücü bakışlardan güçlükle çekip babasına çevirdi.
“Bu ne?” diye sordu fısıltıyla.
“Bu,” dedi babası ve vurgu yapmak için birkaç saniye bekledi. “Bir Tazmanya canavarı.”
“Tazmanya canavarı mı?” Sesi yükselmişti, koltuğunda önce geriye gidip sonra öne eğildi. Hayvanın her yerine, gerçekten de Tazmanya canavarı olduğuna dair bir kanıt ararmış gibi dikkatle baktı.
“Evet. Amcandan kuzenin Serhat’a, ondan da bana kaldı.”
Furkan korku ve hayranlık karışımı bir ilgiyle bakıyordu Tazmanya canavarına. Gördüğü şeye inanamıyormuş gibi, dudakları hafifçe aralıktı.
“Niye benden sakladın?” diye sordu tekrar babasına bakarak.
“Çünkü…” derin bir iç çekip bıraktı, parmakları hâlâ canavarın kadife gibi kürkünde geziniyordu. “İhracı yasak. Amcan onu kaçak getirdi.”
Furkan’ın alnı kırıştı. Tazmanya canavarlarının soyunun tükenme tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu duymuştu, o yüzden bu haber onu şaşırtmadı. “Nasıl çalmış, nasıl getirebilmiş buraya?” Sesindeki gizli hayranlığa engel olamıyordu. Amcası gerçekten de ilginç biriydi. Bu hikayeyi çocuklukta duysa övünmek için tüm arkadaşlarına anlatırdı. Bunu düşününce, babasının neden bunca yıl canavarı gizlediğini de anlamış oldu.
“O kadarını bilmiyorum. Artık Tazmanya Adası’na mı gitti, Avustralya’da hayvanat bahçesinden mi çaldı, bilemem. Tek bildiğim, geldiğinde el kadar bir yavru olduğu.” Parmaklarını biraz daha bastırdı, canavar esniyormuş gibi ağzını açtı ve Furkan birkaç saniye için sonsuz pembe bir tünelmiş gibi görünen ağzını ve korkunç sivri dişlerini görüp ürperdi.
“Amcan döndükten on yıl sonra, kalp krizinden öldü. Sen altı yaşındaydın. Serhat da yeni on sekiz olmuş, üniversiteye başlamıştı.” Durdu, gözlerini oğluna çevirdi. “O, bakamadı canavara. Bana atıp gitti. Nasıl olsa çiftliğim vardı.”
“Peki niye böyle saklayarak baktın? Ben yardım edebilirdim, hayvanat bahçesine verebilirdik.”
“Dediğim gibi, ihracı yasak. Yani bu hayvanı burada bulundurmak suç.”
“İyi ama ’79 yılından bahsediyorsun, otuz dokuz yıl olmuş baba. Zaman aşımı diye bir şey var. Amcamı mezarından kaldırıp hapse atacak değiller ya.”
“Otuz dokuz yıl,” diye tane tane söyledi babası, İşte tam da bunu bekliyordum, der gibi işaret parmağını kaldırarak. Sonra gerisini Furkan’ın anlamasını bekliyormuş gibi yüzünde bir gülümsemeyle bir süre bekledi, ama oğlu hiçbir şey anlamamış gibi boş boş bakıyordu ona. “Yetkililere gidersen,” diye devam etti. “Ortalama altı yılda ölmesi gereken bu hayvanın nasıl olup da otuz dokuz yıldır yaşıyor olduğunu da açıklaman gerekecek.”
Furkan koltuğun kolçaklarını tutup kalkacak ya da gerileyecek gibi oldu, gözleri kocaman açılmış ve başını şiddetle iki yana sallamıştı. “Bu mümkün değil,” dedi kararlı bir ses tonuyla. Babasının ciddiyetini koruduğunu görünce, neredeyse rica eden bir ses tonuyla ekledi: “Mümkün değil, değil mi?”
“Mümkün olmaması gerekiyordu, ama oldu.” İçini çekip göğsünü şişirdi ve yavaşça verdi nefesini. “Abim bana kötü bir şaka yapıyor olsaydı bile şahsen ben yirmi dokuz yıl yaşadığına şahit oldum.”
“Nasıl olur, ölümsüz mü yani?” Ayağa kalktı, canavardan mümkün olduğunca uzağa doğru geriledi.
“Bunu tam olarak bilmiyorum. Amcan ona çok iyi baktı. Zaten nasıl olsa altı yıla öleceğini düşünerek getirmişti buraya. Onunla birlikte on yıl yaşadı. Ona iyi baktığı için böyle uzun yaşadığını düşünüp sevinmişti.”
Furkan’ın kafası duvar lambasına çarptı. Durup elleriyle duvarı buldu. Sanki bir yere tutunmak kendisini kurtarabilirmiş gibi, sımsıkı bastırdı parmak uçlarıyla.
“Başına hiçbir şey gelmedi mi? En ufak bir kaza?”
“Aslına bakarsan, geldi. Serhat canavarla büyümüştü ama artık yetişkindi ve abim ölünce ona bakmak istemedi. Fare zehri yedirmiş.”
Furkan’ın kaşları çatıldı. Gerisini duymak istediğinden emin değildi, çünkü zaten görüyordu ve görebildiği kadarıyla hayvan kendisinden bile sağlıklıydı.
“Canavar zehirli yemeği yemiş, ama talyum zehirlenmesinin hiçbir belirtisini göstermemiş,” dedi adam oğlunun korkusunu haklı çıkararak. “Zaten ertesi gün Serhat apar topar getirip buraya bıraktı.”
“Peki sen,” dedi Furkan fısıltıyla. “Sen onu öldürmeyi denedin mi hiç?”
Babasının gözleri kısıldı, yüzünün çizgileri sert, yırtıcı bir görünüm aldı. “Hayır,” dedi bir süre düşündükten sonra. “Ama ondan kurtulmayı denedim.”
“Nasıl?”
“Onu alıp bir ormanın kenarına bıraktım. Buradan beş kilometre ötede bir yerdi.”
“Ve geri geldi?” dedi Furkan. Sesi hâlâ fısıltı gibi çıkıyordu.
“Geri geldi, evet,” diye onayladı babası başını sallayarak. “Hem de hiçbir şey olmamış gibi. Onu ertesi sabah kulübenin kapısında buldum. Gözlerini dikmiş, masumca bakıyordu bana.”
Furkan o testere dişi gibi sivri ve sırayla dizilmiş dişlerle dolu ağzı gördükten sonra canavarın masum görünebilme ihtimalinden şüpheliydi.
“Bir daha da onu incitecek bir şey yapmadım.” Adamın sesi pişmanlıkla çıkıyordu. “Serhat’tan ve benden yeterince kötü muamele gördü. Umarım seninle ilişkisi daha güzel olur.”
Furkan yerinde sıçradı, parmakları duvarın pürüzlü yüzeyinde bir an gezindi. “Ne? Neden bahsediyorsun?”
“Zamanım doldu diyorum.” Yavaş yavaş kalktı yerinden, Tazmanya canavarını sımsıkı tuttuğu kolları hiç gevşemedi. “Artık bakamıyorum. Bakım görevinin sana geçme zamanı geldi.”
“Saçmalama,” dedi Furkan bağırarak. Duvar boyunca yan yan gidiyordu. “O şeye hayatta elimi sürmem. Hayatta bakmam ona. Barınağa, hayvanat bahçesine veririm.”
“Sen bilirsin,” dedi babası hiç istifini bozmadan, ama zombi adımlarıyla ağır ağır gelmeye devam etti. “Gittiğinde canavarın kırk yıldır yaşayıp sana bırakıldığını da inandırıcı olmaya çalışarak açıklarsın. Tabii sana asla inanmazlar.” Işık yüzünü buldu ve acımasız gülümsemesini aydınlattı. “Yakın zamanda yasa dışı yollarla Tazmanya canavarı ihracı yaptığını düşünüp hakkında dava açar ve seni hapse tıkarlar. Belki Avustralya hükûmetine bile teslim edebilirler.”
“Yapamazlar,” dedi Furkan, ama sesi kendi dediklerine inanıyor gibi çıkmamıştı.
“Deneyip görebilirsin.” Lambanın yakınına gelmiş ama Furkan artık duvarda bir hayli yol almış olduğu için yön değiştirmişti.
“O zaman onu öldürürüm,” dedi Furkan zalim bir ses tonuyla. Aniden durdu ve içinde yeni bulduğu katil ruhu dinlemeye çalışır gibi başını hafifçe yana eğdi.
“Eh, bol şans,” dedi babası. Sesi eğlenmiş gibiydi. “Umarım becerebilirsin. Belki zehirlere ve yaşlanmaya karşı dirençlidir sadece. Belki keskin bir bıçakla çabucak halledersin işini.”
Furkan’ın katil ruhu, canavarı öldürdüğü kanlı bir sahneyi kafasında canlandırmasıyla uçtu gitti. Yüzü tekrar korkuyla gerildi. Babası ve kucağındaki yaratık artık çok yakınındaydı.
“Eğer ona alışmaya çalışırsan, senin için her şey çok daha kolay olur. Bunu bir lanet gibi değil de, miras gibi görürsen yani.”
Babası artık tam karşısındaydı. Furkan dehşet içinde, kucağında bir bebek gibi tuttuğu hayvanı ona doğru uzattığını gördü.
“Çocukken en çok istediğin şeyi veriyorum sana,” dedi alçak bir ses tonuyla. “Artık senin.” Ve Furkan daha ne olduğunu anlamadan, kucağına bırakıverdi canavarı.
Furkan kollarındaki ağırlığın etkisiyle bir an sendeledi, sonra toparladı kendini. Korkulu bakışları babasından kucağına kaydı. Hayvan başını kaldırmış, yeni sahibine kayıtsızca bakıyordu. Değişimden etkilenmiş gibi değildi.
“Seni sevdi,” dedi babası neşeyle. Oğlunun, onu çıldırmanın eşiğine getiren bir korkunun pençesinde olduğunu fark etmemiş gibiydi. “Ben sizi yalnız bırakayım, birbirinize alışın.” Ve kapıya dönüp çıktı gitti. Furkan girerken olduğu gibi çıkarken de onu durduracak tek söz söyleyemedi.
Ne kadar olduğunu kestiremediği bir süre boyunca, orada öylece dikilip bakıştılar. Canavar ilk hareketi ondan bekliyormuş gibi hareketsizce duruyordu. Furkan onu tutan ellerinin titrediğini fark etti. Sonra o ellerin hayvanın o kalın boğazını tutup sıktığını, onu ölene dek nefessiz bıraktığını hayal etti. Yapabilir miydi? Daha önce kimseyi boğmamıştı ama uzun sürmeyeceğini biliyordu. En azından deneyebilirdi. Kucağındaki şey on kilo bile yoktu. Uysalca bakıyordu suratına. Daha ne olduğunu anlayamadan, kırk yıldır kimsenin, Azrail’in bile yapamadığını yapıp onu öteki tarafa postalayabilirdi. Parmakları kürkünde usulca hareket edip yavaşça yukarı çıkmaya başladı.
Aynı anda canavarın uysal yüzü sertleşti, kapalı ağzı açıldı, ön taraftaki fil dişi gibi uzun dişleri ortaya çıktı. Gerisindeki dişlerin de vahşilikte onlardan aşağı kalır yanı yoktu. Hayvan ağzını açtığı anda korkunç bir çığlık attı. Domuzla köpek karışımı bir ses gibiydi, boğazına bir şey takılmış da can çekişiyormuş gibi gürültüyle hırlıyordu. Ne yapacağını biliyorum, der gibi bakıyordu Furkan’a. Sakın deneme.
Furkan’ın parmakları dondu. Çığlık geldiği gibi bitti, ağız açıldığı gibi kapandı. Az önce acayip hiçbir şey olmamış gibi, birbirlerine bakıyorlardı yine.
Furkan dizleri bükülü halde robot gibi yöneldi koltuğa. Kendini güçlükle bıraktı. Canavar hâlâ boş boş bakıyordu.
Belki iyi geçinebilirlerdi. Sonuçta hayvanın yaşamaktan başka isteği yoktu. Belki haddinden fazla bir istekti bu, belki biraz uzun yaşamıştı ama kimse ona dokunmadığı sürece, o da kimseyi incitmeyecekti, değil mi?
Canavar onaylıyormuş gibi uysalca bakmaya devam ediyordu.
Sağ elini kaldırdı, hâlâ titrediğini görebiliyordu. Ve canavarı okşamaya başladı.
Bir konu bu kadar güzel işlenebilirdi. Tadı damağımda kaldı, öykünün daha uzun olmasını isterdim. Kaleminize sağlık
Beğenmenize sevindim. Tam yerinde bıraktığımı düşünüyorum ama belki devamı da anlatılabilirdi.
Yorum için teşekkürler