Öykü

Mürşit

Adam bağdaş kurmuş oturuyordu. Kafasındaki sarığı çıkardı. Dipteki aynaya yöneldi. Eski yakışıklılığından geriye bir şey kalmamış görünüyordu. Dişleri iyice sararmış, yüzündeki çizgiler çoğalmıştı. Saçları dökülmüş kalanlarsa griye dönmüştü. Eee kolay değildi elbet altmış yaşını geçeli epey olmuştu. Geri odadaki divana geçti. Mütevazi odasının küçük penceresinden sızan zayıf ışıkta nasıl bu noktaya geldiğini düşündü. Unutulmuş bir köyden sefil denilebilecek bir halden bu kadar yükseklere çıkmak ancak Tanrının yardımıyla olabilirdi. Sahi bu oda ne kadar çok köyünde büyüdüğü odaya benziyordu. Hoş böyle olmasını kendisi istemişti ama zaman zaman gerçeklik algısını yitiriyordu da. Şu an bunları düşünürken uzak bir ülkede miydi yoksa hala köyünde küçük bir çocukken kurduğu hayallerin içinde miydi?

Gözü ister istemez duvardaki gaz lambasına kaydı. Bu medeni ülkede bulamamıştı. Gaz lambası vardı antika ayarında, bin bir çeşit ama hiçbiri köyündeki, çocukluğundaki lambalara benzemiyordu. Bu yüzden ülkesinden köyünden getirtmek zorunda kalmıştı. Ve aklına karanlık geldi. Geldi demek doğru değildi. Son zamanlarda hiç aklından gitmiyordu karanlık ve karanlığın temsil ettiği ölüm. “Her Nefs Ölümü Tadacaktır” dedi kendi kendine. Ağır hareketlerle yerinden kalktı. Elindeki tespihi başucundaki komodinin üzerine bıraktı.

Pencerenin önündeki küçük masasına yöneldi. Eski güzel günlerde rahlede oturabiliyordu. Şimdi dizlerindeki kireçlenmelerden dolayı döner koltuğu tercih ediyordu. Yıllardır okuduğu kuranını açtı ve kaldığı yerden belki bininci defa okumaya başladı. Gözleri satırlarda geziniyorken dudakları kıpır kıpırdı. Dudakları gözleri kutsal kitaptaydı ama kalbi içini yiyip bitiren ve bir iki aylık ömrünün kaldığını söyleyen yengeçteydi. Uzun süre ezbere bildiği kelimelerin üzerinden geçti. Dudakları yakardı kendisine sağlık afiyet vermesi için Yüce Yaradan’a. Gözyaşları yıkadı günahlarını. Daldığı düşüncelerden çalınan kapının sesiyle sıyrıldı.

Önce gözlerindeki hafif nemi sildi her zaman yanında taşıdığı keten mendille. Ardından boğazını hafifçe temizledi ve ardından “Buyrun” dedi. İçeriye yaşlı bir adam girdi. Üzerinde beyaz yakasız bir gömlek ve geniş kesimli beli lastikli bej renkli bir pantolon vardı. Adamın önünde hafifçe eğilerek durdu. Yıllardır bu şekilde durduğu için sırtında belli belirsiz bir kambur oluşmuştu.

“Biraderim Şaban, sizi bekliyorlar” dedi fısıltıdan az yüksekçe bir sesle.

“Ben sana bin defa söyledim bana ‘kardeşim, biraderim falan deme’ diye. Az önceki Tanrısına yalvaran adam gitmiş yerine gurur abidesi biri gelmişti. “Ben seni hiç Bayram Ağabey diye çağırıyor muyum?” dedi.

“Ama burada bizi duyacak kimseler yok” dedi adam ezik bir sesle.

“Olsun sen gene de deme. Muhammed İdris adını kabul ettirmek için ne kadar uğraştığımı sen çok iyi biliyorsun. Üstelik yerin kulağı var derler.” Durdu, ağabeyine dik dik baktı. “Unutma ki ben seni yanıma almasaydım köyde çobanlık yapıyor olacaktın hala.” Bu sözü belki bin defa duymuştu kardeşinden. Birkaç saniye sonra yumuşadı

“Haklısın bir hata ettim, kusura kalma ağabey. Bir daha baştan alalım mı?” dedi gülümseyerek. Öfkesi geçmişti.

“Geliyorum Muhterem Ebu Bekir hazretleri” dedi. Bu adamla yani ağabeyiyle çocukluktan beridir beraberdi. Kendisine peygamber adı verildiğinde -ki bunu yapan kuran kursundaki hocası o devrin en mübarek zatlarından biri olan Derdevi Abdülkerim Mollaydı- ağabeyine de Peygamberimizin yol arkadaşı olan Ebu Bekir adının verilmesini istemişti. O zamanlar genç güçlü kuvvetli biriydi. Aksiydi, inatçıydı, ve en önemlisi sadıktı. Ne yaparsa yapsın ne söylerse söylesin aldırış etmezdi. Yıllar bu özelliklerini eksiltmemiş çoğaltmıştı. Birlikte çıktılar.

Çıktıkları bahçe oldukça bakımlıydı. Kendi dairesi yani köy odası daha yüksek bir yerde yapılmıştı. Burada bulunan dostlarının bağışlamış oldukları büyük bir çiftlik evinde kalıyorlardı. Burası din ulusu olan Davut İdris Hazretlerinin mütevazı konutuydu. Belki bin dönümlük bir yerdi burası. Her çeşit ağacı, bakımlı bahçeleri, düzgün yolları, taş işlemeli geniş merdivenleriyle tam bir zengin işiydi. Ağır adımlarla yürüdüler. Yılları verdiği bir alışkanlıktı bu hareket tarzı. Hiçbir dini lider koşar gibi hareket etmemeliydi. Yürürken ara sıra üzerindeki cübbeyi düzeltiyordu.

Ana binaya vardıklarında olağanüstü bir hareketlilik olduğunu sezmişlerdi. “Sence derdimize derman olacaklar mı?” Dedi hemen bir adım gerisinde yürüyen Ebu Bekir’e.

“İnşallah” dedi tek kelimeyle Ebu Bekir. Arazinin yükseklik farkından dolayı yapılan birkaç basamağı çıktılar. Yaklaştıklarını gören kapı otomatik olarak açıldı. İçeri girdiklerinde ortadaki kocaman ceviz masanın etrafında toplanan adamlar karşıladı kendilerini. Bu kişilerin büyük bir bölümünü tanıyordu. Kimi iş adamıydı kimi de din adamı. Yıllardır etrafında toplanmışlardı.  Çoğu samimi duygularla bağlıydı kendisine ama bazılarının çıkar ilişkisi içerisindeydi. Ama asıl gücünü kendisine inanan ve gönülden bağlı olan küçük insanlardan alıyordu. Her birine umut vermişti. Elbette kendi cebinden vermemişti Tanrının bitmez tükenmez hazinelerinden vadetmişti.

Herkesi ayrı ayrı selamladıktan sonra kendisi için ayrılan masanın başındaki koltuğa oturdu. Kenarda duran adamlardan biri; Mustafa Molla, anlatmaya başladı.

“Bu ay müritlerimizden gelen dünyalıklarda küçük bir artış oldu. Bu kendilerinin size ne kadar değer verdiğinin göstergesidir Üstadım” dedi. Sustu, saygıyla başını öne eğdi. Belki de sırasını savdığı için mesuttu.

“Eğitimlerimiz nasıl gidiyor” dediğinde genç ve iyi giyimli Necip cevapladı.

“Tüm engellemelere rağmen okullarımızın başarısı sürüyor. Fakir, zeki ve çalışkan çocukların ilk tercihiyiz hala” dedi.

Âla” dedi tok sesiyle. Kendisinden sonra sistemin başına geçebilecek kadar yetenekliydi Necip. Zekiydi, ahlaklıydı, sistemliydi ve diğerleri gibi Şeyhine gönülden bağlıydı. Öl dese ölçek tiplerdendi yani. Üstelik ilk müritlerinden birinin oğluydu. Yani Cemiyetin içinden yetişmişti. Belki kendisinden sonra başa geçerdi. Vasiyetinden bu durumdan da söz edecekti. Masada bir suskunluk oldu. Muhammet İdris Efendi sesinin ve konuşmasının etkili olduğunu düşünüyordu ve etkiliydi de. Tekrar söze başladı.

“Allah sizlerden razı olsun. Sizlerin sayesinde bu günlere geldik. “tek tek taşları taşıdınız. Zaman harç olduğunuz taşların tuğlaların arasında. Zaman oldu ışık olduğunuz hayatımızda. Şimdi sizlerin sayesinde bu arazide kimse karışmadan hayatımızı sürdürüyoruz” O yüzden bu günlere gelmemize vesile olan genç yaşlı zengin fakir herkesin geçmişinin ruhuna…” dedi. Masanın etrafında oturanlardan mırıltılar yükseldi. Ve ellerini yüzüne sürdü. Sözleri bittikten sonra servis başladı. Gelen bağışçılara iyi bir ziyafet çekmesi yararlı oluyordu.

Birkaç saat geçtikten sonra misafirler izin alıp gitmeye başlamışlardı. Cemiyetin çocukları olan birkaç genç tabakları toplamaya başlamışlardı. Masada üç kişi kalmışlardı. Eski dava arkadaşlarından olan Doktor Yasin’di. Konya’nın ücra köyünden keşfedilip eğitim alması sağlanmıştı. Tıbbiyede okumuş doktor çıkmıştı. Şimdi bu okyanus ötesi ülkede önemli hastanelerinin birinde onkoloji uzmanıydı. Muhammet İdris Efendinin özel doktoruydu yani. Diğeri gurbetten gelen emekli müftülerden biri olan Abdullah Efendi’ydi.

“Muhterem Hocam sizinle biraz konuşmak istiyoruz” dedi emekli Müftü. Adam şaşırdı ama şaşkınlığını belli etmemeye çalışarak

“Hay hay” dedi. “Ne zaman isterseniz?” demeyi de unutmadı. Gelen cevap oldukça resmiydi. “Mümkünse hemen” dedi. Muhammet İdris şaşkındı, bir şey diyemedi. Birlikte çıktılar salondan.

Özel misafirler için hazırlanmış olan salondaydılar. Burası karşılıklı dizilmiş rahat koltuklarıyla samimi bir hava da oturulan sohbet edilen bir yerdi. Doktor duvarda asılı olan hatları izledi bir süre. Önlerindeki oymalı sehpaya baktı. Her biri hediyeydi. Söze nereden başlayacağını bilmiyordu. Bunu fark eden Muhammet İdris Efendi,

“Sizi dinliyorum tabip bey.

“Durumunuz hiç iyi değil” dedi doktor Yasin. “Rahatsızlıklarınız arttığını duydum. Korkarım daha da artacak.”

“Her şey Allah’tan değil midir Yasin Bey oğlum” dedi. Birkaç gündür ciğerlerinin ağrıdığını biliyordu. Çevresine belli etmemeye çalışıyordu ama her nefes alışverişinde canı çok yanıyordu. Kırklı yaşlarda olan ve saçları bir hayli seyrelmiş olan doktorun gözleri yerdeydi.

“Teşhis koymakta geç kalmışız. Siz hayatınızı bizlere ve bu cemiyete vakfettiğiniz için farkına da varmamışsınız. Bu yüzden durumunuza bir çare bulamadık.” Aklına gelenler şimdi kendisine söyleniliyordu.

“Yüce rabbime kavuşacağım gün yakın o zaman.”

“O nasıl söz Muhammed İdris. Bizimde bu cemiyetinde size ihtiyacı var.” Emekli Müftü Hocaya adıyla hitap eden ender kişilerden biriydi. Kısa bir süre sessizlik oldu. Sonra Müftü sözlerine devam etti. “Ama size başka teklifler yapmak isteyenler var.”

“Bir yolun sonundasın ama başka bir yolun başında olabilirsin.” Diye araya girdi doktor. Adam gene anlamamıştı.

“Sizden, engin bilginizden, rehberliğinizden uzun yıllar yararlanmak istiyoruz. Bu yüzden üzerinde çalışılan bir program için size fikir danışmak istedik” dedi. Tabi müsaade ederseniz” demeyi de unutmadı. Kapıya dönüp “Muhsin Bey oğlum, gelebilirsiniz?” dedi.

İçeriye düz saçları köse yüzü ve şişe dibi camı gibi duran gözlükleriyle bir genç girdi. Tipine bakarsanız daha askerlik çağı bile gelmemişti. “Selamın Aleyküm” diyemedi heyecandan. “Oğlum rahat ol” dedi doktor ama gencin dizleri titremeye devam ediyordu. İmdadına Ebu Bekir bir sandalye uzatarak yetişti.

“Böyle ergen tipine aldanmayın bu genç adam bizim Mürşit projemizin başındaki Mühendisimiz” dedi.

“Kusura bakmayın” dedi genç adam. Benim adım Muhsin. Sizin ve cemiyetin yardımlarıyla okudum, mezun oldum. Bence sizinle yüz yüze görüşmek bir faninin yaşayabileceği en büyük saadet” dedi bakışlarını kaldırmadan.

“Evladım hadi bize projenizi anlat” dedi Emekli Müftü.

“Devir Yapay Zekâ devri Efendim. Bizde bu yarıştan geri kalmamak için uzun zamandır çalıştığımız ve adına ‘Mürşit’ dediğimiz bir yapay zekâ projemiz var. Verimli, hızlı, öğrenme yeteneği mükemmel ve en doğru kaynaklardan beslendi, Problem Çözme konusunda ileri düzeyde. Güvenilir ve tutarlı. Ama en önemli farkımız veya özelliğimiz; istersek kendisini bir biyolojik akılla entegre edebileceğiz. Bu yüzden bize bir gönüllü lazım.”

“Dur evladım o kadar ileri gitme” dedi Müftü Abdullah. “Bırak istersen oraları da biz anlatalım” Mühendis, “bana ihtiyacınız olursa dışardayım” dedi ve çıktı.

“İşte böyle siz şeyhimizin zihnini bu yapay zekâya aktaralım istiyoruz. O sayede her an yanımızda olursunuz. Sadece bizim değil tüm Cemiyetin, İslam aleminin ve diğer insanlarında yardımına koşarsınız. Onlara neyi nasıl ve ne zaman yapmaları gerektiğini söylersiniz.” Dedi.

“Peki günah denizine dalar mıyız?”

“Hayır, bizim dinimiz bunu teşvik eder. Ne diyor Yüce Allah Kuran-ı Kerim’de “İçinizde öyle kişiler bulunmalı ki onlar, sizi hayra çağırsın, size iyiliği emretsin, sizi kötülükten vazgeçirmeye çalışsın ve onlardır kurtulanlar, muratlarına erenler.” Müftü hazretleri sözlerini bitirince Muhammet İdris, “Ali İmran; 104 ayet” dedi kendi kendine. Hiçbir şey söylemedi. Yakın dostları bunun evet demek olduğunu biliyorlardı.

Yaklaşık iki saatlik rahat bir yolculuktan sonra araştırma tesisine varmışlardı. Heyecanlıydı Muhammet İdris. Azrail’in gelmesini beklerken birden pek çok durum değişmişti. Bu dünyada kalacak ve insanlara uyarılar yol göstermeler yapacaktı. Belki de sevabına sevap katacaktı. Önce büroların olduğu bölümü geçtiler. Müftü burada kaldı. Ebu Bekir’i de alıkoymak istediklerinde adam şiddetle karşı çıktı.

“O benim yol arkadaşım. Böyle bir günde yanında olmazsam ne zaman olacağım” dedi. Şeyh Hazretleri olumlu bir şekilde kafasını salladı. Böylelikle Ebu Bekir’de içeriye girenlerin arasındaydı. İçeri girerken ağabeyine, “Sana kefil oldum, yüzümü kara çıkartma” dedi fısıldayarak. Ebu Bekir gülümsemekle yetindi.

İçerisi sterildi. Duvarlar, taban, tavan cam ve fayanstan ibaretti. Hiçbir yerde bir gram bile toz bulamazdınız. Kısa bir yürüyüşten sonra balkon gibi bir yere vardılar. Bir kat aşağıda uzun bir koridor, koridorun her iki yanına aralıklarla dizilmiş siyah uzun cam kabinler vardı. Muhammet İdris Efendi Hazretleri ışıklarının sürekli yanıp söndüğü bu kabinlere bakmaktan kendini alamıyordu.

“Bunlar bilgisayar mı?” dedi. Yanlarında olan doktorda “süper bilgisayarlar” dedi. Şeyh hazretleri, ‘Cemiyetin bağışlarını buralarda mı çarçur ediyorlar’ diye düşündü.

“Evladım bu kadar bilgisayara gerek var mı?” dedi çekingen bir sesle.

“Rakiplerimizin çok çok daha büyük serverları var ama biliyorsunuz ki önemli olan büyüklük değil işlevdir” dedi ve dudaklarının ucundaki gülümseme çatılmış kaşları görünce dondu hafifçe öksürdü “Yani bizim bilgisayarlarımız çok daha hızlı” dedi ve ekledi “Müritlerimizin bağışları boşa gitmedi” dedi.

“Benim ne yapmam gerekiyor” dediğindeyse “şöyle buyrun Efendim” dedi. Gösterdiği yöne dip duvara doğru ilerlediler. Duvarda diğer dekor çizgilerinden dolayı zor fark edilen bir kapı vardı. Mühendis bir yana doktor öbür yana gitti. Süslemenin bir parçasıymış gibi duran gözlere yaklaştılar ve bir mucize oldu. Duvarda küçük bir kapı açıldı. Dört kişi içeriye girdi. Girdikleri yerin bir asansör olduğunu anladı Muhammet İdris Efendi. Mühendis panodaki -5’e bastı ve araç sessizce inmeye başladı. “Ne kadar derin olursa o kadar iyi olur” dedi açıklama yapma gereği duyduğu için.

Şeyh hazretleri hemen yanında dikilen ağabeyinin elini tuttu. Ne de olsa o korunması kol kanat gerilmesi gereken küçük kardeş değil miydi? Kapı tekrar açıldığında büyük bir salon havasındaki bir boşluğa çıktılar. “Öldüm ben” diye aklından geçirdi gördüğü yer karşısında. Geniş ve sade bir meydandaydılar. Zemin düzeltilmiş topraktan ibaretti. İlk baktığında tavan yüksek gelmişti ama alanın genişliği söz konusu olduğunda mekân basık görünüyordu. Burası alelade bir yerdi. Yukarıdaki özenden ve lüksten eser toktu. Yaşlı adam nefes almakta zorlandı. “Sen metanetimi koru Ya Rabbi.”

Gözleri odanın ortasındaki şeye kaydı. “Tövbe estağfurullah” dedi içinden. Bir tabuta ne kadar çok benziyordu. “Bu nedir evladım?” dedi.

“O sizin istirahatgâhınız olacak” dedi doktor. Aklından kelimeyi doğru söyleyip söylemediği geçti. Yaklaştılar.

Nesne yerden yarım metre kadar yukarıda tek parça mermer bir kaide üzerinde duruyordu. Üzeri hafif kubbe şeklindeydi. Mühendis Muhsin Bey biraz hızlandı ve kabinin önüne geçti.

“Evet efendim, bu yatağınızı yaparken ehli keyfin kullandığı adına Solaryum dedikleri cihazdan esinlendik. Size özel hazırladığımız bu yerde hiçbir sıkıntı çekmeden rahatlıkla kalabileceksiniz. Biz sizi göremeyeceğiz ama siz bizi hatta tüm müridinizi ve dahi tüm ümmeti Muhammed’i görebileceksiniz. Adına Mürşit dediğimiz sistem sizinle gelişecek ve mümin veya kâfir tüm insanları yattığınız yerden izleyeceksiniz. Yardıma ihtiyacı olanlara yardım edebileceksiniz. İstediğiniz takdirde mücrimlere, gafillere, hainlere müdahalede bulunabilecek onları cezalandıracaksınız” dedi.

“Bu nasıl olacak” dedi gayri ihtiyari.

“Sizin faziletiniz ve fevkalade ahlakınız bizim geliştirdiğimiz Mürşit’e yön verecek. Siz yol göstereceksiniz o yapacak” dedi. Yaşlı adam pek bir şey anlamamıştı ama ahir ömründe bir faydası olacağını düşünüyordu.

“Ol deyince olacak mı?” dedi bu sözleri dinleyen Ebu Bekir. “Allah’ın izniyle tabii” diye sözlerini tamamladı.

“Evet Efendim” dedi Muhsin Bey. “Üstelik burada yatan kişi bir tür dokunulmaz olacak. Sistemi bir kere başlattıktan sonra dışarıdan karışmak mümkün olmayacak.” Ebu Bekir’in yüzünde kardeşinden kurtulma ihtimali doğduğu için bir an bir gülümseme belirdi ve şimşek hızıyla kayboldu.

“Peki yüce Şeyhimizin bir şey yapmasına gerek var mı?” dediğinde

“Haklısınız Efendim, ben de o konuya da gelecektim. İçeri girip kapağı kapattıktan sonra yapmanız gereken tek şey kapaktaki yeşil düğmeye basmak olacak” dedi.

Muhammed İdris hazretleri derin bir nefes aldı. Yaşı altmışı geçmişti ama bu dünyadan daha çok alacağı olduğunu düşünüyordu. İçini bir hüzün kapladı. Dünyadan ayrılmaya bu kadar yaklaştığının farkına bir kere daha vardı. “Evlatlar” dedi kesik kesik. “Sizden son bir isteğim olacak.”

“Öyle demeyin ama” dedi Doktor. “Üzüyorsunuz bizi”

“Küçük bir rica.” Bu defa merak etmişlerdi ne olduğunu. Adam fazla beklenmedi müritlerini.

“Yüce Allah’ın yarattığı mavi gökyüzüne bir kere daha bakayım bu dünya gözüyle” dedi. İki genç daha büyük ve zor istekler bekliyorlardı, birbirlerine bakakaldılar. Gizli bir anlaşmayla isteğini onayladılar Pirlerinin. Birlikte asansöre yürüdüler. Kapı açıldığında üç kişi bindi asansöre. Geride kalan Ebu Bekir hazretlerine “Siz gelmiyor musunuz” dediklerinde. Yüce Pirimiz gitsin ben burada Onun ve Mürşit’in başarısı için dualarımı edeyim” dedi. Elinde iri taneli bir tesbih vardı.

Üç kişi asansörün içerisinde yukarıya zemin katına varmak üzereydiler. Kapının açılmasını ve çıkmayı sabırla beklerlerken birden kabin az bir yol kala sarsılarak durdu. Mühendis Muhsin, neler olduğunu anlamaya çalışırken yukarıdan gelen, bildiği kötü seslerle korktu. Asansör kabinini taşıyan halatlar kopmaya başlamıştı. Muhammet İdris’in gözü kapının yanındaki ışıklı panoya takıldı. Kayar yazıyla “Güle güle kardeşim Şaban… Ödeşme zamanı… Şimdi sıra Bayram Ağabeyinde…” yazının geçişi tamamlanınca kabin beş katlık boşluğa hızla düşmeye başladı.

“İşte böyle başladı Mürşit Şaban’ın hakimiyeti…”

Cevdet Denizaltı

Ben Cevdet Denizaltı; tercih ettiğim şekilde olursa Aziz Hayri. İzmir’de Eşrefpaşa’da doğdum. Önce Çınarlı Endüstri Meslek Lisesini sonra Erkek Sanat Yüksek Öğretmen Okulunu bitirdim. Makine Teknolojisi bölümü öğretmeni olarak görev yapıyorum. Okumayı, araştırmayı, yazmayı seviyorum. Tür ayrımı yapmam, bilimkurgu, fantastik kurgu ve tarihi romanlar favorim. Poe ve Tolkien hayranıyım.

Mürşit” için 1 Yorum Var

  1. Hakikaten oturmuş bir yazı diliniz var. Hikayeye kapıldığımı hissettim. Bazı yerlerdeki nokta, virgül, çift tırnak ve yazım yanlışlarını (tanrı, kuran, Mollaydı ,Selamın Aleyküm) da düzeltirseniz bu eser tamamdır. Kaleminizin devamını dilerim.

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *