Yeni evini inşaa ettirmek için komşu Karagile’nin bahçesine döktürdüğü kum tepesi, geceki tipide etrafı kaplayarak, meydandaki bütün karı örtmüştü. Donmuş, buz kütlesinin üzerindeki bulutlar, bu bunak ressamın paletindeki renkleri hiç mi hiç önemsemiyor; gökyüzünün, bacalardan yükselen dumanla birlikte, griye boyanmasına izin veriyordu.
* * *
Bahçedeki kulübesinde ayağa fırlayan Foks, havlamasıyla birlikte ihtiyarın 2 saatlik uykusunu da bölmüştü. Süzgün gözlerini, yorgun karlı ağaçlara diken Mehmetov; esneyerek çektiği nefesini öyle bir bıraktı ki, camlar bir anda buğulanıp, tüm pencereyi sırladı. Onun, bir sünger avcısının umutlarına dönen bakışları; dışarıdaki ağaçları, evleri, telefon direklerini fark edemiyor; şimdi onları kurşuni renkle alaca edilmiş birer heykele benzetiyordu.
Tam kolunu camdaki buharı silmek için kaldıracakken, evinin önünde işittiği birkaç tıkırtı, tüm dikkatini kapıya çevirdi. Süratle, beneklenmiş ellerini, keten kılıflı yorganın ağzına götürüp, tepesine çekti.
Bu ahşap, tek odalı, kırık is kokan, bakımsız evin kapısı aralandığında; içeriye doluşan şiddetli rüzgâr; duvarda asılı olan kaba-çanağa dokunup, onları birer enstrümana dönüştürmüştü. O sırada, altına girdiği yoğun yün kokusu içinde, derin uyku hilesine başvuran Mehmetov; içeri dalanın kim olduğunu çok da önemsemeyen bir tavırla, diğer yanına dönüp horlamaya koyuldu.
“Büyükbaba! Velinev’in kestiği odunları getirdim. Hem bakın, şu yukarı tepedeki ormandan neler topladım.”
Çömelip, kucağındaki odunları ortadaki sobanın önüne bırakan Alevinev, sağından kaptığı bakır kabın içine ceplerindeki mantarları boşalttı.
”Tabii ki sizin en sevdiğiniz dağ mantarlarından. Şimdi, güzel bir kahvaltı hazırlayalım ha! Ne dersiniz?”
Mehmetov, kulaklarını bu kıpırtılı sese karşı tıkamış, sahte horlamalarına devam ediyordu.
“Hey, kime diyorum? Amanın, hâlâ daha ses vermiyor. Yoksa dilinizi mi yuttunuz, miskin tontişim benim.” Pencereye yaklaşarak, “Bakın! Kar durmuş. Her yer, ne de sessiz oldu şimdi… Ama kuşlar, kuzeyden yankılanan eşsiz bir şarkı gibi tüm bu sessizliği bozuyor. Sanki, sizin şu küskünlüğünüze inat, bizi dışarı dans etmeye davet ediyor. Siz ise, şu kalın yorganın altına sığınmış, bir de dışarıya sırtınızı dönmüşsünüz. Hadi kalkın bakalım. Uyku zamanı bitti!”
Daha on altısında, yerinde duramayan bu sevimli kızcağız; nar kızılı robadan kloş, kolları farbalı elbisesi, saçları arkadan kılıç örgülü, yüzünü yıldızlı bir geceye çeviren, vişne rengi çilleriyle odayı aydınlattı.
“Bana az ilişmesen ya! Biliyorsun, geceleri nefes alamadığımdan, zaten pek iyi uyuyamıyorum. Şimdi uykum gelmişken, şurada birazcık kestirsem olmaz mıydı? Yoksa beni hâlâ, seni omuzlarımda taşıdığım zamanlarımda filan mı zannediyorsun?”
“Hiçbir mazeret kabul edemem. Uyku arasında, gün ediyorsunuz. Hadi, kalkın diyorum!”
Hemen kuzineye doğru ilerleyerek, evden çıkmadan önce ocağa koyduğu sakala-çarpanı[1] şöyle bir karıştırdı. Başındaki eşarbı çıkarıp, duvardaki önlükle yer değiştirdi. Hızlıca kafasından geçirerek, ellerini belinden geriye uzatıp, peştamalı arkasına doladı.
“Bakın, benim yapacak çok işim var ama bunları yaparken siz de bana yardım edin olur mu? İstiyorsanız, topladığım çam sakızından vereyim bir parça? Hem böylece, saygıdeğer çenenizi de biraz oynatmış olursunuz.”
Gençliğinde; ince, uzun ve yakışıklı bir adam olan Doktor Mehmetov, yaşlanıp, kamburlaşmasına rağmen boyu; hâlâ daha babasının, doğumundan evvel onun için diktiği ak kavak kadar uzundu. Yatağa uzandığında, ayakları neredeyse döşekten dışarı fırlayacak gibi oluyordu. İhtiyarın, en son bir berbere gidişi üzerinden 10 küsür sene, her gün özenle ütülediği kıyafetlerini giymeyeli ise belki de 40 sene kadar zaman geçmişti. Kalınca kaşları, burnundan çıkan bıyıkları ve siyahlığını yitirmiş kalın sakalları, bir zamanlar parlak olan yüzünü, şimdi utanırcasına saklıyor, güldüğünde beliren gamzelerini gizliyordu. Emekli doktor, başındaki yorganı sıyırıp, elleriyle destek aldığı yatakta biraz doğrularak:
“İdmanlı çene, çok yiyip, çok çiğneyende değil; az konuşup, pek dua edende olur. Sen de aynı annen gibisin. Teoride üstünüze yok! Ağzınız, çingene bohçası gibi maşallah. Ne var, ne yok içine tıkıyor, ardından o bin bir türlü, birbiriyle uyumsuz şeyleri etrafa saçıyorsunuz. Sonra işe yarar şeyleri, ayıkla ayıklayabilirsen…” dedi.
“Benim canım, tatlı, tontiş büyükbabacığım. Kızdırdım mı yoksa sizi?”
Mehmetov, tıpkı rahmetli kızı gibi, torununun da enstitüyle ilgilenmiyor oluşuna pek kızıyordu. Hangi mesele konuşuluyor olursa olsun, konuyu bir şekilde evirip çevirerek; okul, eğitim mevzusuna getiriyor, seçimini tekrar düşünmesi için muhattabının başı çatlayıncaya kadar ona bir şeyler anlatıyordu.
“Hayır, kızdırmadın ama sende bu zerdüşt aklıyla, fırıncı küreği dil olduğu müddetçe, sana hiçbir şey olmaz. Bak kızım; enstitüdeki araştırmalarımla, tıbba kattığım onlarca bilimsel tezle, yetiştirdiğim öğrencilerimle, pek tabii görevimi tamamlamış bulunuyorum. Şimdi, sırada siz ve sizin gibiler varsınız…”
“Biliyorsunuz ki, okumak benim için yemek pişirmek kadar keyiflidir. Şu terekte[2] biriktirmiş olduğunuz bütün kitaplarınızı büyük bir keyifle okudum. Hatta buradakiler bittiğinde, şehir kütüphanesinden ödünç kitaplar getirerek, okumaya, öğrenmeye devam ettim. Fakat, insanın eğer bir ideali varsa, bunu illa mektebe giderek değil, meraklı olduğu konularda araştırmalar yapıp, kitaplar okuyarak da becerebileceği inancındayım.”
Mehmetov, ”Siz zamane gençleri pek bir bilgilisiniz. Her şeyi pek bir iyi bilirsiniz…” diye homurdandı.
“Biliriz tabii ki! Şu, yüzlerce kitabı okuduktan sonra, eminim ki sizinle; Eflatun’dan, Dekart’tan ya da ne bileyim?! Kant’tan konuşabilir ve tartışabiliriz. Hem, başka bir konuda bilgiye ihtiyacım olursa da gerekli kitapları ne yapar eder temin ederim. Bu huzurlu, küçük, sıcak kulübede bir şeyler öğrenmeye gayret etmem, sizin için nasıl bir sorun teşkil ediyor hâlâ anlamakta zorlanıyorum. Okuyacağım işte. Sizinle yaşayıp, yemeklerimi pişirip, bir yandan da okuyacağım.”
“Sonsuza kadar bu evde okumaya devam et o zaman…”
Küçük bir sessizlikten sonra devam etti:
“Bu okuduğun şeyleri birleştirerek, yeni bilgiler üretmediğin müddetçe, hiçbiri bir işe yaramayacak. Bu gidişle, ancak ilave ettiğiniz karbonatın, yaptığınız hamuru şişirmesini ya da sobanın üzerinde kaynayan şu doymuş şerbetinize daha çok şeker ilave edebileceğiniz konusunda hesaplar yapabilirsiniz. Hepsi bu kadar… Siz sanıyorsunuz ki keşfettiğiniz pratikler, daha az iş yapmanıza fayda sağlıyor, hayatınızda daha çok boş zaman yaratıyor ve size yatıp dinlenmek için daha çok vakit, daha fazla enerji kazandırıyor. Hayır efendim! Gerçek, sadece bununla sınırlı değildir! Hayatınızda üretkenlik olmadığı müddetçe, kazandığınız fazla zaman, israftan başka bir şey olamaz.”
“Pek tabii bu söylediklerinizin farkındayım. Benim bir günüm nasıl geçiyor siz de biliyorsunuz. Gündüzleri çalışıyor, geceleri ise tavan arasında kitap okuyorum. Hem; kek, pasta yapıp bunları satmanın nesi kötü?! Bunlar, üretkenlik değil de nedir? Sayemde ikimizde doyuyoruz. Fena mı?!”
“Beni fazlaca düşünüyorsunuz küçük hanım. Fakat, şundan emin olunuz ki, Doktor Mehmetov aç kalmaz! O, ne yapar eder, bir yolunu bulur ve koca midesini bir şekilde doyurur. Keşke size insanların yaşlandıkça deneyimlerinin daha da karmaşıklaştığını ve bu yüzden paylaşımlarının ne kadar zor olduğunu anlatabilsem. Ama, şimdi şimdi anlıyorum ki benim aktarabileceklerim de bir yere kadar.”
Derin nefesiyle kuruyan ağzında, biraz tükürük biriktirdikten sonra devam etti:
“Hayat, aynı saksıda yetişen bir bitkinin kökleri gibi; yaşlandığını fark ettikçe, gücünü arttırmak için daha taze topraklara, daha serin sulara doğru yöneliyorsun. Sanki sonsuza kadar köklerini salacak, onları geniş bir ovada yaşlanmaya bırakacakmışsın gibi büyümeye devam ediyorsun. Ancak, bir gün uzanıp, dokunmak istediğin şeyin, başka bir kök olduğunu anladığında, bakıyorsun ki o kökler saksının kenarına toslamış bile…”
Alevinev, bu içlenmenin ardından biraz fazlaca çıkıştığını düşündü. Bir sandalye çekip, yatağın yanına doğru yanaştı. Buraya oturduğunda ellerini birbirine kavuşturuyor sonra geri çözüyor, ardından dudaklarını kemiriyor, ellerini tekrar birbirine bağlıyordu. Gözlerini önüne eğerek, onu dinleyeceğini ifade eden bakışlarını büyükbabasına çevirdi. Bu, acele hareketlerin içindeki pişmanlığı fark eden Mehmetov; başını tavana doğru kaldırıp, anılarından çapaladığı bir düşünceyle devam etti.
“Hayat, kör topal ilerleyebileceğiniz bir yol değildir kızım. Tabii, bu şekilde devam etmek istiyorsanız, o sizin bileceğiniz iş… Fakat, içinizde saklı olan gizli güçlerinizi açığa çıkarmayı dilerseniz de, bu fırsatın elinizde olduğundan emin olunuz.”
“Gizli güçlerle, ne demek istiyorsunuz?”
“Biz tıpta şunu öğrendik: İnsan bedenini var eden, milyarlarca hücre ve bakteri var. Yalnız, bunların her biri kendi yaşamlarını sürdürürken, aynı zamanda bütün bir vücudu da hayatta tutmak için çabalıyorlar. Her iki taraf da irade sahibi olmasına rağmen birbirlerinden habersizler. Eğer onlarla konuşmayı öğrenirsen, her şeyle konuşabilirsin.”
“Taşla bile mi?”
Tebessümle, “Taşla bile…” diye yanıt verdi. Alevinev, “Peki onlarla nasıl konuşabilirim?” diye merakla sorunca, büyükbabası anlaşıldığına sevinerek devam etti:
“Buna, dinlemeyi öğrenerek başlayabilirsin. Bak, sana ne anlatacağım: Üniversite zamanlarında bedenin yalnızca birbirini itip, çeken sayısızca manyetik etkileşimden oluştuğunu sanıyordum. Tabii o zamanlar akademideki arkadaşlarımla, en çok bu tür konular üzerinde tartışırdık. Üstelik, bu inancım, profesörlüğü hakedene kadar da devam etmiştir. Bir gün, enstitüden arkadaşım Albert, bana Amerika’da gerçekleştirdiği araştırmalarından birinin sonuçlarını göstermişti. Bu araştırmaya göre; ışığı var eden fotonların hareketine, biz karar veriyormuşuz. Açıkcası, bu araştırma tezinden çok etkilenmiştim. Öyle ki, bedenim haricinde, içimde “Ben, ben, ben” demeyi başarabilen, kendi farkındalığı olan bir gücün var olduğuna ikna olmuştum. Hatta, ancak o günden sonra, kendi içimde kalan kapıları aralamaya başlayabilmiştim. Unutma yavrucuğum; her insan binlerce odası olan bir saray gibidir. Bu odaların kapıları ne kadar tez açılırsa, hayat deryasına da o kadar süratli karışılabilir.“
“Sen, bu odaların ne kadarını açabildin büyükbaba?”
Mehmetov, göze çok da batmayan bir iç çekme ardından, torununa gülümseyerek:
“Şu, tavanın köşesinde konaklanan kozayı getir bakalım” dedi.
Alevinev, daha evvel burada bir kozalak olduğunu bile fark etmemişti. Heyecanla yerinden sıçrayarak, altındaki sandalyeyi de alıp odanın köşesine gitti. Oturağın üzerine çıkıp, bu yumuşak kozayı, narince yapıştığı yerden kopardı. Sonra, tepside taşıdığı bir tas çorbaya verdiği önemle, onu yavaşça götürüp, büyükbabasının avuçları içine bıraktı. Mehmetov, gözlerini torununa dikerek şunları söyledi:
“Bak kızım; bu kelebek, bir zamanlar bir tırtıldı. Yaptığı iş, sadece yaprak yemekti. Yalnız o, yediği yapraklarla doymamış, üstelik bu yaprakların canlı kalmasını sağlayan iş birlikçilerini, yani üzerilerindeki bakterileri de tüketmiş. İşte sen, şu an bu tırtıl gibisin. Olabildiğince yiyorsun, yediklerini ise yavaş ve nizami hareketlerinden dolayı az harcıyor, çok depoluyorsun. Fakat, bir gün çiçeklerinin özünü içip, yapraklarını yediğin bu küçük bahçenin, ormanın neresinde kaldığını merak edeceksin. Bunun için yapman gereken iki şey olacak: Birincisi, ormanın en yüksek ağacını bulmalısın. İkincisi ise oraya tırmanmalısın. Zannettiğim kadarıyla sen, ormanı seyredeceğin ağacın hangi ağaç olduğuna eminsin.”
“Evet kitaplarım.”
“Fakat, bu hızla oraya tırmanmanın bir ömre mal olacağından da bihabersin.”
Alevinev, gözlerini tepeye doğru dikerek, uslu bir çocuk gibi başını salladı ve meraklı bir biçimde, “Peki sizce ne yapmalıyım büyükbaba?” diye sordu.
“Bunun cevabını bilmiyorum fakat bu soruyu kendilerine soran bütün tırtıllar kendilerini bir kozalağın içine gizlerler. Ta ki Tanrı onlara, kendi nefesinden bir kez daha üfleyene dek orada beklemeye devam ederler. İşte sen de ancak o gün geldiğinde, bir kozaya sarılmanın seni oraya çıkaracağını anlayabilirsin. Çünkü, içinde olacağın bu karanlık koza, yediğin o binlerce farklı bitki türünü hatırlaman, sindirmen ve sindirirken de onları nasıl kullanacağını düşünmen için fayda sağlayabilir.”
Sonra genç kızı, döşeğin kenarına oturması için davet etti ve ondan, avuçlarının içine üflemesini istedi. Alevinev, kırmızı yanaklarındaki sıcaklığı nefesinde biriktirerek, tüm nezaketiyle dedesinin avucuna doğru bıraktı. Bu yaz rüzgârıyla birlikte, elleriyle yaptığı kutudan, minik kanat sesleri yükselmeye başlayınca, Mehmetov parmaklarını çözdü ve gri kelebeği havaya saldı.
Dakikalarca evin içinde özgürlük dansı sergileyen kelebek, Alevinev’in büyülü bakışlarını kendine kilitlemişti. Şimdi, o da aynı bu kelebek gibi olmak istiyor, yalnız çıkacağı yolda bir an evvel ağacın tepesine varmayı hayal ediyordu.
* * *
İçerideki kelebek bir süre daha uçtuktan sonra, yükselen sıcak havayı takip ederek; eski taş ocağın bacasından, bir kül tanesi gibi uzaklaştı.
Alevinev ise kışa dahil olan zamansız bahar şarkısının son bulmasıyla, siyah gözlerini, günlerdir düğümlü düşüncelerinde bocalanan büyükbabasına çevirerek:
“Büyükbaba, son zamanlarda epey dalgınsın. Bunun sebebiniyse, sakallarının beyaza dönmesine ya da teninin fazlaca kırışmış olmasına bağladığını hissedebiliyorum. Bilmelisin ki; ben buralardan gidecek olursam, yani gidip kendi hayatımı kuracak olursam diyorum; lütfen güneşe küseyim deme. Sadece yaşamaya devam et. Zannediyorum ki sen; topraktan yükselen, minik bir fidanın, dallanıp budaklanmasını, büyük, koca bir köknar olmasını; hatta rüzgârın, onun yapraklarıyla ıslık çalmasını, kuşların üzerine yuva yapmasını çokça dert ediyorsun. Neden böyle düşündüğünü biliyor musun? Çünkü o yeşil fidandan geriye hiçbir şey kalmadığını zannediyorsun. Fakat onlara iyi bak. Gövdenden yükselen bütün dallar, bu yeşil ve genç fidanlarla dolu. O yüzden, senin bir parçan olan, içinde hayal kurmak için varlığını sürdüren, küçük çocuğun varlığını asla unutma. Çünkü, yaşama tekrar bağlaman gereken şey, bugüne kadar okuyup, öğrenip seni sen yapan, enstitüdeki araştırmalarıyla dünyaya yön veren, yaşlı doktor değil; aksine, onun elini hiç bırakmayan küçük Mehmetov…” dedi.
İhtiyar doktor, elindeki boş kozaya bakıp gülümseyerek, “Çok şey okudun. Ben, az şey öğrendiğini söyledim. Fakat bilmelisin ki hayatı okumak, kitapları okumaktan daha mühimdir. Şimdi bana akıl vermeye başladığını görünce, bunu gayet iyi başarabildiğini görüyorum.” dedi.
Bu umut aşılayan sözlerden sonra midesindeki gurultuları işiten yaşlı adam, yataktaki ayaklarını yavaşça döşemeye devirdi.
“Söylesene Alevinev; bugün bize ne pişirdin?”
[1] Anadolu’da pişirilen bir tür çorba
[2] Evlerin veya dükkânların yüksekçe yerinde bulunan raf
Bu öyküyü fazlasıyla beğendim. Sanırım Gökay raflardaki yerini bulacak. Tebrik ediyorum! Fazlasıyla ince bir bakış açısı var ve öykünün bütünü sağlam temellendirilmiş.
“Yüzünü yıldızlı bir geceye çeviren” ifadesine bayıldığımı öncelikle belirtmeliyim. Cüneyt’e katılıyorum. Kalemin öyle olgunlaşmış ki bir romanını ya da öykü kitabını raflarda görebiliriz atık bence Gökay. Bu kadar sade bir olayı böyle latif cümlelerle ifade edebilmek herkesin harcı değil çünkü. Kalemin daim olsun.
Okuduğum en iyi hikayelerden biri. Tüm ayrıntıların, isim seçimlerin, vizyonladığın dünyan ve muazzam kelimelerin için tebrikler.
Bende şu tabire bayıldım. ‘Anılarından çapaladığı bir düşünceyle’
Kalemin hiç pas tutmasın.
Ellerine sağlık Gökay
Sevgili Cüneyt,
Değerli yorumun ve benim için yüce sayılabilecek temennin için çok teşekkür ederim. Sağ ol, var ol!
Sevgili Merve,
Değerli dileğin ve beğenin beni çok mutlu etti.
Çok teşekkür ediyorum.