1
Hacı Bey karısı Feride’yi işlerin ters gidebileceği konusunda uyarmıştı. Ama Feride Hanım kocasını dinlemedi ve yapacağını yaptı. Karacaahmet Mezarlığı’ndan aldığı bir torba ölü toprağını gelininin kapısının önüne serpti. Üstelik bunu el ayak ortalıktan çekildiğinde ve dolunayın tam tepe noktasında olduğu sırada gerçekleştirdi. Çarşafının altına sakladığı torbadan aldığı avuç avuç ölü toprağını önce kapı önüne, sonra da cami avlusundaki kuşları yemliyormuş gibi koluyla yarım daireler çizerek evin ön bahçesine serpiştirdi. Uzaktan bakıldığında rüzgârda dans eden kara bir silueti andırıyordu. Neden sonra işini bitirdiğinde iki elini yumruk yapıp beline dayadı ve bir süre yaptığı işi seyretti. Belki de büyünün son duasını etti. Bilinmez. Ama gerçek olan bir şey vardı, Hacı Bey karısının eninde sonunda bu yaptığından pişman olacağına emindi.
“Beni dinlemiyorsun artık, Feride. Sana yapma dedim, beni dinlemedin, gittin, yaptın yapacağını. Aşk olsun sana!”
Kırk yıllık karısı Hacı Bey’in serzenişlerine aldırış etmeksizin, “Karnın açtır senin,” diye karşılık verdi. Yüzü dolunay ışığında yıkanmışcasına pasparlaktı. Hiçbir şey olmamış gibi Hacı Bey’in yüzüne pişkin pişkin sırıtarak, “Pirzola atayım tavaya,” dedi. “Canım bir çekti ki, sorma. Sen de yersin.”
Hacı Bey kafasını iki yana sallayarak, ‘Fesüphanallah,’ diye mırıldandı. ‘Bu kadın öldürecek beni.’ Memnuniyetsiz bir tonla, “İyi, tamam,” diye cevap verdi karısına. “Koy bana da dört parça. Allah ıslah etsin seni emi!”
Feride Hanım’la gelini arasında uzunca bir süredir akıl sır ermeyen bir geçimsizlik vardı. Gerçi su üstüne pek yansımamış bu geçimsizliğin, kaynanayı olduğu kadar, gelini Esra’yı da, duyulsa pek tasvip edilmeyecek davranışlar içine soktuğunu söylemek hiç de yalan olmazdı. İkisi de içten içe birbirlerinden nefret ediyorlar, ancak bu nefretlerini hiçbir zaman dışarı yansıtmıyorlardı. Daha da ötesi ikisini bir arada görenlerin çizilen mutlu gelin kaynana tablosundan etkilenmedikleri düşünülemezdi. Onlar adeta bir sevgi yumağı gibi birbirlerine sarılmış ana kızdılar. Ne var ki Hacı Bey karısıyla gelini arasındaki geçimsizliğin sebebini tam olarak bilmese de olan biten her şeyin farkındaydı ve aralarındaki bu husumetin çok yakında başlarına ciddi işler açacağından endişe ediyordu.
“Ah, güzelim,” diye yakındı Hacı Bey pirzolasını ısırırken. “Ah ki ah! Bırak şu büyü müyü işlerini. Vallahi günaha giriyorsun, billahi günaha giriyorsun.”
Feride Hanım ise pek oralı görünmüyordu. Bir tabak dolusu pirzolayı yağına ekmek bana bana büyük bir iştahla şişman gövdesine indiririrken kollarının her hareketinde omuzlarını hoplatıyor, iki elinin parmaklarıyla uçlarından tuttuğu pirzolayı gagalıyormuşcasına dişleyip duruyordu.
“Bir gün yaptığın büyüler ters tepecek, göreceksin gününü.”
Feride Hanım son lokmasını da çiğneyip yuttuktan sonra diliyle dudaklarını ve ağzının kenarlarını yaladı, sonra geğirdi ve üzerine bir bardak su içti.
“Sen Esra’ya büyü yaptıkça o da boş durmuyor, elinden geleni ardına koymuyor. Daha geçen hafta balkon saksısının içinden muska çıktı. Kim koydu dersin? Vallaha korkuyorum ben. Cinler saracak evimizi. Hem oğlumuza da yazık. Seviyor Sedat onu. Saygılı olmak lazım. Ne yaptı ki bu kızcağız sana?”
Feride Hanım’ın yüzünde Hacı Bey’in söylenmelerine tepki olabilecek hiçbir ifade okunmuyordu. Adeta sağırlaşmış, kulaklarını dış seslere kapamıştı. O şimdi içini dinliyordu:
“Ya bu büyü de bir işe yaramazsa. Ya kapısının önüne ölü toprağını benim serptiğimi anlarsa.”
Feride Hanım derin düşünceler içinde bulaşıkları yıkamaya koyulduğunda kocası Hacı Bey de masadan kalkarak her gece yaptığı gibi yatmadan önce biraz Kur’an okumak üzere oturma odasına geçti. O da düşünceliydi ve dudakları işitilmeyecek kadar sessiz bir mırıltıyla kıpırdanıyordu:
“Allah akıl fikir versin ikisine de!”
2
Esra kocası Sedat’ı sabah işe uğurlamak için kapıyı açıp eşikteki toprak birikintilerini görünce çok şaşırdı. Hâlbuki eşiği ve merdivenleri daha dün akşam üzeri yıkamıştı. Geceki rüzgâr öyle aman aman değildi ki! Aksi olsaydı bile etrafta rüzgârda uçuşup kapının eşiğinde birikecek bir kum veya toprak yığını da yoktu. Üstelik sadece eşik değil, ön bahçeye inen merdivenler ve bahçe çıkış kapısına kadar her yer toprak serpintileriyle doluydu. Tuhafına giden bu duruma Esra önce bir mana veremedi. “Dün gece neler olmuş burada?” diye kendi kendine sorarken kapının iç tarafında ayakkabılarını giymekte olan kocasının dışarıdaki bu anlaşılmaz durumdan doğal olarak haberi yoktu. Ama Esra hiç de saf biri değildi. Biraz düşününce kadınlara has o önseziyle bu durumu kaynanasıyla ilişkilendirmekte çok da geç kalmadı.
“Hım, demek öyle,” diye geçirdi içinden. “Kavga istiyorsun ha! Göreceğiz bakalım, el mi yaman, bey mi yaman!”
Esra telaşla gerisin geri dönerek içeri girdi ve kocası tam kapıya doğru yönelmişken önüne geçerek, “Bir dakika hayatım,” dedi. Kocasının dışarı çıkıp mezarlıktan alındığından kuşkulandığı topraklara basarak yürümesine engel olmalıydı. Panik içinde, “Bir şey getireceğim,” diyerek mutfağa koştu. “Bir saniye bekle canım,”
Sedat’ın şaşkın bakışları altında elinde bir tuz paketi ve bezle geri döndü. Bezi yere serdi ve üzerine tuzu boca ederek eliyle yaydı. Bunu yaparken besmele çekmeyi de ihmal etmedi.
“Napıyorsun, Esra?”
Esra’nın dudakları elektriğe tutulmuş gibi kıpır kıpır oynamaktaydı. Mırıldandığı duayı bir çırpıda bitirip tuzun üzerine üfledikten sonra kocasına döndü ve, “Gel hayatım,” dedi. “Tuza bas, öyle çık dışarı.”
Sedat aklı karışmış bir şekilde, “Neden?” diye sordu. Sabah sabah Esra’nın bu garip davranışına bir anlam verememişti.
Esra ise ne diyeceğini bilememekle birlikte ağzı laf yapan kadınlara has bir hazır cevaplılıkla, “Bas işte hayatım,” dedi. “Tuza basıp dışarı çıkmak insanı kazadan, beladan, nazardan korur.”
Sedat gülerek, “Hadi bakalım, öyle olsun,” deyip itiraz etmeden tuzun üzerine bastı ve karısının yanağına bir öpücük kondurarak işe gitmek üzere dışarı çıktı. Esra oldukça uysal bir insan olan kocasını bahçe kapısından geçip arabasına binene kadar heyecanla izledi. Çok şükür kocası hiçbir şeyin farkına varmadan yol kenarındaki arabasına binerek ayrılmıştı.
Esra bir süre bahçedeki toprak serpintilerine baktı, derin düşüncelere daldı ve daha sonra içeri girip tuzu yaydığı bezle birlikte tekrar dışarı çıktı. Büyüyü bozmak için ölü toprağının üzerine okunmuş tuz serpmenin gerektiğini çok iyi biliyordu. Öyle de yaptı. Bezin içindeki tuzu toprakların üzerine serpti ve sonra içeriden süpürgeyi alıp eşiği, merdivenleri bahçeyi tuz ve topraktan arınana kadar iyice süpürdü. Daha sonra kapı önünü ve bahçeyi bir güzel yıkadı ve içi rahatlamış bir şekilde içeri girip kendisine kahve pişirdi. Kahveyle birlikte salona geçip pencerenin yanındaki koltuğa kuruldu. Bir sigara yaktı ve sigaradan derin bir nefes çekerek dumanını cama doğru üfledi. Duman camdan geri tepip başının üzerinde yoğunlaşırken kahvesinden ilk yudumu aldı. Feride Hanım’ın artık ileri gitmeye başladığını düşünüyordu. “Ne yaparsa yapsın,” diye mırıldandı kendi kendine, “Sedat’la aramıza giremeyecek. Ben biliyorum ona ne yapacağımı.”
Kahvesini bitirip sigarasını söndürdükten sonra Esra yatak odasına geçti ve gardrobun en alt gözünde, ta diplere itilmiş küçük bir bohçayı alarak yatağın üzerine oturdu. Bohçanın içinden cildi dağılmış, sayfaları liğme liğme olmuş kalınca bir kitap çıkardı. Kırışmış ve yıpranmış cildinin üzerindeki ‘Gizli İlimler Kitabı’ yazısı güçlükle okunuyordu. Kitabı yavaşça eline alırken gardrobun aynasındaki yansımasıyla göz göze geldi. Gözlerindeki şeytani pırıltıya hınzır bir tebessümle karşılık verdi. Bütün bu olan bitenlerden sonra kaynanasına gününü göstermekte kararlıydı.
3
Hacı Bey karısının dün gece yarısı gelininin evine gidip kapısına ve bahçesine gizlice ölü toprağı serpmiş olmasından hiç memnun değildi. Gelinin de kaynanasına misilleme olarak yaptıklarının farkındaydı ve ikisinin bu şekilde birbirleriyle didişmelerini asla onaylamıyordu. Gün geçmiyordu ki evin bir yerlerinden bir muska çıkmasın veya üzerinde kargacık burgacık hiç bir dile benzemeyen işaretler çizilmiş ve içinde toz şeker, pirinç veya tuz olan küçük külahlar bulunmasın. O yüzden Feride Hanım gelini ziyarete gittiğinde, gelini de Feride Hanım geçerken uğradım bahanesiyle evine geldiğinde birbirlerini olabildiğince göz hapsinde tutmaya dikkat ediyorlardı. Hatta Esra kaynanası yatağa, yorgana bir büyü sıkıştırır, köşeye beriye bir muska saklar diye o geldiğinde yatak odasının kapısını kilitlemeye bile başlamıştı.
Feride Hanım bayılarak aldığı gelininden daha sonra bir şekilde memnun kalmamış, hatta hayal kırıklığına uğramıştı. ‘Önemli olan oğullarının Esra’dan memnun olmasıydı, ama gel de anlat Feride’ye,’ diyordu Hacı Bey. İki kadın da fala, büyüye çok meraklıydı. Zaten gelinleri Esra, Feride’nin daha önce muska yazdırdığı büyücü Melahat denen bir kadının kızıydı. Büyücü Melahat’la Feride Hanım arasında su sızmazdı. Esra’yı orada görüp beğenmiş, oğluyla tanıştırmış, oğlu da beğenip anlaşınca kendilerine de gidip kızı istemekten başka iş kalmamıştı. Önceleri çok iyi bir gelin kaynana profili çizerlerken birden ne olduysa birbirlerinden uzaklaşmış, hatta soğumuşlardı. Giderek nefrete dönüşen bu soğukluk sonunda karşılıklı muska yazdırmalara, büyü yapmalara ve istiharelere yatmaya kadar varmıştı. Feride’nin hedefinde Esra’yı Sedat’dan ayırmak, Esra’nın da evliliğini kurtarmak vardı. Bütün bu olan bitenlerden ise saf ve uysal çocuk Sedat’ın hiç haberi yoktu. Olmaması için aralarında itiraf edilmemiş bir gayret olduğunu söylemek yalan olmazdı. İkisi de, eğer Sedat bu geçimsizliği ve birbirlerine yaptıklarını fark edecek olursa, birisi oğlunu, diğeri de kocasını kaybedeceğinden endişe ediyordu. Buna rağmen aralarında bir ateşkes sağlanamamıştı. Hacı Bey’i de tedirgin eden buydu. Aile dağılmadan bu gidişata bir son verilmeliydi. Ama nasıl?
“Onlara öyle bir ders gerekiyor ki, bir daha büyü yapmak akıllarına dahi gelmesin.”
4
Feride Hanım bu sabah pek bir telaşlıydı. Hacı Bey kahvaltı boyunca karısında bir huzursuzluk olduğunu sezmişti. Feride Hanım’ın gözü ikide bir duvarda asılı mutfak saatine gidip geldikçe Hacı Bey Feride Hanım’ın yine bir haltlar karıştıracağını düşünmeden edemedi. “Dur bakalım, altından ne çıkacak, görürüz.”
Hacı Bey’in kahvaltısı uzadıkça Feride Hanım’ın telaşı gözlerinin yanısıra parmaklarına da yansımıştı. Masa üzerinde trampet çalmaya başlayan parmakları, bir mutfak saatine, bir Hacı Bey’in kahvaltı tabağına gidip gelen bakışları hayra alamete işaret etmiyordu. Hacı Bey karısındaki bu huzursuz kıpraşmanın sebebini merak etmiş olsa da merakını açık etmeden, “Sağ olasın hanım,” diyerek masadan yavaşça kalktı ve oturma odasının yolunu tuttu.
Feride Hanım Hacı Bey’in mutfaktan çıkmasını fırsat bilip masayı çabucak topladı, bulaşıkları eviyenin içine yığdı ve aceleyle yatak odasına geçti. Şifoniyer çekmecisini açıp içinden cep telefonunu çıkardı ve bir numarayı aradı. Karşı taraf telefonu açınca eliyle ağzını perdeleyerek fısıltıyla, “Hazırlan, şimdi çıkıyorum,” diyerek telefonu kapadı. Sonra ayna karşısına geçip saçlarını topladı, bonesini geçirdi, üzerine de çarşafını giyinerek oturma odasında tespih çeken Hacı Bey’e kapı önünden, “Bey, çıkıp geleceğim hemen, Emine Hanım’la az işimiz var,” dedi. Hacı Bey zikrini bozmadan başıyla Feride Hanım’a onay verir vermez Feride Hanım bir çırpıda ayakkabılarını giydi ve kapıdan çıkıp gitti. Akabinde Hacı Bey de yaşından beklenmedik bir atiklikle ceketini kaptığı gibi ayakkabılarını ayağına geçirdi ve Feride Hanım’ın arkasından o da dışarı fırladı.
Hacı Bey Feride Hanım’ı sokağın köşesini dönmeden yakaladı. Yoldan geçen bir taksiyi durdurdu ve arka koltuğa yerleşirken şoföre ileride acele acele yürüyen Feride Hanım’ı işaret ederek, “Şu hanımı mesafeli bir şekilde takip edelim,” dedi. Şoför denileni yaptı ve elli metre kadar gerisinden Feride Hanım’ı takip etmeye başladı.
Feride Hanım çarçafı uçuşa uçuşa hızla yürürken peşinden gelmekte olan Hacı Bey’i ciddi bir merak sardı. “Nereye gidiyor bu kadın acaba?”
Feride Hanım bir süre daha yürüdükten sonra bir apartmanın önünde bekleyen kendisi gibi kara çarşaflı bir kadının yanında durdu, birbirleriyle bir şeyler konuştuktan sonra yol kenarından bir taksi çevirdiler ve birlikte taksiye binip uzaklaştılar.
“Taksiyi takip edelim,” dedi Hacı Bey şoföre. Şoför dikiz aynasından Hacı Bey’i süzerek karşılık vermeden öndeki taksiyi takip etmek üzere gaza bastı.
Feride Hanım’ın bindiği taksi bir süre ana yol boyunca ilerledikten sonra önlerine çıkan ilk kavşaktan yan yola saptı. Hacı Bey’in gidilen yolun nereye çıkacağı konusunda hiçbir fikri yoktu. Taksi yan yoldan ara bir yola, ara yoldan sokak içlerine saparak yoluna devam ettikten sonra yolculuğu nihayet eski taş bir yapının önünde bitirdi. İki kadın taksiden inip türbevari yapının kapısından içeri girer girmez Hacı Bey de elinde hazır tuttuğu parayla ücreti ödeyip taksiden indi.
Hacı Bey binaya girmeden önce etrafa bir göz attığında yaşadıkları yerden çok farklı bir semtte olduğunu fark etti. Etraftaki kadınların büyük bir kısmı karısı gibi kara çarşaflı veya mantolu, türbanlı, erkeklerse takkeli, sarıklı ve cüppeliydi. Hatta küçük çocuklar bile bu semtin tesettür modasına uygun giysiler içerisindeydiler. Kendisinin ve karısının kıyafetlerini nazara dikkate aldığında bu semtin tesettürüyle çelişmediklerini düşündü. Oysa halen yaşadıkları semtte, özellikle karısının çarşafa bürünmüş olmasından dolayı, her ne kadar etraftan şimdiye kadar sözlü ve fiziki bir tepki gelmiş olmamasına rağmen, yine de kendilerini pek rahat hissettiklerini söyleyemezdi.
Hacı Bey önünde durduğu yapıya girip çıkan çarşaflı kadınların çokluğundan bu yapının içinde karısını cezbeden bir şeyler olduğunu düşünmeden edemedi. Fazla tereddüt etmeden açık kapıdan içeri girdi. Kapı bir sundurmanın gölgelediği giriş mahallinden taş bir avluya açılıyordu. Avlunun gerisinde ise kapısını cüppeli ve sivri, uzun sakallı bir adamın açıp kapadığı iki katlı bir bina vardı. Etrafa bakındığında avluda öbek öbek toplaşmış çarşaflı kadınlardan başka birkaç cüppeli dışında tek erkeğin kendisi olduğunu anlayınca biraz mahçubiyet hissetti. Karısını arayan çekingen gözleri etrafı incelerken, “Selamünaleyküm,” diyen birisinin sesiyle irkildi. Orta yaşlı, uzun boylu, takkeli ve cüppeli bir adam karşısında durmuş tepeden gözlerinin içine bakıyordu.
Biraz sinmiş bir şekilde, “Ve aleykümselam,” diye cevap verdi adama.
Adam sakalını sıvazlayarak, “Refakatçi misiniz?” diye sordu.
Hacı Bey kekemeli bir şekilde, “Evet, evet,” diye karşılık verdi adama. “Hanımı getirdim de, onu bekliyorum.” Yüzünü aniden ter basmıştı. Adam da tam güneşin önünde duruyordu. Kendisine baktığında güneş gözlerini kamaştırıyordu.
Adam, “Öyleyse şöyle gölgede bekleyin, efendim, güneş çarpmasın,” diyerek eliyle avlunun gerisindeki binayı işaret etti. “Pencere önündeki minderlere oturup bekleyebilirsiniz.”
Hacı Bey gördüğü beklenmedik ilgiden memnun bir şekilde tebessüm ederek adama, “Allah razı olsun,” dedi ve gidip binanın önüne serili minderlerden birinin üzerine oturdu. Ceketinin cebinden tesbihini çıkardı ve karısını görebilir miyim diyerek etrafa dikkatle göz gezdirmeye başladı. Şimdi artık itibarlı ziyaretçi kispesiyle karşısındaki kadınlar güruhunu çekinmeden izleyebilirdi. Ancak gözleri henüz Feride Hanım’ı seçebilmiş değildi.
Avludaki kadınların çoğu, yüzleri Hacı Bey’in sırtını yasladığı binanın kapısına dönük bir şekilde ayakta bekleşiyorlardı. Kimisi koyu bir sohbet içerisindeydi, kimisi de sırasını bekler gibi kapı önünde yığılmıştı. Bazılarıysa mırıldanarak dualar ediyordu. Kapının kolunu tutan sivri sakallı, cüppeli adam kapıyı açtıkça içeriden çıkan kadınların yerine yenilerini alıyordu. Dikkat ettiği kadar içeriden çıkan ve içeri giren kadınların sayısı beşerden fazla değildi. İçeride neler oluyor diye arkasındaki aralık pencereden içeri baktığında gözüne çarpan ilk şey iki karış yüksekliğindeki bir platformun üzerine bağdaş kurmuş çarşaflı kara kuru yaşlı bir kadın oldu. Kadın gözleri yumuk bir şekilde öne arkaya doğru yaylanıp duruyordu. Bu sırada içeri kabul edilen beş kadın platform önünde saf oluşturup dizlerinin üzerinde yere çömeldiler. Kadınların saf tutup yere diz çökmeleri üzerine geriden gelen başka bir çarşaflı kadın elindeki torbayı saftaki kadınlara uzattı. Kadınlar ellerinde hazır tuttukları paraları torba içine attıktan sonra kadın geri çekildi Paranın toplanmasını takiben platformun üzerindeki kara kuru yaşlı kadın sallanmasını keserek gözlerini açtı ve çatallı bir sesle önünde saf tutmuş kadınlara, “Esselâmu aleyküm,” diye seslendi. Kadınlar hep bir ağızdan, “Ve aleyküm selam,” diyerek karşılık verdiler. Yaşlı kadın selamlaşmanın hemen akabinde safın en solundaki kadına dönerek, “Evet, evladım,” dedi.
Safın solundaki kadın hemen söze başladı.
“Sabiha Ana,” dedi ağlamaklı, hazin bir sesle. “Kocam üzerime kadın getirdi. Gözümün önünde onunla sevişiyor. Her haltı ediyor. Tahammül edemiyorum artık. Ne yapacağım bilemiyorum. Üç çocukla perişan olmuşum ben. Bir çare, anacım, bir çare.”
Kara kuru Sabiha Ana o bayat ve kart sesiyle anında cevabını verdi madur kadına.
“Git, eski bir kabirden bir avuç toprak al, zakkum çiçeğiyle kaynat, suyunu iyice süz, bir hafta boyunca her gün bu sudan bir kahve fincanı kocana içir. Bir hafta sonra bana gel, şimdiden sadakanı dile, hadi Allah seni de kocanı da mübarek eylesin.”
Kadın büyük bir sevinç içerisinde, “Yani,” diye zıpladı yerinden, “bunu yaparsam kocam bana dönecek, öyle mi?”
Yaşlı kadın saftaki kadının sevincine aldırış etmez bir edayla, “Allah’ın izniyle, evladım,” diye cevap verdi. “Sen sadakanı dile, yeter.”
Kadın oturduğu yerde hoplayıp duruyordu. “Sadakam bileziklerim olsun, Sabiha Anam. Yeter ki, kocam o kadını başından atsın, bana dönsün.”
Kara kuru ve kart sesli kadın bu sefer saftaki diğer kadına döndü. “Sen evladım?” diye sordu.
Sıradaki kadın da ağlamaklı bir sesle, “Benim de, “ diye başladı söze, “üvey babam anamı aldatır. Bana yanaşmak ister. Ne yapacağımı şaşırdım, Sabiha Ana. Bana bir yol ediver.”
Yaşlı kadın ona da çare yazıverdi bir çırpıda.
“Kabir toprağı en kuvvetli ilaçtır, evladım. Bir avuç kabir toprağını al, zakkum çiçeğiyle birlikte kaynat. Bir hafta süreyle her gün birer fincan üvey babana içir. Yalnız senin durumun vahim. Fincanın içine her seferinde yedi damla domuz kanı karıştırmayı unutma.”
Sabiha Ana sonraki ve diğer her kadına dertlerine derman olmak üzere mutlaka kabir toprağını reçetesine ekleye ekleye epeyce kadını dinledikten sonra, birden Hacı Bey’in kulakları tanıdık bir kadın sesiyle dikeldi. Konuşan Feride Hanım’dı.
“Ah!” diye söze başladı Feride Hanım. “Ah, Sabiha Ana, ah! Benim gelini bir türlü atamadım başımızdan. Ne söz dinler, ne iş bilir, oğlumu da almış avucunun içine, oynar çevirir parmağının ucunda. Bir çare, Sabiha Ana, bir çare.”
“Bak sen,” diye mırıldandı Hacı Bey. “Neler diyor bu kadın öyle?”
Sabiha Ana kendine özgü çokbilmiş haliyle Feride Hanım’a baktı ve fettan havalarda boyun kırarak o kartlaşmış sesiyle, “Seni tanıdım hanım,” dedi. “Yine mi gelinin?”
“Evet,” diye karşılık verdi Feride Hanım bezgin ve mutsuz bir ses tonuyla. “Bir türlü koparıp atamadım gelini başımızdan.”
Sabiha Ana’nın yüzü bir anda bulandı.
“Peki neden koparmaya çalışıyorsun gençleri. Eğer anlaşıyorlarsa ve birbirlerini seviyorlarsa sizin aradan çekilmeniz gerekmez mi?”
“Valla bravo!” diye atıldı Hacı Bey. İçinden bu kara kuru kocakarıyı buruşmuş yanaklarından öpmek gelmişti.
“Orası öyle, Sabiha Ana,” diye cevap verdi Feride Hanım. “Bu kız büyücü Melahat’ın kızıdır. Onda bir kitap vardır. Gizli İlimler Kitabı. Melahat ölmeden önce bu kitabı bana vasiyet etmişti. Ama gelin el koydu. Annesinin vasiyetini dinlemiyor. Kim bilir oğluma ne büyüler yapıyordur ayrılmasın diye. Ceylan kadar uysal oğlumu avucunun içine aldı, her istediğini yaptırıyor.”
Sabiha Ana bir an duraksadı, göz çukurları karardı, diğer kadınlara baktı, sonra Feride’ye döndü, bir şey söyleyecekmiş gibi ağzını açtı, ama laf ağzında tıkandı, sonra tekrar diğer kadınlara döndü ve, “Siz dışarı çıkın bakayım az,” dedi. “Ben söyleyince gelirsiniz.”
Kadınlar hep birlikte dışarı çıkınca Sabiha Ana’yla Feride Hanım odada başbaşa kalmış oldular. İkisi de Hacı Bey’in kulaklarının kendilerine pürdikkat kesildiğinden habersiz konuşmalarına devam ettiler.
Sabiha Ana çok sürmeyen bir sessizlikten sonra, “Evladım,” diye başladı söze. Sesinde sahte bir yumuşaklık ve şefkat gösterisi vardı. “Senin ne işine yarar o kitap. Bana getir onu sen. Her arzunu, her dileğini gerçekleştireyim.”
Feride Hanım birden sarsılmıştı. Hayatı boyunca ele geçirmeye çalıştığı kitaba şimdi başka bir talip daha çıkmıştı. Hem de tehlikeli bir talip.
“Ben, ben,” diye kekeledi Feride Hanım. Vücudu ve sesi zelzeleye tutulmuş gibi titreyip sarsıldı biran. “Bilmiyorum, Sabiha Ana,” diyebildi, gerisini getiremedi.
Sabiha Ana bu sefer dik ve sert bir tonda, “Bilmeyecek ne var?” diye azarladı Feride Hanım’ı. Gözleri ateş saçıyordu. Bağdaştan gövdesini öyle bir dikeltti ki, Feride Hanım kendisini küçücük hissetti. “Ne yap yap, o kitabı istiyorum kızım,” diye bağırdı. “Yoksa salarım cinleri tepene.”
Feride Hanım birden yerinden sıçradı, eyvah der gibi avucuyla ağzını kapadı ve ayağa fırlayıp kapıya doğru koştu. Hacı Bey Feride Hanım’ın korku ve panik içinde kapıdan dışarı fırlamasıyla yerinden doğruldu, arkasından, “Feride,” diye seslendi, ama nafile. Feride Hanım bir koşu avluyu kat etmiş, peşinden koşan yol arkadaşı kendisine zor yetişmiş, geçen bir taksiye kendilerini atıp hızla oradan uzaklaşmışlardı.
Hacı Bey bu olan bitenden şaşkına düşmüş olmasına karşın kendisini biraz toparlayınca içinden, “Hay Allah senden razı olsun, Sabiha Ana,” demekten de kendini alamadı. “Bu bizimkine iyi bir ders olacak inşallah.”
5
Feride Hanım’ın arkasından Hacı Bey de bir taksi çevirdi ve şoföre telaşlı bir sesle, “İlerideki şu taksiyi takip et, evladım,” diye talimat verdi. Feride Hanım’ın bindiği taksi önde, Hacı Bey’inki arkada, geldikleri yoldan hızla gerisin geri dönmeye başladılar. Hacı Bey Feride Hanım’ın eve doğru gitiğini sanırken taksi ev yoluna sapmadı. Bir ara sağa yanaştı, Feride Hanım’ın yol arkadaşı taksiden indi ama sonra içinde Feride Hanım olduğu halde yoluna tekrar devam etti. Bir süre daha dümdüz ilerledikten sonra taksi yan yollardan birine girdi. Hacı Bey taksinin saptığı yolu çok iyi biliyordu. Bu gelinlerinin evine giden yoldu. Feride Hanım’ın eve dönmek yerine gelinlerinin evinin de bulunduğu sokağa sapması tuhafına gitmişti.
“N’apmaya çalışıyor bu Feride?” diye mırıldandı içinden. “Ne işi var bu kadının şimdi bu sokakta?”
Feride Hanım’ın taksisi az sonra gelinleri Esra’nın evinin kapısı önüne yanaştı. Hacı Bey de taksiyi mesafeli bir şekilde durdurdu. Öndeki taksinin durmasıyla Feride Hanım dışarı fırlayarak panik ve telaş içinde gelinin evine doğru koşmaya başladı. Hacı Bey bu manzaraya kayıtsız kalamazdı. Hemen taksinin ücretini ödedi ve o da Feride Hanım’ın peşinden eve doğru koşmaya başladı. Feride Hanım’ın münasebetsiz bir iş yapacağından endişe etmişti.
Feride Hanım evin kapısına ulaşır ulaşmaz kapıyı yumruklamaya, zili ardı ardına çalmaya başladı. Hacı Bey bahçeden içeri girerken evin kapısı açıldı. Kapının açılmasıyla Feride Hanım gelini Esra’nın boynuna atılarak çığlık çığlığa, “Esra yavrum, “ diye bağırdı. “Ben ettim, sen etme.”
Esra kendisini yerinden sıçratan seslere koşup kapıyı açar açmaz kaynanasının aniden boynuna sarılmasıyla şaşkınlıktan az kalsın küçük dilini yutacaktı.
“Sabiha’nın cinleri peşimde. Kurtar beni, Esra, kurtar!”
Esra ağzı bir karış açık ne yapacağını bilemez bir durumda kala kalmıştı. Kollarını boynuna sıkıca dolamış kaynanası ise tir tir titriyordu.
“Ah güzel kızım, ben ettim, sen etme.”
Olan biteni bahçeden izleyen Hacı Bey de bu durumdan fazlasıyla şaşkınlık duymakla birlikte Feride Hanım’ın insafa geldiği düşüncesiyle Esra’ya ‘her şey yolunda’ der gibi göz kırparak baş salladı.
Hıçkırıklara boğularak ağlamaya başlayan Feride Hanım’ı birlikte oturma odasına alıp bir koltuğa oturttular. Feride Hanım iki elinin avuçlarıyla yüzünü kapamış hüngür hüngür ağlamasına devam ediyordu. Esra bir koşu mutfaktan bir bardak su alıp geldi ve Feride Hanım’a uzattı.
“Su iç anneciğim,” dedi şefkatli bir sesle. “Su iç, açılırsın.”
Feride Hanım titreyen eliyle su bardağını aldı, bir miktar su içip bardağı yandaki sehpaya bıraktı ve hemen yanıbaşına diz çökmüş ve gözlerinin içine merakla bakan Esra’nın saçlarını okşadı. Ağlaması kesilmiş olmakla birlikte hıçkırması ve iç çekmesi hâlâ devam ediyordu. Diğer koltukta oturan Hacı Bey’i görünce biraz şaşırdı ama pek de yadırgamadı.
“Sizi bu kadar korkutan ne oldu, anneciğim.”
Feride Hanım gözyaşlarını eliyle silerek, “Felaket, yavrucuğum, felaket,” dedi. Bir süre Esra’nın gözlerine baktı, sonra Hacı Bey’e döndü. Dudaklarını ısırdı ve tekrar Esra’nın gözlerinin içine bakarak, “Hacı baban hep ikaz etti beni. Yapma etme, dedi. Ama dinlemedim.”
Esra uslu bir kız çocuğu gibi dizlerinin dibinde kaynanasını dinliyordu. Dudaklarında güven veren bir tebessüm vardı.
“Allah rahmet eylesin. Annen Melahat Hanım çok iyi bir insandı. Çok da iyi dostumdu. Ama onun dostluğuna ihanet ettim. Affet beni yavrum, affet.”
Feride Hanım yine hıçkırıklara boğulmuştu. Esra ve Hacı Bey ise kımıldamadan Feride Hanım’ı dinlemeye devam ediyorlardı.
“Ona gıpta ederdim. Ne bilgili, ne âlim kadındı, nur içinde yatsın. Kimsenin fenalığını istemez, bilgisini kötüye kullanmazdı. Ama ben…”
Feride Hanım birden oturduğu koltukta öne doğru kaykıldı, omuzlarını yükselterek boynunu dikleştirdi.
“Ama ben öyle değildim. İçim kıpır kıpırdı her zaman. Büyüyle her şeyi yapabileceğimi, herkesi dize getireceğimi, her istediğimi elde edebileceğimi düşünüyordum. Bunun içinse Melahat Hanım’ın Gizli İlimler Kitabı’na ihtiyacım vardı.”
Esra’nın kaşları birden çatıldı. Kaynanasının lafı nereye getireceğini merak etmişti.
“Melahat Hanım’ın iyice güvenini kazandığım bir zaman seni oğluma isteyeceğim fikrini aşıladım kendisine. Çok da memnun oldu. Ama niyetim seni kullanarak Gizli İlimler Kitabı’nı elde etmekti.”
Esra’nın yüzü iyice kararmış olmakla birlikte, zaten bildiği bu gerçeğin kaynanasının ağzından itiraf ediliyor olmasından da iyice şaşkınlığa düşmüştü.
“Oğlumla tanıştınız, birbirinizi sevdiniz ve evlendiniz. Annen düğününüzün hemen ertesinde rahmetli oldu. Sağlığının son günlerinde bana, Esra sana emanet, Feride demişti. Gizli İlimler Kitabı’nı da kimsenin eline geçmemesi ve kötüye kullanılmaması şartıyla bana vasiyet etmişti. Ama sen o kitabı bana vermedin. Annenin vasiyetine uymadın.”
Esra söze girmek için tam atılacaktı ki, Feride Hanım elinin parmaklarıyla Esra’nın dudaklarına dokundu, “Sus, yavrum,” dedi. “Ne söyleyeceğini biliyorum. Sen kitabı doğru amaçlar uğrunda kullanmayacağımı hissetmiştin ve bu yüzden kitabı benden kaçırdın. İyi ki de öyle yapmışsın. Ben annene seni kullanarak ihanet ettiğim gibi, seni seven oğluma da ihanet ettim, Hacı Bey’in kocalığına da ihanet ettim. Ben yavrum, sana karşı büyüler yaparak Allah’a da ihanet ettim. Bunu bugün Sabiha Ana denen büyücü kadının dergâhında çok iyi anladım. Beni affet yavrum, affet.”
Esra kaynanasının itiraflarıyla gevşemiş ve huzur bulmuş bir yüzle, “Annemsiniz,” dedi. Dudaklarında hiç olmadığı kadar mutlu bir tebessüm vardı. “Gerçekle yüz yüze gelmiş olmanız ne büyük mutluluk, ne büyük sevinç.”
“Dur,” dedi Feride Hanım. Sesinde korku, endişe ve panik vardı. “Sabiha o kitabı istiyor. Yak o kitabı, Esra, yak. Sabiha’nın eline geçmesin. Beni cinlerini başıma musallat etmekle tehdit etti.”
Esra eliyle Feride Hanım’ın yanaklarını okşayarak, “Olur mu hiç öyle şey, anneciğim,” dedi. “Hiçbir büyü inanç, sevgi ve vicdandan daha kuvvetli değildir. İçinizi ferah tutunuz anneciğim. Ben her zaman sizi sevdim. Siz benim ailemsiniz.”
Feride Hanım dizlerinin dibinde kendisine sevgiyle bakan Esra’nın saçlarını, yanağını okşadı, sonra kendisini kollarının arasına alarak bağrına bastı.
Bu manzaradan etkilenen Hacı Bey’in de gözlerinden yaşlar gelmişti. Parmak uçlarıyla gözyaşlarını silerken içinden, “Aferin, şu Sabiha kadınına,” diye geçirdi. “Nasıl da dize getirdi gelin kaynanayı.” Sonra o da ayağa kalktı ve kollarını karısı ve gelinine uzatarak, “Gelin sarılalım birbirimize,” dedi. “Bugün tam bir aile olduğumuzun günüdür.”
Feride Hanım ve Esra Hacı Bey’in yanına giderek önce elini öptüler, sonra da kucaklaştılar. Keyfi iyice yerine gelmiş Hacı Bey gülerek karısının gözlerinin içine baktı ve, “E, hanım, hanım,” dedi. “Dinsizin hakkından imansız gelirmiş. Hah, hah, ha, haa!”
Mustafa Samsunlu
Öncelikle çok hoş bir hikâye olduğunu söylemeliyim. Her paragrafında, bir sonraki paragrafa bakmamak için kendimi zor tuttum ama açıkçası kafama takılan bir soru var: Sabiha’nın cinlerine ne olacak? 🙂
BU güzel hikâyeyi bizlerle paylaştığınız için ben kendi adıma çok teşekkür ederim.
Hemen başta söyleyeyim, bu hikayeyi okurken arkadan kısık bir sesle Yann Tiersen’in şarkıları çalıyor, hikayeyle birlikte bana eşlik ediyordu. Özellikle tesadüfi biçimde son kısımlarda en sevdiğim bestenin gelmesi ile o kadar tatlı o kadar hoş geldi ki öykünüz, ne desem bilemiyorum şimdi…
Feride Hanımd’dan mı bahsetsem yoksa kocası Hacı Bey’in onu takibinden mi. Gizli İlimler Kitabından mı dem vursam yoksa Feride Hanım’ı dize getiren Sabiha Ana’dan mı? Ne güzel bir kurgudur, ne tatlıdır… Ne kadar gerçekçi olduğu mudur güzel olan yoksa sürükleyiciliği mi? Bence hepsi… 🙂
Ellerinize sağlık Mustafa Bey, cidden büyüyü, kocakarıları ve o anın yansımasını çok iyi bir şekilde kotararak aktarmışsınız okuyucuya. Hani yaşanmış bir olayı okuyor gibiydim. Tasvirleriniz ile zaten iyiden iyiye güzelleşti öykü. Tekrar tekrar ellerinize sağlık. :))
Sürükleyici, etkileyici ve bir o kadar da heyecanlı bir hikayeydi bu. Aynı zamanda da çok güzeldi. Belki de gerçekliğe bu kadar yakın olması, bu kadar içimizden olması bu güzelliği veren. Kaleminize sağlık…
Alt kültürde olurya hani, üç harflilerden bayağı bir korku unsuru çıkartırlar. Bunun yanında da sizin öykünüzü okuyunca hem bunlar aklıma geldi hem de bayağı bir güldüm. Neden derseniz tam korkacağım anda öyle bir espri koyuyorsunuz ki araya duygularım bir anda değişiyor. Valla ne demeli ki?! Şu Hacı Bey’de nasıl bir adammış meğer, o yaşta bile üşengeçliği bırakıp karısını izliyor. Ama güzel olan sonu istenilenden çok daha güzel bitiyor! Ellerinize sağlık!
Tesadüfen bu hikayeyi buldum, oldukça sürükleyici, sonuna kadar kendimi alamadım. Keşke devamı da olsaymış diye düşündüm.
Emeğinize sağlık.
Yüreğimize sağlık bir çırpıda okudum.Maleef toplumumuzun bir gerçeğidir büyü.Bunu sözcüklere ne güzel yansıtmışsınız.Tebrikler