Dört yanı alevdi. 5 gün öncesi gibi. Dün gibi. Günlerdir bu mücadeleye devam ediyorlardı. Ama yangınların biri bitip biri başlıyordu.
“Yalım, dikkat!” yana kaydı hızla. Gövdesinden kopmuş bir dal parçası düşmüştü. Dostuna döndü, eliyle her şey yolunda denilen o işareti yaptı, “Ne tuhaf ” dedi. Dört parmak içe kıvrık, avuca doğru, baş parmak havada. “Bu işaret ne zaman bu kadar hayatımıza girdi ki?” diye düşündü, derslerinde sembol ve simge bilimde gördüklerini aklından geçirdi.
“YALIM.”
Bu sefer gerçekten kıl payı kurtulmuştu. Öncekinden daha büyük bir dal parçası omzunu yalayıp geçti.
“İyi misin?”, Egemen sertçe sormuştu.
“İyiyim,” yanıtladı hafifçe gülerek.
“Aklın nerede, kızarmak mı istiyorsun” diye devam etti dostu.
“Sana yaptığım her şey yolunda işaretini düşünüyordum, bu jest normalde bizim topraklarımıza ait değil, 80’ler ve sonrası etkisi mi diye? aklımdan geçiyordu.”
Egemen “Sanat tarihçisini itfaiyeci yaparsan olacağı bu” dedi ve Yalım’ın önüne geçti.
“Sen beni takip et, düşüncelere, işaretlere de dalma” yarı kızgın uyardı.
2 gün sonra.
Alevler dört yandaydı. Şehir artık kül rengiydi. Kara büyü gibiydi. Bir yangın sönüyordu. Biri başlıyordu. Sanki tanrılar, şehre kızmış gibilerdi. Ege İncisi artık tozdu. Onu oluşturan kuma dönmüş gibiydi.
“Yine nerelere daldın” yanına Egemen gelmişti.
Bu sefer Yalım elinde olmadan güldü, “Söylersem küfredersin”
Egemen’in de yüzünde bir gülümseme belirdi. “Söyle” dedi baskınca, “bu sefer neler geçiyordu aklından”
“İnciler ve kumlar” dedi Yalım. Egemen’in kaşları kalktı, tam sövecekti ki garip bir ses duyuldu. Etrafta elbet bir dolu ses vardı. Yangın sesi. Yangının korkunç bir sesi vardır. Kükrer gibi. Çığlık sesi, yanan ağaçların çığlığını duymayan itfaiye eri yoktur meslekte. Kaçışan hayvanların, ezilen otların sesi. Ama duydukları bunlardan hiçbiri değildi.
“Sen de duydun değil mi?” Yalım gerilmişti.
“Duydum” dedi kısaca Egemen.
İlerlediler. İkisi yan yanaydı. Tekrar duydular. Sinsi bir gülme sesi.
HİN bir ses.
Ve alevlerin arasında bir palyaço duruyordu. Gülerek, gözleri kanayarak onlara bakıyordu.
Egemen “Ne bu ya” dedi. Yalım “OLAMAZ!” dedi ve bayıldı.
* * *
Gözlerini açtı, havada siyah lekeler vardı, görüşü düzeldikçe lekelerin yaprak olduğunu anladı ve hatırladı.
“Egemen!” dedi yarı bağırırcasına.
“Buradayım, buradayım sakin”
“Nooldu öyle, neden buradayım, yangın devam ediyor mu?” ardada soruları sıralıyordu telaşla.
Egemen, “Dostum sakin, yangın kontrol altına alındı ama henüz sönmedi, sen bayıldın, ben de seni buraya sürükledim. Fazla duman soludun sanırım.”
Son cümleyi garip bir ses ile söylemişti. Yalım Egemen’e baktı, “Ama hayır, duman değildi, sen de gördün.”
“Sakin ol Yalım, sakin.” Sesi alçalmıştı, “Gördüm, ama ne gördüm emin değilim.”
“Ben eminim” dedi Yalım, ayağa kalkmaya çalıştı.
“Dur Yalım”
“Duramam” diye bağırdı. “Ben ne gördüğümü biliyorum.” dedi. “Pennywise’dı, O.”
Kolunu sertçe tuttu Egemen, Yalım’ın. “Ne yani filmdeki palyaçoyu mu diyorsun? Yalım o film karakteri, bizim burada ormanda bir film karakteri, üşüttün mü, yok yok senin ateşin çıktı, ya da cidden duman soludun.’
“Bak söylediğim şeyin saçmalığının farkındayım, ama sen de gördün, daha da önemlisi o sinsi kahkahayı sen de duydun”
İçini çekti arkadaşı “Bak bir şeyler gördüm, duydum da ama gün boyu yangınla uğraştık, ateş duman, adrenalin, ikimiz de bitik durumdaydık muhtemelen bir yanılsama gördük.”
“İkimizde aynı yanılsamayı nasıl gördük, nasıl duyduk sence?”
“Bilmiyorum dostum, ama vardır bir açıklaması.”
Tam o sırada ekip şefi geldi, “Yalım!” sertçe seslendi, “Seni hastaneye gönderiyorum, kontrolden geçeceksin, sonra doğru eve.”
“Hayır Şefim, tüm arkadaşlarım burada mücadele ederken hiçbir yere gitmiyorum.”
“Mücadele bitti” dedi Yelda Şef, sesi hem yorgun hem de zafer doluydu. “Bitti, Söndü. Ama biz de bittik.” Sert kadındı, mücadeleciydi ama bitti derken bile yanan ağaçlar için duyduğu üzüntü sanki o sertliği götürmüştü. O sırada telsizi cızırdadı. Telaşlı bir ses, “Yelda şefim, burada bir sorun var, ne olduğunu anlamadık, alev, kıvılcım hiçbir şey yoktu, sonra bir anda …” dedi.
Telsizdeki Erdal’ın sesiydi.
Egemen silkelendi, Yalım ayağa kalktı, “Biz hazırız” dediler. Mücadele tekrar başlamıştı.
3 gün sonra
Kadehlerini tokuşturdular, kaybettikleri arkadaşları Muharrem anısına diktiler kadehi. Ormanlar, hayvanlar ve mesai arkadaşlarını kaybetmişlerdi hüzün ve öfke iç içeydi masada.
Ruhları eziliyordu, ama hüzün harici başka bir duyguda daha ortaklaşıyorlardı. Korku.
Erdal dayanamadı “Yalım, günlerdir içim şişti, delirdim mi diyorum hayır, kendimdeyim, dumandan mı etkilendim diyorum hayır o da değil. Ben o gün ormanda ne gördüm, yoksa orada aklımı mı bıraktım.”
Egemen ve Yalım sıkıntıyla birbirlerine baktılar. 3 gün önce telsizde Erdal’ın sesini duyar duymaz alevlerin yükseldiği yere dalmışlardı. Erdal’ı bulduklarında yüzü bembeyazdı, Erdal onlara tek bir şey demişti. “Burada bir şey var. Bir ses duydum, bir şey gördüm. Ağzı kanlı bir şey.”
Egemen o zaman onu durdurmuştu, “Konuşuruz, konuşacağız. Önce orman.”
İşte şimdi konuşma zamanı gelmişti. Üçü de o yangından dağılarak çıkmıştı. Üçü de gördükleri şeyin hayal olmasını istiyordu ama aynı halüsinasyonu aynı anda üç kişinin paylaşması ne kadar mümkün olurdu ki?
“Yalım gördüğümüz şeyin Pennywise olduğunu söylüyor, hani şu filmdeki palyaço” diyerek Egemen sıkıntılı bir giriş yaptı.
“Ben sadece gördüğüm şeyi ona benzettim, kanla çizilmiş gülen ağız, beyaz surat, alev turuncusu saçlar ve o korkunç gülüş … Ayrıca temelde o film karakteri değil, kitap karakteri aslında.”
Egemen hafifçe bir gülümsedi bu düzeltmeye “Neyse ne, film, kitap, aslında olmayan bir şey. Mesele de bu, kurgu olan, bu dünyaya ait olmayan bir şeyi, biz nasıl gördük, biz o iğrenç gülümsemeyi nasıl duyduk? Ve en korkuncu, Muharrem nasıl öldü? Duman ya da ateş öldürmedi onu, boğazı parçalanmıştı. İstedikleri kadar bunu medyadan saklasınlar, biz biliyoruz, onu biz bulduk, o ormanda bir şey var, arkadaşımızı parçaladı, ortalığı ateşe verdi ve güldü.”
“Pennywise” dedi Yalım gergince. “İnsanları yiyen palyaço. İnsanların korkularından beslenen palyaço.”
Temmuz 25
Yalım aynı ay içinde çıkan 157. yangına gidiyordu. Birinci yangından itibaren 18 kilo vermişti, neredeyse her gece başka bir alev noktasındaydı, yanmayan gecelerde ise uyumakta zorluk çekiyordu, sinirsel demişti doktor, değildi. Biliyordu. Babasından yadigâr zinciri eritmiş gümüş bir mermi yapmıştı, yanına bir tahta kazık da almıştı, kurtlar ve vampirler. Ama ormandaki bunlar değildi, Palyaçoydu ve onu nasıl durduracağını bilmiyordu. Egemen ve Erdal’ı düşündü. Bu yaratığı durdurmayı onlara borçluydu. Artık sadece fotoğraflarda yer alan arkadaşları aklına gelince gözleri doldu. Yanına bir de demir çubuk aldı. İblisler için.
Gümüş ve tahta işe yaramazsa diye.
* * *
Uzaktan onu izleyen Şef Yelda ve doktor, Yalım’ın yaptığı hareketleri dikkatle inceliyorlardı. Eline bir şey almış gibiydi sanki, hırsla bahçede ilerliyordu, kendi kendine konuşuyor, banklara oturuyor ve sonra aklına bir şey gelmiş gibi hızla ayağa kalkıp ters tarafa ilerliyordu.
“Düzelme ihtimali var mı?”, sesi acıyla doluydu Şef Yelda’nın. En yetenekli elemanının geldiği duruma içi yanıyordu.
“Umut her zaman vardır” doktor devam etti “ama suçluluk kadar insan beynini, ruhunu kemiren bir duygu yoktur. Yalım Bey, çalışma arkadaşlarının kaybının kendi hatası olmadığını kabul edebilmeli. Eskiden hiç konuşmazdı, şimdi ise kayıp sebebini bir palyaçoya yüklüyor, bunu ilerleme olarak yorumlama niyetindeyim. Kendi dışı bir varlık sorumluluğu belki de bu karanlığı biraz olsun hafifletir.”
“Palyaço mu?” Yelda şaşırmıştı.
“Evet bir palyaço, insanları iyi hissettirmesi gereken ancak onun yerine korkularla, kanla, etle beslenen onları yiyen bir palyaço.” ve ekledi: “Belki de Yalım Bey yangınlar konusunda en gerçek sorumluyu bulmuştur, ne dersiniz?”
okurken hem huzursuzluk hem de merak duygum ic ice gecti. Cok cok begendim. Daha nicelerini okumak isterim:) kalemine saglik..