Öykü

Ötenin Sırrı

Gazete: Kavkazskaya Zarya (Kafkasya’nın Şafağı)
Tarih: 21 Nisan 1961
Köşe Yazarı: Nodar Biciko

Köşe Yazısı: ÖTENİN SIRRI

Geçen hafta Tiflis’ten yola çıkıp önce Moskova’ya, oradan da Barents denizinin yakınlarına geçtim. Bütün bu yol adı gibi donmuş bir köşe olan Morozny Ugol’a ulaşmak içindi. Birliğimizin kuzeybatısında yer alan buzun sınırındaki bu kasaba için çok şey anlattılar bana… İzole bir hayat yaşarlarmış, denizcileri maharetli, efsaneleriyse epey kuvvetliymiş… Ama orada geçirdiğim birkaç günün ardından zihnimde kalan sadece iki şey oldu: İnsanı çıldırtacak kadar derime nüfuz eden deli bir soğuk ve kimsenin görmediği, hatta sesini bile duymadığı garip bir kahraman, Mikhailo!..

Herkesin ağzında bir Mikhailo lafı dolaşıp duruyordu. Kimi zaman asırları aşan dini bir öyküden, kimi zamansa daha dün ölmüş yaşlı bir amcadan bahsediyorlardı sanki. Onun gemicilerin dostu ve bir nevi görünmez rehberi olduğunu anladım anlamasına ama buradaki insanların çoğunun benim gibi bir yabancıyla, hele de bir Gürcü’yle daha fazlasını paylaşmaya niyetleri yok gibi görünüyordu. Buralar partiyi de yoldaş Stalin’i de anlayamayacak kadar eskiydi maalesef. Fakat sonra Kolya ile tanıştım… 9-10 yaşlarında, yanaklarıyla burnu kızarmış, tombul, meraklı bir çocuktu. Kasabaya girdiğimden beri uzaktan uzağa izlemişti beni, yalnız yakaladığı ilk anda da hemen yanımda bitiverdi. Hızlı hızlı konuştu, bir sürü soru sordu, sonra kendinden bahsetti. Hep radyo dinlermiş, her şeyi pek bilirmiş, ama en çok da Mikhailo’yu biliyormuş bu çocuk. Benim defter kalemi çıkarttığımı görünce önce utangaç şekilde gülümsedi, sonra nefes bile almadan girdi söze, “bundan 100 sene öncesi…” diye anlatmaya başladı.

1800’li yılların ortalarında bir Rus keşif gemisi buzullara ulaşmak için çıkmış yola. Parayı İsviçreli bir banker veriyormuş, niyeti dünyanın geri kalanında yaptığı gibi buzullardan da nemalanmakmış. Kaptan Volkov, korkutucu kuzey efsanelerinden çok çekiniyormuş başta: “Oralara giden hiçbir denizci geri dönmedi, yaklaşabilenler de hep aynı şeyleri anlattılar, ne olduklarını sorma bana…” Ancak kaptan bir süre sonra, eline sayılan tomarla frangın cazibesine kapılmaktan alamamış kendini. Banker bir güvence de vermiş tabii: “Yanında uzmanlarım olacak, onlar seni perilerden ve devlerden korurlar…”

Gemide Volkov’la altı tayfası dışında üç tane de batılı bilim adamı varmış, bankerin malum uzmanları yani… Fransız fizikçi Prof. Pierre Duval, İngiliz mühendis Barrett ve Alman matematikçi Dr. Lang… Onlar da yanlarında getirdikleri alet edevatları, hacimli kitapları ve mücadele kabul etmez kibirleriyle yelkenlide yerlerini almışlar. Volkov bir de Mikhailo adında 70 yaşlarında bir rehber getirmiş gemiye. Onun buraları iyi bildiğinden, kendilerine yardımcı olacağından dem vurmuş ama Volkov’un sanki asıl emeli, yolda karşılaşacakları olası bir musibete karşı Mikhailo’nun mistik tarafından medet ummakmış. Dr. Lang; ağarmış uzun sakallı, yorgun yüzlü, kafasında yünden uşanka ve elinde beş para etmez bir değnek olan bu yaşlı adamı görünce inceden bir kahkaha salmış ve kaptana seslenmiş: “Hey Volkov! Senin şu canavarları bu mu durduracak? Vay be ne kudretli adammış. Söyle ona da bize bir şey yapmasın bari…”

 

Mikhailo konuşmayı, insanlarla iletişimde olmayı pek sevmeyen bir adammış. Denizi izlemek, dağları dinlemek, doğayı hissetmek ona her daim daha bir çekici gelirmiş. Bu gemiye gelmeyi kabul etmesinde Volkov’un ona verdiği 3-5 rubleden çok, içindeki dindiremediği keşfetme arzusu etkili olmuş. Daha öteleri görmek, oraların sırrına vakıf olma niyetindeymiş hep… İstiyormuş ki bildiklerini tüm gemicilere anlatabilsin, onlara bir yol olabilsin… İnsanları normalde pek umursamayan Mikhailo, dillerini bilmediği bu enteresan giyimli batılı adamlardan ise daha en baştan hiç hoşlanmamış.

Gemi yol aldıkça hava kararmaya ve ısı düşmeye başlamış. Bu sırada dalgalar da vurduğu sağlı sollu tokatların şiddetini iyice arttırıyormuş. Üşüyen tayfalar, Volkov’un verdiği emirleri birazcık da ısınmak için koşa koşa yerine getirir olmuşlar. O anlarda Barrett mayışmış, gözlerini dinlendiriyor, Duval da bir şeyler okuyormuş içeride. Etrafı gözleyen Dr. Lang ise, tayfalardan Misha’nın bedeninin yarısını dışarı sarkıtacak şekilde geminin pruva tarafında durduğunu fark etmiş. Merakından güverteye çıktığında ise kulağına daha önce hiç tanık olmadığı, şiirsel ama bir o kadar da rahatsız edici garip sesler çarpmış. Bunlar denizin altında yaşayan, güzellikleri ve şarkılarıyla gemicileri kendilerine çeken Rusalka perilerinin sesleriymiş. Volkov ve diğer tayfalar da bu tiz seslerin esiri olmaya başlamış yavaş yavaş… Güvertedeki insanlar Rusalkaların olduğu ön bölüme doğru, kendinden geçmiş şekilde ilerliyorlarmış, Mikhailo hariç… Kendini kıç tarafa atan yaşlı adam, gözlerini kapamış, yere sağlam bastığı değneğine sarılıp çökmüş, paltosunu da kafasına geçirmiş. Sanki başka bir dünyaya geçmiş o an…

Tabloyu gören Prof. Duval, hemen çantasını boşaltmış ve eline ekipmanlarını aldığı gibi dışarı fırlamış. Ses dalgalarını aynalayan makinesini bir silah gibi Rusalkaların olduğu tarafa doğrultarak gemidekileri bir nebze rahatlatmış önce. Daha sonrasında da ses frekanslarını engelleyen kulaklık biçimindeki cihazları önce kendi geçirmiş kafasına, sonra tek tek herkese dağıtmış. Mikhailo ise dibine kadar gelip kulaklığı alması için avaz avaz bağıran Duval’ın sesini duymamış, profesör de sinirlenip ayrılmış hemen oradan. Cihazı takan gemi halkının duygu durumları normale dönmeye başlıyormuş. Kendilerine geldiklerinde ise Misha’nın artık orada olmadığını, bedenini perilerin karanlık dünyasına bırakmış olduğunu üzülerek fark etmişler. Kulaklığı takmayan Mikhailo’nun ise kendini kaybetmemesi ve yerinden hiç kıpırdamaması, kaptan Volkov’u epey büyülemiş, ona karşı duyduğu saygı ve çekince de iyice artmış. Bu olaydan sonra batılı bilim adamları, hem Volkov’un anlattığı mistik hikâyelerin gerçekliğine inanmak durumunda kalmış hem de onlardan birini alt etmenin verdiği güçle birlikte artık daha korkusuz, daha özgüvenli hale gelmişler.

Gemi, iki tane buz dağının arasındaki dar bir geçide doğru ağır ağır ilerlemekteymiş. Soğuk, gemidekilerin iliklerine daha çok işlemeye başlamış artık. Mikhailo, dağlardan üstlerine doğru esen dondurucu rüzgârları normalin epey üstünde bulduğundan kaptanı geçit yerine bir başka yoldan gitmek konusunda uyarmış. Gemi orada istenmiyormuş ona göre… Volkov, yaşlı adamın öğüdüne kulak vermeye meyilliymiş aslında ama patronun temsilcisi konumunda olan bilim adamlarını dinlemek zorunda kaldığından rotasını değiştirememiş. Bilim adamları ise yolu uzatmamak ve buzullara bir an önce ulaşmak niyetindelermiş. Geçide yaklaştıkça, dağların denize bakan yüzeyinde büyük hareketlenmeler başlamış. Gemidekiler bunun bir çeşit heyelan olabileceğini düşünerek telaşa kapılmışlar tabii… Mikhailo ise düşünceliymiş daha çok: “Onlar Morozkolar… Buraların en kadim ev sahipleri… Rüzgârlarına kulak asmadık, şimdi kendileri bizi kovma niyetindeler…”

Buzdaki hareketlenmeler gözle görülür şekilde arttıkça artık Mikhailo dışındakiler de bir heyelandan çok daha fazlasıyla karşı karşıya olduklarını idrak etmişler. Geçidin her iki yanında biri on metre, diğeri yedi metre yüksekliğinde buzdan devler görünür olmuş. Gözleri turkuaz ışıklar saçan, tüm vücutları sivri sarkıtlarla dolu olan bu buzdan canlılar, gök gürültüsüne benzeyen korkunç sesler çıkarıyorlarmış.

Morozkoların bedenleri dağla bütün olsa da yavaş yavaş cisimleşip hareket edebilir hale gelmişler ve geçidi kapatmaya başlamışlar. Bir yandan da gemiye doğru anlaşılmaz seslerle bağırıyorlarmış. Tayfaların arasından bu dehşet verici görüntüler karşısında korkudan bayılan, ne yapacağını bilemediğinden kendini denize atanlar olmuş. Volkov da dümeni bırakmış, hiç kıpırdayamadan, en ufak bir şey düşünemeden şok halinde Morozkoları izliyormuş. Bilim adamları hemen Barrett’in sandığını çekmişler güverteye… Barrett, sandıktan silindir şeklindeki bir metrelik lazer silahını çıkararak devlere doğrultmuş. Lazer ışınları, Morozkoların gövdelerinde temas ettiği anda o bölgeyi eritiyormuş. Sandıktan diğer lazer silahlarını da alan diğer bilim adamları hep birlikte devleri lazer yağmuruna tutmuşlar. Beş dakikalık tehlikeli mücadelenin ardından Morozkoların bedenleri büyük oranda suya karışmış ve geçidin ağzı da açılmış. Hatta öyle ki; erime sonucunda deniz seviyesinin bir anda yükselmesiyle birlikte gemi alabora olma tehlikesi bile atmış. Neyse ki Kaptan Volkov, ustaca manevralarla gemisini o ölümcül koridordan çıkarmayı başarmış.

Kâbus gibi geçen iki günün ardından sadece iki tayfası kalmış geminin, Viktor ve Andrei kuzenler… Andrei henüz 17 yaşında, ince, uzun boylu bir çocukmuş. Kendisinden daha tecrübeli olan Viktor’un teşvikiyle atılmış bu serüvene, kazanacağı parayla babasına bir at almak istiyormuş. Yaşadıkları korkunç olaylardan dolayı ise Viktor’a çatıyor, “Senin yüzünden geldim bu cehenneme, senin yüzünden!..” diye sitem ediyormuş. Kaptan Volkov da kontrolünü yitirmeye başlamış artık. İlk başlarda saygıda kusur etmemeye çalıştığı bilim adamlarının yüzlerine karşı lügatinde bulunan tüm küfürleri savuruyor, onlara hep ters ters davranıyormuş. Her şeyi boş vererek dümeni kırıp uzun yoldan dönmeyi bile düşünmüş ama aklına onu bekleyen hamile bir eş ve 6 tane çocuk gelince vazgeçmiş bu kararından… Bankerden alacağı cömert ödemeyi elinin tersiyle itebilecek bir durumda değilmiş çünkü. Arada bir Mikhailo’yla iletişime geçmeye çalışıyor ama yaşlı adamın ağzından doğru dürüst tek bir laf alamıyormuş. Yine de Mikhailo’nun sakin ve dingin halleri Volkov’u da rahatlatıyormuş bir nebze. Barrett ve Prof. Duval ise düşünceli görünmüşler Dr. Lang’e… Evet, o önceki doğaüstü güçleri üstün teknolojileri yardımıyla alt etmeyi başarmışlar ama bu işin daha nereye kadar süreceği konusunda endişelilermiş.

Dr. Lang, müstehzi bir ifadeyle teskin etmiş onları: “Baylar kendinize gelin. Biz zaten bunları öngörüyorduk, değil mi? O yüzden burada değil miyiz? Hem o kuzeyli ucubelere karşı her seferinde galip geleceğimizi siz de iyi biliyorsunuz. Çünkü tekniğin gücünü biliyorsunuz baylar, tekniğin gücü karşısında kimse ayakta duramaz!..”

Kuzey denizinde üçüncü günün sabahında şafak söküyor; gemi, durgun denizde hafifçe salınıyormuş. Andrei dışında tüm ahali uykudaymış o sırada. Nöbetçi olan Andrei, geminin sancak tarafında oturmuş, üzerine kat kat yorgan almış, gece boyunca bir yandan dondurucu soğuk bir yandan da uykusuzlukla çetin bir mücadele vermiş. Günün ilk ışıklarıyla birlikte göz kapakları savaştan vazgeçip kapanmışlar bir süreliğine. Rüyasında köyünü, ailesini ve hepsi birbirinden güzel devuşkaları görüyormuş yine… Andrei, gemiye çarpan bir şeyin gürültüsüyle ayılmış. Ayağa kalktığında ise geminin etrafını onlarca devasa balina ve köpek balığının sardığını görmüş. Her biri bilinçli olarak bedenini gemiye çarpıp dengesini bozmaya çalışıyormuş. Geri kalan ahali de uyanıp telaş içinde güverteye doluşmuşlar.

Mikhailo’nun da ilk kez tedirgin olduğu görülmüş. Sayıları git gide artan balinalar vahşi sesler çıkarıyor, gemiye doğru tehditkâr şekilde yaklaşıyorlarmış. Güverteye bir kaos havası hâkim olmuş o anlarda. Volkov tüfeğini çıkarıp gözünü kestirdiği her balinayı öldürmeye başlamış. Bilim adamları da beylik silahlarıyla bu kurşun merasimine katılmışlar hızlıca. Viktor hemen bohçasına koşmuş, buraya getirmenin yasak olduğu tabancasını sarılı olduğu bezlerden kurtarmış ve panik içinde sağa sola gelişigüzel ateşler etmeye başlamış. Mikhailo kendini korumak için yere eğilmiş ama bir yandan da balinaları ve köpek balıklarını dikkatli bir biçimde incelemeye çalışıyormuş. Bu sırada geminin iskele tarafından acı dolu bir haykırış gelmiş. Göğsünden bir kurşun yiyen Andrei, kanlar içinde yerlerdeymiş. Kaptan Volkov; Viktor’a bağırıyor, ağzından salyalar saçarak küfürler ediyormuş ona. Bu kör kurşunun kendi tabancısından çıktığını fark eden Viktor, hareketsiz ve ifadesiz bir içimde Andrei’nin son sözlerini işitmiş: “Her şey senin yüzünden şerefsiz! Her şey senin yüzünden!..” Viktor yine hiçbir mimik göstermeden arkasını dönmüş, geminin bordasına sakince çıkmış ve kafasına bir el ateş ederek kendisini derin sulara bırakmış.

Balina ve köpek balıklarının geminin sağ arka tarafında yoğunlaştıkları görülmüş bu sırada. Barrett, Volkov’a bağırmış: “İskele alabanda aptal herif, iskele alabanda!..” Geminin sol çapraz yönde giderek dev balıklardan kaçmasını istiyormuş İngiliz mühendis. Bu sırada hayvanları incelemeye devam eden Mikhailo, onlarda birtakım gariplikler sezinlemiş. Normalden çok daha yükseğe zıplayan balinalar, daha çok bir kurbağanınkine benzeyen sesler çıkaran köpek balıkları ve onların insanlara fazla anlamlı bakan gözleri Mikhailo’yu yerinden zıplatmış adeta… Soluğu hemen kaptanın yanında almış yaşlı adam. Bunların denizcileri tuzağa düşürmek isteyen ve kılık değiştirme konusunda pek maharetli olan Vodyanov isimli su ruhlarının işi olabileceğinden bahsetmiş. Zaten onların insanlara temas edebilme gibi bir yetenekleri yokmuş ona göre, belli ki bu yüzden dakikalardır gemiyi yalnızca sallayabiliyor ama üstündekilere doğrudan dokunamıyorlarmış. Gördüğü balina ve köpek balıklarının ürkütücü görüntüsü karşısında kararsız kalan Volkov, bilim adamlarının da hiddetli tepkisinin etkisiyle ani bir karar vererek balıklardan kaçmak için sol çapraza doğru ilerlemiş.

Peşlerinden gelen bu canavarlar, gemiyi yarım daire şeklindeki bir geçide kadar kovalamış. Geçidin ardında ne olduğu anlaşılamıyormuş ama o an başka bir çare de gözükmüyormuş, devam etmişler…

Gemi geçitten geçtiği gibi insanların ayakta durmakta dahi zorlandığı kuvvetli bir akıntıya kapılmış ve yüzlerce metre sürüklenmiş. Gemi halkı dengesini sağlayıp çevresine baktığında, her bir tarafı devasa buz dağlarıyla çevrili olan üçgen şeklinde bir gölette olduklarını fark etmişler. Dağların gövdesinde manası anlaşılamayan koca koca semboller, kafatası figürleri ve kurbağa kabartmaları görünüyormuş. Bu manzara, gemidekileri hem tedirgin ediyor hem de büyülüyormuş bir yandan. Üçgenin arka köşesinde yer alan geçit, köpek balıkları ve balinalar tarafından kapatılmış zaten. Volkov, üçgenin sağ ve sol köşelerinde iki çıkış daha olduğunu görmüş. Sağ köşede denizin mavisi göze çarpıyormuş, yani kurtuluş yolu… Sol köşede ise içinden kurbağa ciyaklamalarının duyulduğu, derin ve karanlık bir mağara…

Bu sırada önce geminin etrafında, sonra da göletin tamamında suyun dibinden saydam kesitler bitmeye başlamış ve duvar gibi çevrelemişler her tarafı. Gölet saniyeler içinde dev bir labirent halini almış. Bilim adamları dahi küçük dilini yutacak gibi olmuş bu manzara karşısında. Volkov, sinir harbi içinde gemisini ileriye doğru sürüp o saydam duvarların içinden geçmiş istemiş ancak Mikhailo kesmiş önünü: “Dur, bir şey yapma. Vodyanov’ların büyülü labirenti bu… Gemiyi tutuşturabilir o duvarlar…” Labirenti çözüp kurtuluş yoluna ulaşmaktan başka bir çarenin kalmadığı anlaşılmış o an… Dr. Lang, sanki hep bu anı bekliyormuş gibi aniden işe koyulmuş. Yine o kendinden emin ve hafif gülümseyen hali üzerindeymiş. Çantasını Volkov’a vermiş, halatlara tırmanmaya başlayıp ona arkasından gelmesini emretmiş. En son gabya direğine kadar çıkan ikili, bu göletten labirenti gözlemlemeye başlamış… Lang, çantasından dönüşlü anemometresini çıkararak hem mağara hem de deniz tarafındaki çıkışların rüzgâr hızını ölçmüş ve bunları defterine not almış.

Sonra manyetik pusulası yardımıyla iki çıkışın önündeki su akıntılarının açılarını ve yönünü de hesaplamış. Beş dakika boyunca defterine gömülen Lang, çeşitli hesaplamalar ve matematiksel formüllerini tamamladığında kahkaha atarak kafasını kaldırmış ve “hadi iniyoruz” demiş. Dahi matematikçi, takip etmeleri gereken akıntı hızının ne olduğunu bulmayı başarmış sonunda. Güverteye indiğinde geminin iki tarafına şişeler atmış ve onların salınma hızını gözlemledikten sonra Volkov’a hangi yönden ilerlemeleri gerektiğini söylemiş. Ekip labirent boyunca Lang’in talimatlarını ve her bir adımda denize atılan şişelerin rehberliğini izleyerek mavi sulara erişmeyi başarmış. Gemi ahalisinde büyük bir sevinç varmış haliyle… Mikhailo bile Dr. Lang’e takdir eden gözlerle bakıyormuş. Volkov ise sözünü dinlemeyip gemisini bu büyük tehlikenin içine düşürdüğü Mikhailo’ya karşı bir mahcubiyet içindeymiş…

Gemi artık dar geçitlerden, dalgalı sulardan, üzerlerine devrilecek gibi yakın duran buz dağlarından kurtulmuş. Açık ve durgun bir denizin üzerinde, uzaklardan seçilen o büyük beyazlığa doğru ağır ağır ilerliyorlarmış. Daha önce şeytanların ve perilerin bile ayak basmayı cesaret edemediği buz gezegenine çok az kalmış artık… Dr. Lang, Barrett ve Prof. Duval, başarının sarhoşluğu onlara yetmiyormuş gibi bir de şişe şişe şarap açıyor, birbirinden berbat sesleriyle gurur ve neşe içinde şarkılar söylüyorlarmış. Kaybettiği tayfalarının hatırası arada bir zihnini yoklasa da, bu zorlu yolculukta sona yaklaşıyor olmanın verdiği umut, Volkov’u da bilim adamlarının coşkusuna ortak olmaya itmiş. Hatta özgüvenini toplayıp Mikhailo’nun yanına giderek ona biraz yiyecek ve içki ikram etmek istemiş kaptan. Mikhailo, günlerdir yalnızca sabahları çıkınından yediği bir parça siyah ekmek ve biraz da lahana turşusuyla idare ediyormuş. Volkov’un ikramını reddederken belki de ilk kez gülümsemiş ona: “Kaptan kızgın değilim. Eğlenmene devam et…” Mikhailo’nun da keyfi yerinde gibiymiş o anlarda… Çocukluğundan beri hikâyelerde duyduğu o büyük buz ülkesini keşfeden ekibin içinde olacak olmanın heyecanını taşıyormuş. Derin sularda mesafe kat ettikçe gözünde büyümeye devam eden bu devasa beyaz kütlenin azametini hayranlıkla izliyormuş.

Arada bir de gözlerini kapatıp yüzüne vuran ve her seferinde daha da soğuyan rüzgârı hissetmeye çalışıyormuş. Bir günlük yolculuğun ardından gemi, gökyüzünün şüphesiz karanlığının altında bu bembeyaz dünyaya ulaşmış. Güvertede toplanan beş kâşif, gözlerini bu heybetli kütleye dikip onu dakikalarca mest olmuşçasına izlemişler…

Barrett, insanın vücut ısısını dengelemeye yarayan ve buz kütlesinin üzerinde onları donmaktan koruyacak olan özel kıyafetleri dağıtıyormuş herkese. Mikhailo’ya götürürken biraz tereddütlüymüş ama sonuç düşündüğü gibi olmamış. Mikhailo hiç ikiletmeden bu İngiliz yapımı teknoloji harikası giysiyi geçirmiş üzerine. Onları gören Prof. Duval, Lang’ın kulağına fısıldamış: “Görüyorsun değil mi doktor, bu garip adam da sonunda kabul etmek zorunda kaldı bilimin kudretini…” Ekip hep birlikte ekipmanları ve çantalarıyla ayak basmışlar beyaz karaya. Buzdan yüzey üzerinde ilerlemeye başlamışlar.

Bilim adamları hemen ilk izlenimlerini birbirleriyle paylaşıyor, çeşitli notlar alıyor ve belki de buradan çıkarılması muhtemel madenler ya da sağlanabilecek başka maddi çıkarlar hakkında ilk mülahazalarını yapıyorlarmış. Mikhailo ise sanki yerin altındaki birini rahatsız edecekmişçesine tedirgin attığı her adımın ardından çıkan sesi, buzdan yüzeyin ayak tabanında bıraktığı hissi ve esen yellerin yabancı kokusunu anlamaya çalışıyormuş.

Ekip buz üzerinde ilerledikçe rüzgârın sesinin de dağlardan gelen hışırtıların da yok olduğunu fark etmiş Mikhailo… Ekibin ettiği lakırdılar dışında tek bir seda duyulmuyormuş etraftan. Sanki o an orada yalnızca sular değil zaman da donmuş gibiymiş. Önündekilere “Durun” diye seslenmiş Mikhailo, “Sanırım sınıra ulaştık, burada bundan sonra yalnızca sessizliğe izin var…” Lang hemen müstehzi bir ifadeyle atılmış, Rusça konuşuyormuş ilk defa: “Merak etme, Barrett tanıdığım en iyi mühendistir, o üzerindekiyle günlerce sıcak kalabilirsin.” Mikhailo, “Soğuktan korkmuyorum, onun kaynağı asıl beni tedirgin eden…” diye yanıt vermiş.

Kaptan Volkov da Mikhailo’nun kararlı tavrını görünce kuşkulanmış bir şeylerden ve Lang’e seslenmiş: “Doktor, adamın tüm dedikleri çıktı şimdiye kadar. Emin miyiz?..” Lang hiddetlenmiş bu sefer: “Bana bak kaptan, eğer o lanet olası paranı almak istiyorsan, kapa çeneni ve düş önümüze! Asıl işimiz şimdi başlıyor.”

Volkov çaresiz şekilde yoluna devam edecek olmuş ama Mikhailo’nun durduğu yerde beklediğini görünce dönmüş bir an: “Mikhailo ne yapıyorsun, tek başına ölürsün burada. Gel buraya…” Mikhailo cevap vermiş: “Yola denizlerin sırrına erişmek için çıkmıştım. Bu buz ülkesinden alacağım bir şey yok. Burası benim sınırım…” Lang kahkahayı patlatmış bu sözün üzerine: “İlkel adamın zihni bu kadar işte… Hep bir sınırı olduğuna inanır.” Prof. Duval, Mikhailo’ya yönelmiş: “Hala insanın yapabileceklerinin farkında değil misin? Senin o canavarların bile bize dokunamadı, burada hangi güç bizi önümüzü kesecek?..” Lang, yine sinirli şekilde Volkov ve diğer arkadaşlarına seslenmiş: “Ne bekliyoruz bu deliyi, hadi yolumuza koyulalım.” Duval ve Barrett yaşlı adamın haline üzülür gibi bakmış ona, sonra da Lang’in arkasından devam etmişler. Volkov da Mikhailo’ya son kez gelmiyor musun gibisinden bir bakış atmış ama adamın kararlı olduğunu görünce çaresiz bir şekilde bilim adamlarını takip etmiş.

Beyaz bir sessizliğin ortasında yapayalnız kalmış Mikhailo… Ayrıldığı ekip uzaklardaki bir siluetten ibaretmiş artık, geride bıraktığı gemi de ufacık bir tekne gibi görünüyormuş… Gözlerini kapatmış, o an sessizlik ve karanlık dışında hiçbir şey yokmuş onun için. Soğuğu bile hissetmiyormuş artık. Duyuları bir hiçliğin tam içindeymiş, zihni de o hiçliğe doğru bir yola çıkmış sanki. İşte tam o an dört bir yanını saran gürültülü seslerle ayılmış Mikhailo… Buzdan ülke kıyameti yaşıyormuş sanki. Çevresindeki buz dağları şiddetli biçimde kaymaya, buz kütleleri kalıplar halinde erimeye başlamış. Geminin saniyeler içinde alabora olduğunu görmüş önce. Ekibin olduğu yere de koca koca buz kütleleri yağmaya başlamış ve dakikalar sonra ilk kez insan sesleri çalınmış kulaklarına: Kaptan Volkov’la bilim adamlarının acı çığlıkları ve haykırış sesleri…

Günün ağarmasına çok az bir vakit kalmış, soğuk da epey azalmış… Buzdan ülke yine ilk zamanki ihtişamını koruyormuş ama daha uzaklardaymış artık. Sanki misafirlerini pek sevmediğinden gerilere kaçmış koca kütle. Mikhailo ise o ilk kaldığı yerde, iki metre yarıçaplı bir buz adacığının üzerinde duruyormuş tek başına… O teknolojik kıyafeti de çıkarmış üzerinden… Elinde değneği, kafasında uşankası ve üzerindeki keçe paltoyla gökyüzünü izliyormuş. Başka ne bir şeyi ne de bir kimsesi varmış artık. O sırada gökyüzünde kuzey ışıkları görülmeye başlamış. Yeşilli kırmızı ışıklar denizi ve beyaz ülkeyi çeşit çeşit renklere boyuyormuş. Kelimelerle ifadesi mümkün olmayan bir görüntü varmış orada… Hiçliğin tam ortasında… Mikhailo etrafını izleyerek bir çocuk gibi çevresinde dört dönüyormuş, o an içinde eksik kalan bir şeylerin tamamlandığını hissetmiş. Sonra da ağzından şu sözlerin döküldüğü söylenmiş hep:

“Ötenin sırrı buymuş demek ki!..”

* * *

İşte Kolya’nın anlattıkları bu kadardı… Çocuğun zekasına ve anlatımına hayran kaldım. Bu çocuk, parlak sosyalist eğitimimizin altın bir meyvesi bana göre… Onun cebine 10 ruble sıkıştırmak istedim ama kabul etmedi, ben de Gorki’nin “Çocukluğum” kitabını hediye ettim ona. İşte buna çok sevindi. Bu sırada yakınlarımızda bulunan bir evin bahçesinde büyük bir kalabalık toplanmaya başladı, biz de oraya koştuk, o an içimden “tabii ya” dedim, “bugün o gündü…” Kalabalık heyecan içindeydi, radyonun sesini sonuna kadar açıldı:

– “Sevgili yurttaşlar, bugün 12 Nisan 1961… Vostok-1 uzay kapsülü, Baykonur Uzay Üssü’nden hareket etmek üzere. Yoldaş Yuri Alekseyeviç Gagarin, insanlığın en önemli yolculuğuna çıkıyor. Ve an itibariyle kapsül başarıyla fırlatıldı!..”

Kasaba halkı sevinç içinde alkış tutmaya, tezahüratlar yapmaya başladı. Onların da bu denli Moskova’ya bağlılıklarını görünce içimi bir umut kapladı buralara dair. O sırada Kolya yanıma geldi, küçük parmaklarıyla gökyüzünü gösterdi: “Mikhailo bizim denizlerdeki rehberimizdi, Gagarin de göklerdeki yol göstericimiz olacak!..”

Çocuğun son dedikleri üzerine düşündüm hep dönüş yolunda… Gagarin de o hikâyedeki Avrupalılar gibi bir bilim adamı sonuçta… Onlar gibi başarılı ve bilgili üstelik… Ama sonra anladım ki, Kolya’nın onu bilim adamları yerine Mikhailo ile benzetmesi Gagarin’in ilmiyle değil emeliyle ilgiliydi. Büyük keşiflere ve tehlikeli maceralara bir kişi için değil herkes için çıkabilmekti mesele…

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *