Öykü

Bay Kuş

Onun hakkında çok şey duymuştum, fakat kendisini görmek bambaşka bir duyguydu. Bir kere son zamanlarda fazlaca dayak yemiş yüksek egomun (şu aralar alçak diyelim) tüylerini diken diken etmişti. İçimdeki avcı sonucu belirsiz bir mücadelenin galibini ilan etmeye çalışıyordu. Ama tırnaklarımı çıkaramazdım. Avcının avcıya muhtaç oluşu sık rastlanır şey değildir, fakat olmuştu işte. Şimdilik ona muhtaçtım. Ona ve tüm o yeteneklerine.

Camdan dışarıya bakıyor, elinde hiç dokunulmamış bir porselen fincan tutuyodu. Karanlıktı. Tam da onun avlanma saatine göre verilmişti randevum. Sırtı bana dönük duran kadının üzerinde kül rengi, derin yırtmaçlı bir elbise vardı. Omuzları aynı renkte tüylerle kabarmıştı. Öyle ki tüylerden boynu bile görünmüyordu. Baykuşlara has bir kahverengilikte olan kalın telli saçları tepesinde topuz yapılmıştı. Benim kedi sessizliğindeki adımlarım bile iş konuşacağımız odasına girdiğimde onun keskin kulaklarını aldatamamıştı.

Sadece kuşlara has o imkansız açıyla çevirdi kafasını. 180 derece döndü topuzlu başı ve kuş gözleri benimkileri buldu. O kalp biçimli yüz, ince burnun altında kusursuz bir küçük mücevher gibi toplanmış dudakları… Fakat o dudakların bir lokmalık hali çene kemiklerinin eğimini daha keskin, çehresini daha bir yırtıcı gösteriyordu. Ondan nefret etmiştim. İçimden taşmak üzere olan tüm sıkıntıya, buraya gelişime neden olan ve bana hiç yer bırakmayan her şeye karşın başarmıştım bunu. Dahası, o yüzü görmek beni yakmıştı da. Ayların çabasını mahvetmek üzere olan sözlerim işte tam bu anda dilimden kurtulmuştu:

“Ama ben Bay Kuş’la görüşecektim! Yardımcılarıyla değil, kendisiyle demiştim. Bizzat görüşebilmek için aylardır, her gün o kabarık randevu defterine adımı sıkıştırabilmek için çabaladım. Hiçbiri birleştiğinde benimkini oluşturmayan harflerin arasında hayatta kalabilmek için didindim!”

Böyle girmiştim sohbete, çünkü sabırsızdım. Ve de meraklı. Merak ediyordum, bu bakmalara doyulamayan katil kadın randevu saatimde neden beni karşılıyordu.

Bizim gibileri merak öldürür. Eğer merak öldürmezse bile, yine kendi kafasına göre sağa sola savrulmaya başlamış ve arsızca bacaklarıma dolanan kuyruğum da bunu yapabilir.

“İyi ya, Bay Kuş ile karşı karşıyasınız.”

Kafa üstü dünyanın merkezine çakıldığımda dokuz canımdan birini daha feda ettim. Mecazen elbette. Fiilen olmasına biraz daha vakit vardı. Kıpkırmızı olan yüzümü saklayacak yer bulamıyor, kadına bakamıyordum. Çıktığım bitmez tükenmez merdivenlerin titrettiği bacaklarım, şimdi de utancın zirvesine tırmandığım şu saatlerde titreşimini artırıyordu. Girdiğim onca çabayı kadının yüzüne vururken basbayağı kendimi rezil ediyormuşum. Ama nereden bilebilirdim ki? Bir kadındı bu… Oysa randevumda bir “Bay” mevcuttu.

Bana bakan kuş gözlerinin kapakları bir an bile kapanmadı. O karede dondurulmuş gibi üzerime kilitlenmişti. Durağandı. Olağandı. Düşük gözkapaklarında yüzyılların bilgisini taşırken hiçbir şey için acelesi yoktu. Belki sonsuza kadar öylece bakışabilirdik. Oysa sabır bende ne arar?

Eğer yere dökülmüş bir süt birikintisi olsaydı şimdi onu uslu uslu yalayabilirdim. Onun yerine şöyle dedim:

“Ben… sandım ki… Çok öz-”

“Otur,” dedi ansızın, camın yanındaki koltuğu göstererek. Mağrurdu. Benim bulunduğum seviyeye sesini duyurmak için sanki aşağıya seslenmesi gerekiyordu. Derin yırtmacından görünen o sanat eseri tek bacağı, onu tanrıların katında tutuyordu.

“Benden randevu almak için herkes aynı derece uğraşır. Sakın kendinizi özel sanmayın,” Böylece koltuğun karşısındaki uzun tüneğin üstüne oturdu ve müthiş bir denge kurarak bacak bacak üstüne attı. Hemen arkasındaki üzeri bomboş çalışma masası ve kütüphane sağ ve sol yanından görünüyor, korumaları gibi dikiliyorlardı. Dahası, uzun bir çubuğun ucuna taktığı sigarayı da yakıp keyfine varmaya başlamıştı. Porselen fincanıysa düşmesi için serbest bıraktı. Fincan düştü. Kırılmadı. Çayın koyu rengi halısız ahşap zemine yayıldı, ancak emilmedi. Onun yerine çay taneleri çay suyunun içinde balık gibi dalıp çıkmaya başladılar.

Sigarasını sözlerine devam etmeden önce uyarırcasına bana doğru salladı. “Bay olmayı bırakalı uzun zaman oldu. Ama işte, bir kere isim yapınca nasılsan öyle kalıyor. İsim değişikliğine gitmeyi hayli uygunsuz buldum. Bir kere hiç karlı değil.” dedi. O sallayınca duman devinim yaptı ve üzerindeki elbisenin tüylü omuzlarından aynı renkte minik baykuşlar çıktı. Yuvalarından ilk defa çıkan tedirgin başlar önce etrafı kolaçan etti. Ardından elbisenin tüylü dehlizlerini terk ederek serbest kaldılar. Sigarayı tutan el sabitleşince dumanı da incecik bir çizgi halinde süzülmeye devam etti. Her kanat çırpışta birer hayale dönen baykuşlar bu puslu telin üzerine dizilip başlarını aynı anda bana çevirdiler. Sahiplerininki kadar imkansız bir açıyla hem de. Şimdi onlar da dumanın bir parçası, gri birer hayaldi. Elbisenin o yoğun tüyleriyse gözle görülür biçimde azalmış, Bay Kuş’un boynu bir nebze açığa çıkmıştı.

“Anlıyorum. Benim hatam.” Aslında hiç de öyle düşünmüyordum. Nereden bilecektim ki?

Duman baykuşların sohbete dahil oluşu kötü olmuştu. Gözlerimi onlardan alamıyordum. İçimdeki avcı kuyruğumu ele geçirmiş halde onu bir kırbaç gibi şaklatıyordu. Bay Kuş’un kendisiyse bunu ya görmüyor ya da umursamıyordu. Muhtemelen ikincisi.

Böylelikle karşı karşıya oturduk. Avcı ve avcı. Katil ve katil. Sessiz ve sessiz. Fakat bilge ve sinsi. İşte burada fark yaratıyorduk. Ben otururken kuyruğumu ezilmesin diye elime almış, bacaklarımın üzerine doğru koymuştum. Bacaklar demişken… Şimdi birbirimize bu kadar yakından bakıyorken içimdeki sıkıntı ağzımdan ve kulaklarımdan taşacak raddeye gelmişti. Son zamanlarda gıdım gıdım yok olan özgüvenim Bay Kuş’un varlığıyla birlikte son darbesini almıştı. Huzursuzdum, güvensizdim. Tırnakları sökülmüş ve bir kenara atılmış yavru bir kedi gibiydim. Bay Kuş’un varlığı da tüm bu bunalımlı ruhuma her bakışta yeni bir tokat oluyordu.

Doğuştan kadın olan bende bile olmayan o kavisli dizler bir zamanlar erkek olan birindeydi. Oturuşu yırtmacını davetkarca kenara itmiş, böylece iyice canımı sıkmıştı. Benden daha ince olan bacakları yatağında akan bir su gibi, hiçbir engele takılmadan aşağı doğru süzülüyordu. Bir tek saç telleri erkek kalmıştı. Kalın telli, iri dalgalı o baykuşlara has kahverengilikteki saçları tepesinde topuz yapılmıştı. Güçlü ve durağandılar. Erkeklerin hep en çok saçlarını kıskanmışımdır.

Ben de dönmek istiyorum doktor. Eğer sonucu buysa beni de döndür! Kendi eksenimde bir tur atıp, kadın başlayıp kadın bitirmek istiyorum.

Gözlerim halen daha dumanlı teldeki gri, minik baykuşlardaydı. Dumanın süzülüşüyle aheste biçimde bir aşağı bir yukarı sallanıyorlardı. Gözbebeklerim ince birer çizgiye dönüşmüştü muhtemelen. Acıkmıştım. Dilimi farkında olmadan çıkarıp birkaç kez dudaklarımı yaladım. Baylığı terk edeli çok olmuş Bay Kuş, sonunda sıkılmış olacak ki burnundan sigara dumanını kaba biçimde bana doğru üfleyerek öksürmeme neden oldu.

“Neden yaptınız bunu şimdi?” dedim, öksürükler arasından. Gözlerim de eskiye dönmüş, fakat dumandan yaşarmıştı. Onların ardındaki kulübesine dönmüş olan avcı, son bir kez teldeki kuşlara baktı. Duman dağılmış, hepsi gitmişti.

“Buraya iş konuşmaya geldiğini sanıyordum? Eğer bir halt etmeyeceksen vaktimi çalmayı bırak ve konuş.” Sözleri beni açıkça tersliyordu, oysa ses tonu ta başından beri aynı sakinliği koruyordu. Tam söyledikleri gibiydi. Ne derse desin, kızması için hiçbir neden yoktu. Hem kontrol onundu, hem de zaman.

“Ben… birini öldürmenizi istiyorum.”

“Evet,” dedi derince iç çekerek. “Ama doğuştan bir avcı olan siz neden bana geldiniz?”

“Çünkü öyle bir ölüm olmalı ki ruhum bile duymamalı. Eğer bunu kendim yaparsam en başta kendi kendime haber vermiş olurum. Bu da her şeyi bozar. Hal böyle olunca, doğanın yarattığı en sessiz katile neden gelmeyeyim?”

Sözlerim doğruydu. Baykuşlar doğanın en sessiz katilleriydi. Ne benim gibi doğuştan avcı kediler, ne de bir başkası onlarla baş edemezdi. Uçarken, hedeflerine süzülürken bir çıt bile çıkarmazlardı. Kurbanın canını alıp giderlerken de belki doğanın kendisi bile uykusundan uyanmazdı. Dahası, haklıydım, çünkü benim bile ruhumun duymaması gerekiyordu. Eğer fark edersem kesinlikle vazgeçerdim. Kendimi iyi tanıyorum.

“O zaman kim?” O kavisli, mükemmel diz şimdi hareket etmeye başlamıştı. Bağlı olduğu bacağı aşağı yukarı sallıyordu. Sinirim bozuldu. Eteğimi kendi kemikli dizlerimi kapatacak biçimde çekiştirdim.

“Ben,” diyebildim tek seferde. Ancak sözlerin devamı içimden geldi. Huzursuzluğumu ve tedirginliğimi hissediyor musun? Ruh otelimdeki her oda dolu. Bana kendi bedenimde bile yer yok. Yer açmalıyım! Hayatta kalmalıyım. Nefes almalıyım! Kaybettiğim özgüveni ve öz saygımı düşürdüğüm yeri biliyor musun?

“Sıra dışı bir istek. Kaç canınız kaldı? Sizi birden fazla kez öldüreceksem fiyat da o kadar kez katlanır.”

“Geriye yedi canım kaldı, ama bu sorun değil. Bana sadece bir tanesini bırakın ve geri kalan hepsini tam şu anda, ben bu koltuğa otururken alın.”

Bay Kuş, bir süre sessizce durup beni izledi. Yerdeki çay birikintisi de eğlenmeyi bırakmış ve ahşap tarafından yutulmayı kabul etmişti. En sonunda konuştuğunda beklemediğim bir şey sordu, çünkü onun hakkında bildiğim yegane şey öldürüleceklere dair hiç soru sormamasıydı. Ne gerek vardı buna şimdi?

“Neden diye sorsam? Sakıncası olur mu?”

“Kendi zamanımı bitirmek için. Zamanın kendisine hükmedemeyeceğime göre, sadece benim için biçtiği uzunlukla oynayabilirim. Eğer benim için tükenir ve yaşamak için yalnızca bir şansım olursa tüm sıkıntılarımı bir kenara koyarım; anı yaşarım. Onca gereksiz canın kapladığı alanda sadece bana yer kalır. Hayat daha anlamlı olur ve-“

Kollarım ansızın çarmıha gerilmişçesine iki yana doğru savruldu. Bir hıçkırıkla cümlem yarıda kesilmiş ve o da yetmezmiş gibi, bir kuklacı iplerimi çekmişti. Öyle olmalıydı; yoksa neden kollarım ansızın böyle açılmıştı? Göğsümde yoğun bir acı vardı. Başımı eğip baktığımda yüzüm bir kadının saç fışkıran topuzuna gömüldü.

Yeniyordum. Keskin bir gaga göğsümü parçalıyor ve her adımda bir şeyi söküp yere atıyordu.

Bağırıyordum. Avazım çıktığı kadar, neden bağırdığımın bile idrakına tam varamadan bağırıyordum. Derken bağırışlarımı yavru kedilerin miyavlayışları doldurdu. Göğsümden sapır sapır kediler dökülüyordu. Gözleri hiç açılmamış ve açılmayacak, her renk yavrular yere düşüyor, düştükleri yerde acı acı miyavlıyordu.

Gaganın sahibi geldiği gibi bir hızla, aynı tekinsiz sessizlikle başını çekti ve yaşlı gözlerimin içine o düşük gözkapaklı, durgun gözleriyle bakarak koluyla ağzını sildi. Ağzının etrafına tüy bulaşmıştı.

Titredim. Tüm bedenim bir nöbete tutuldu. Öylece oturduğum yerde dakikalarca titredim. En sonunda kendime gelebildiğimdeyse kollarımı indirdim ve yerdeki altı ölü yavru kediye baktım. Son olarak da razı geldiğim katilime.

Dudaklarımı açıp titrek bir nefes aldım. Ruhumun her bir köşesini, zihnimin her bir tozlu girintisini yokladım. Bir şeyler yanlıştı. Eksikti. Evet, tam altı adet can benden sökülüp alınmış ve başarılı, koskocaman birer boşluk bırakmıştı. Fakat eksiklik onlarda değildi. Başka bir şey… Aradığım bir şey… Ama anlıyordum. Saniyeler geçtikçe her şeyin farkına varıyordum. Tüm o kirli girintilerde kurtulmak istediğim her şey aynen duruyordu. Söküp atmaya geldiğim altı alternatif hayatıma karşılık gelecek olan pervasızlıksa bir türlü gelmiyordu. Ona açtığım odalara yerleşmemişti.

Bay Kuş’a tükürükler saçarak bağırdım.

“Hiçbir işe yaramadı aptal kadın! Bütün sıkıntılarım, bütün hayal kırıklıklarım ve acılar ve mutsuzluklar hala orada!”

O ise hiç kırpmadığı gözlerini benimkilerden ayırmadan sigarasını yere atıp üzerine bastı.

“Yaramadı tabii. Söyleseydim inanacak mıydınız sanki? Ancak yaşanarak öğrenilecek bir şeydi bu. Hatayı yaptınız, cevabı kendiniz aldınız.” Başını yana doğru eğdi, “Yoksa bir baykuşun bilgeliğine güvenmiyor musunuz?”

Böylece Bay Kuş’un sözleri o küçük ağzından her çıkışında bende açtığı yeni boşluklardan geçip gitti. Yankılar yaparak geçtiler. Birkaç kelimesini sağda solda bırakıp gittiler.

Hazal Çamur

Sahi, kimim ben? Bir nefeste söyleyecek olursam: Kayıp Rıhtım Genel Yayın Editörü ve Yöneticisi, eleştirmen (gazetelerin kitap eklerinde de kalem sallıyorum), Oyungezer Dergi’de kitap köşesinin olmazsa olmazı, radyocu, Rıhtım videolarının yüzü, kimilerine göre “gıybetlimisss”, kimilerine göre eli kırbaçlıyım. Vesaire, vesaire. Gerçek hayatın sıkıcılığındaysa bilgisayar mühendisiyim, ama onu bilmeseniz de olur.

Bay Kuş” için 7 Yorum Var

  1. Kedi canını senin… Güzel olmuş. ‘bay kuş’ tam olarak canlandı gözümde. Ama dökülen canları daha soyut bir şeylerle mi anlatsaydın diye düşündüm. Yani hamileymiş hissi uyandı bende. Fazla açma arayı yine yaz 🙂

    1. Bir kürtaj etkisi uyandırıyor, değil mi? Aslında biraz vermek istediğim de oydu. Elbette karakter hamile değildi, ama bir bedende birden fazla can taşıyan bir canlının onlardan feragat etmesi de bana bir nevi kürtajmış gibi görünmüştü. Ben de böyle aktarayım dedim :). Ama eleştirini de yabana atmıyorum kesinlikle ^^. Biraz düşüneceğim daha soyut ne yapabilirdim diye.

      Çok teşekkür ederim yorumlara benim öykümle başladığın ve bu yorumu esirgemediğin için. Dilerim arayı açmam :D.

  2. Betimlemeler gayet yerinde ve zihinde canladırılacak nitelikte olmuş… Bilmiyorum, belki bir altmetin var mıydı hikayende Hazal abla ama bence “anı yaşamak, kendine zaman ayırmak” güzel bir ileti.

    Tasvir gücün çok kuvvetli. Ellerine, zihnine sağlık. Yeni hikayelerini sabırsızlıkla bekliyorum… 🙂 🙂

    1. Genelde öykülerimde bir altmetin yer alır. Seviyorum altmetni olan yazıları, o nedenle kendi kaleme aldıklarımda da bunu uygulamaya çalışıyorum. Ama okurun ne anladığı da benim için önemlidir. Açıkçası en genel anlamıyla altmetnimde bu dediğin mesajı vermeye çalıştım diyebiliriz. En azından bir okuruma mesajımı doğru aktarabilmişim gibi görünüyor :).

      Çok teşekkürler vakit ayırıp öykümü okuduğun, dahası yorum yapmaktan geri durmadığın için. Umarım beklentini boşa çıkarmam da yeni hikayelerde görüşürüz :).

  3. İşte bunu seviyorum! Normalde bir öykü ya da kitap okurken beğendiğim cümlelerin altını çizmek gibi bir huyum yoktur. O satırın tadını çıkarır, bir tebessüm eder ve okumaya devam ederim. Ama bu hikayeyi (ve yazdığın son öyküleri) okurken inan olsun koştura koştura bir kalem arayasım geldi. Sonra da “Ne yapıyorum ben, manyak mıyım?” diyerek beğendiklerimi tek tek kopyaladım bir belgeye. Ve ne oldu biliyor musun? Neredeyse yarısını kopyalamışım -_-‘

    “Hiçbiri birleştiğinde benimkini oluşturmayan harflerin arasında hayatta kalabilmek için didindim!”

    “Merak ediyordum, bu bakmalara doyulamayan katil kadın randevu saatimde neden beni karşılıyordu.”

    “Ben de dönmek istiyorum doktor. Eğer sonucu buysa beni de döndür! Kendi eksenimde bir tur atıp, kadın başlayıp kadın bitirmek istiyorum.” – (Efsane olmuş)

    Ve daha nicesi… Ama sadece süslü cümleler iyi bir hikaye ortaya çıkarmaya yetmez elbette. Okuyucuyu ele geçiren bir merak duygusu olmalı, bir konu (bir eleeemet dedim). Ne mutlu ki o da fazlasıyla, hem de en doyurucu şekilde vardı özenle ördüğün satırların arasında. Av-avcı ilişkisinden tut da baykuş ile kediye biçtiğin roller, onları hem insancıllaştırıp hem de doğadaki ruh hallerini koruman ve elbetteki en sonundaki yakarış.

    Belki alt metinlerini göremiyorum, sembolizm öğelerini yakalayamıyorum fakat bu tamamen benim eksikliğimden kaynaklanıyor. Ama buna rağmen öykülerini okurken çok keyif alıyorum. Ve bu bence güzel bir şey; çünkü her iki tarafa da hitap edebildiğin anlamına geliyor. Derin anlamları yakalayanlar daha çok keyif alıp haklı olarak havalarını da atabiliyorlar işte 🙂

    Kısacası senin tasvirlerini, betimlemelerini, kelime oyunlarını, o kafayı çalıştırtan cümlelerini… yani hikayelerini cidden çok özlemişim. Daha sık yaz lütfen 🙂

  4. Giriş kısmının bende heyecan yarattığını kesinlikle söyleyebilirim ki buradaki heyecan karakterin zihnimde yavaş yavaş şekillenmeye başlayan duygularıyla örtüşme eğilimi taşıyor.

    “İçimdeki avcı sonucu belirsiz bir mücadelenin galibini ilan etmeye çalışıyordu.” Gereksiz yerlere gereksiz şekillerde takılma gibi bir huyum var sanırım. Bunu bu öyküde yapmamaya söz vermiştim fakat kendim olmaktan da vazgeçemem sanırım. Buradaki cümleyi anlayabilmek için iki kere okumam gerekti. “İçimdeki Avcı sonucu belirsiz…” şeklinde devam etse veya “içimdeki acı, sonu belirsiz…” şeklinde devam etse biraz daha hoş olurdu sanki.
    “Bir kere son zamanlarda fazlaca dayak yemiş yüksek egomun (şu aralar alçak diyelim) tüylerini diken diken etmişti. ” Benzer bir şey burası için de geçerli. “Bir kere, son zamanlarda…”

    Giriş konuşması yeterince karanlık, yeterince gerçekçi. Öykünün kalan kısımlarındaki beklentilerimi düşürmekle kalmıyor(çünkü karakteri bir kere benimseyebildiğim zaman kalan kısımların o kadar da “betimleyici” olmasına ihtiyaç duymuyorum. Yazar, okuyucuda oluşturduğu bu düş sayesinde onda pek çok duyguyu kendiliğinden oluşturabiliyor zaten. Öyküyü okuyan, öyküyü yaşayan veya gözlemleyen oluveriyor) hali hazırda içime keyif zerk ettiği için öyküyü daha girişten sevmemi sağlıyor.

    “Sadece kuşlara has o imkansız açıyla çevirdi kafasını.” Imm, emin değilim ama sanırım “sadece” ve “has” kelimelerinin bu şekilde bir birliktelikte kullanılması anlatım bozukluğu yapıyor. Yine de, o yetinin nadirliğini vurgulama anlamında çok hoş bir tercih olmuş.

    “Ayların cabasını mahvetmek” minik bir yazım yanlışı:) sanırım.

    Öyküde pek çok yer takdiri hak ediyor fakat hepsine değinmem mümkün görünmüyor.
    Bay/bayan kuş konusundaki şaşkınlığı çok güzel ifade etmişsin. Bu tarz şiddetli şokları betimlemede veya temellendirmede sıkıntı yaşayan bir çok yazar var. Sendeyse, ustalık.

    ““Buraya iş konuşmaya geldiğini sanıyordum? Eğer bir halt etmeyeceksen vaktimi çalmayı bırak ve konuş.” ” Sanırım buradane anlatmaya çalıştığını pek anlayamadım. Zihnim bir şekilde “eğer bir halt etmeyeceksen… Vaktimi çalmayı bırak ve konuş.” diye tamamladı. Elbette, konuşma dışında bir şeyi yapıp yapmayacağını da soruyor olabilir “bir halt etmeyeceksen” derken. Emin olamadım.

    ““Kendi zamanımı bitirmek için. Zamanın kendisine hükmedemeyeceğime göre, sadece benim için biçtiği uzunlukla oynayabilirim. Eğer benim için tükenir ve yaşamak için yalnızca bir şansım olursa tüm sıkıntılarımı bir kenara koyarım; anı yaşarım. Onca gereksiz canın kapladığı alanda sadece bana yer kalır. Hayat daha anlamlı olur ve-“” Önceki kısımların hepsiyle birlikte, muhteşem bir kurgu. Farklı farklı yerlerden gelen temellendirmelerin çok hoş bir “kreasyonu”

    Ah, muhteşem bir öykü. Her yerini çok sevdim, her yeri gerçeklik duvarını örtmek için tam kıvamında renklerle harmanlanmıştı. Muhteşem bir resim.

    Teşekkürler derim. Uygun bir zamanda, diğer öykülerine de bakacağım. Daha fazlasını yazmanı(daha doğrusu, seçkide paylaşmanı) talep ederim.

    1. Merhaba :). Öncelikle değerli yorum ve eleştirileriniz için çok teşekkür ederim. Zaman ayırıp okumanızın yanı sıra, böyle uzun ve kaliteli de bir yorum yaparak bana çok şey katmışsınız. Ne hoş :).

      O zaman tek tek cevaplayayım izninizle. Ama baştan söyleyeyim, öykümü her ne kadar beni son derece mutlu eden bir oranda beğenmiş olsanız da, eleştirilerinizi de eksik etmemenizden ötürü minnettarım.

      – “Ayların cabasını mahvetmek”

      “ç” harfi koymamışım, inanamıyorum :D. Düzeltiyorum onu şimdi. Rezillik!

      – “Sadece kuşlara has o imkansız açıyla çevirdi kafasını.”

      Evet, burada yetinin nadirliğini vurgulamak için bu iki yakın anlamlı kelimeyi aynı cümle içinde kullanmıştım.

      – “bir halt etmeyeceksen”

      Bu kısımda “sadede gel” demek istiyordu karakter. Yani hık mık demeyi bırak da niye buraya geldin, onu söyle, demek istiyor. Ama kafa karışıklığı yarattıysa belki de bu açıklamada yazdığım gibi bir cümleyle aktarmam daha iyi olurdu.

      – “İçimdeki avcı sonucu belirsiz bir mücadelenin galibini ilan etmeye çalışıyordu.”

      Burada önerdiğiniz üzere “içimdeki acı” demek aklımdakiyle pek örtüşmüyor, fakat avcıyı Avcı şeklinde büyük harfle başlayarak yazabilirdim. O aklıma gelmemişti. Amacım, daha sonra kedini özünü taşıyan karaktere okuru hazırlamaktı. Merak uyandırmaktı. Elbette alternatifler her zaman var :).

      Yorumunuzun sonunda beni bir hayli mutlu eden övgüler dizmişsiniz. Çok teşekkür ediyorum.

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *