Edward hayallere dalmış, geçmiş günleri düşünüyordu. Birden aklına Katherine’le ilk tanıştıkları an geldi. Yüzünde bir gülümseme belirmişti ama aynı anda sanki o anı tekrar yaşarmışçasına üşüdüğünü hissederek battaniyesine sıkıca sarıldı ve kanepeye uzandı.
Hey Edward” diye bağırdı Katherine.
İrkilerek arkasına dönen Edward, “Adımı nerden biliyorsunuz?” dedi.
Memnun oldum, ben Katherine” diyerek gülümsedi genç kadın.
Kaşlarını çatan Edward tekrarladı, “Beni nerden tanıyorsunuz dedim.”
Şeyyy… bennnn… hımmmmm!” derken Katherine ellerini ovuşturarak ısınmaya çalıştı ve daha sonra kollarını birbirine kavuşturarak büzüldü.
Sırtındaki deri ceketi hemen Katherine’in üzerine giydirdi Edward, kolları dışarıda kalacak şekilde. Kendisi de çok üşümüş, yine de belli etmemeye çalışmıştı.
Teşekkürler…” dedi genç ve güzel kadın.
***
Kapının çalmasıyla aniden irkilen Edward uzandığı kanepeden fırladı. Doğruca kapıya yöneldi önce, sonra durakladı geri döndü ve elinde sıkıca tuttuğu gizemli aleti en değerli eşyalarını sakladığı kutuya koymak üzere odasına geçti.
Kapı aralıksız çalmaya devam ediyordu. Hızlıca elindeki gizemli aleti küçük kutuya, kutuyu da her zamanki gibi gizli kasasına koyarak tekrar kapıya yöneldi.
Kapıda hiç ummadığı biriyle karşılaştı. Gelen Katherine’nin alımlı kardeşi Lucy’den başkası değildi.
Nihayet!” dedi Lucy kapı açıldığında. Edward’ı, karşısında alnından damlayan terle gördüğünde etkilenmiş olmalıydı ki beden dilini gizleyememiş, ağzı açık bir şekilde Edward’a bakmaya başlamıştı.
Terlemişsin” dedi Edward’ı bakışlarıyla süzerek.
Mmmm… Hayallere daldım ve battaniyenin altında sızmışım” dedi Edward.
Bu sıcakta mı?” diyerek yanıtladı Lucy ve gülerek “Beni içeri davet etmeyecek misin?” diye sordu.
Edward’ın yüz kasları istem dışı da olsa karşısındakine uyum sağlarcasına gülümsedi ve Lucy’yi içeri davet etti.
Küçük ama lüks bir evi vardı Edward’ın. Lucy’yi hemen girişteki salona davet etti ve bir şey içip içmeyeceğini sordu.
Kahve lütfen” dedi Lucy. Edward “Hemen.” diyerek açık mutfağa doğru yöneldi, kahveleri hazırlarken sohbet etmeye de devam ettiler. Bir ara kahkaha sesleri yükselmişti ki yan komşu elindeki bastonla sertçe duvara vurarak onları uyardı.
Edward suratını asarak “Yaşlı bunak!” diye bağırdı duymasını istercesine yaşlı adamın. Lucy onu sakinleştirdi, aynı Katherine’in yaptığı gibi. Edward yüzünde bir gülümseme ile sanki Katherine’e tekrar kavuşmuşçasına sarıldı Lucy’ye, Katherine’i hayal ederek.
***
Bunakmış, hıh!” diye burnundan soludu Richard. “Sen kendine bak!” Odasında oturmuş bir yandan sessizliğin tadını çıkartmaya çalışıyor bir yandan da kitap okuyordu. Yaşlı ve yalnız bir adamdı Richard. Hayatından pek de şikayetçi olduğu da söylenemezdi. Ah bir de şu lanet komşusu bu kadar gürültü etmeseydi… Kahkaha seslerine aldırmadan kitabını okumaya devam etmeye çalıştı yaşlı adam. Okuduğu kitapta esrarengiz bir kahramandan ve onun gümüş pusulasından bahsediliyordu. Kitabın yazarı dünyanın en önemli bilim adamlarından biri olmasına rağmen kendini bu pusulayı bulmaya adamış bir gizemciydi aynı zamanda. Bilim adamı yönü bazen bu saçma şeyle uğraştığı için ona kızsa da içinden bir ses bu pusulanın gerçek olduğuna dair ona sesleniyordu adeta.
Amerika’nın çok tanınan bir üniversitesinde, akademik kariyerinin zirvesindeki bilim adamı tamamen bu işe adapte olabilmek için; kariyerini bile hiçe saymıştı. Ailesi yaptıklarına anlam veremiyordu. Ernest adındaki bilim adamı, evdeki çalışma odasından dışarı çıkmıyor, karısı ve çocuklarıyla bile ilgilenmiyordu. Hatta geçen gün küçük kızı Lisa’nın doğum gününü unutmuş, yine odasından dışarı çıkmamış, karısı kendisini çağırdığında da “Git başımdan!” diyerek onu kovalamıştı.
Richard kendini kitaptaki esrarengiz kahramanla özdeşleştirmiş, bir zamanlar gençliğinde yaptıkları gelmişti aklına. İşte tam da bu esnada kendini kitaba öylesine kaptırmış, o anı yaşıyordu ki, kapısı çalındı. Heyecanlandı ve “Bu saatte kim olabilir ki? Ayrıca benim kapımı kim çalar ki?” diye geçirdi aklından. Koltuğun kenarında duran bastonuna uzandı, terliklerini ayağına geçirdi, nefes alış verişi hızlandı ve kendini zorlayarak birkaç hamlede ayağa kalkabildi. Yavaşça kapıya doğru yürüdü, gözünü deliğe yaklaştırarak kim olduğuna baktı.
Genç bir kadındı bu, tanımadığı bir kadın üstelik. Çekinerek kapının koluna uzandı eli ve kapıyı açtı heyecanla.
Merhabalar” dedi yaşlı adam, “Kime bakmıştınız acaba?”
Lucy ben” dedi genç kadın; “Yan komşunuz Edward’ın arkadaşıyım. Sizden özür dilemeye geldim. Size kek ve sıcak bir de kahve getirdim, özrümü kabul ederseniz beni çok mutlu edersiniz. Bay…?” dedi ve elini uzatarak hafifçe öne eğildi sorar bakışlarla.
Richard” dedi yaşlı adam gülümseyerek. Kimse ona bu kadar sıcakkanlı davranmamıştı bugüne kadar. Üstelik bir de ona kek ve kahve getirmişti, tam da sevdiği gibi. Sade bir kahve, yanında kakaolu bir dilim kek. Her hafta sonu şehrin merkezindeki, evine de çok yakın olan Cafe Collette’e gittiğinde verdiği siparişteki gibi. Tekrar gülümsedi ve “Özrünüz kabul edildi bayan.” dedi yaşlı adam; “İçeri buyurmaz mıydınız?”
İçeri girdi Lucy. Yaşlı adamla kısa bir sohbet edip çıkmayı planlıyordu. Ancak gözleri bir şey arıyordu sanki. Ortalıkta onu göremeyince tedirgin olan Lucy tuvalete gitme bahanesiyle tüm evi dolandı ama aradığı orada değildi. Tedirginliğini örtmeye çalıştı ve yaşlı adamla biraz sohbetten sonra oradan ayrılarak Edward’ın yanına döndü.
Yaşlı adam çok da önemli değildi, bir şey anlamazdı ama Edward kurnazdı. Tedirginliğini ona belli etmemek için Edward’ın gözünü boyamalıydı. Kapıyı çaldığında Edward kapıda bitmişti hemen. Lucy gülümseyerek göz kırptı ve “Yaşlı bunak, ne olacak” dedi. Edward da kendi gibi düşünen Lucy’ye daha da yakınlaşarak dudağına bir öpücük kondurdu. Gülümseyen Lucy kendini biraz geri çekti. Bir müddet flörtleştikten sonra Lucy tekrar geleceğini söyleyerek Edward’ın yanından ayrıldı.
***
Birden yüksek bir patlama sesi duyuldu ve koşarak kaçan bir kadın “Yardım edin lütfen!” diye bağırdı, “İçerde hala birileri var ve yangın giderek büyüyor!” İtfaiyenin sirenleri arasında halktan biri de içeri doğru koşturdu koluyla ağzını kapatarak. Adam, kaçan kadına anlam verememişti ama içeride birileri, belki de çocuklar olabileceğini düşünerek yardım etme isteğiyle içeri girmişti. İçerisi çok sıcaktı ve her bir yandan alevler püskürüyordu. İçerden ağlama sesleri duyuluyordu. Küçük bir kız çocuğu sesi gibiydi bu, tam da tahmin ettiği gibi.
Bu esnada itfaiyeciler de gelmiş ve üst katlara yangın merdivenini dayamış, insanları tahliye ediyorlardı. Genç adam çocukların sesine doğru gitmeye çalışıyordu ancak önünü alevlerden oluşan bir bariyer kapatmış, tam üstünde bir dolabın ya da her ne zıkkımın parçasıysa işte bir tahta parçası alevler eşliğinde üzerine düşüyordu ki hızlı bir hamleyle kurtularak sola doğru döndü ve karşısında beliren kapının ardında birini buldu. Arkası dönük yere oturmuş ağlıyordu küçük kız. Omzundan tuttu küçük kızı, bir de ne görsün, elinde battaniyeye sarılı oyuncak bir bebek duruyordu. Anlam verememişti ama “Kardeşim” diye ağlayan çocuğu elindeki oyuncağıyla birlikte kucağına alarak dışarıya yöneldi. Alevler daha da büyümüştü ancak buradan çıkacaktı, başka çıkar yol da yoktu zaten. Yine evin ortasına geldiğinde alevden bariyerle karşılaştı, yapacağı tek bir şey kalmıştı, çocuğu ve oyuncağı kocaman kollarıyla sararak ve bir yandan da yüzünü kapatarak alevlerin içinden koşarak geçti. Büyük tehlikeyi atlattım diye düşünürken yine yukardan alev topu olmuş bir tahta parçasının düştüğünü fark etti, kendi etrafında hızlıca dönerek diğer tarafa bir adım attı, birden yanında bir siluet belirdi, bir itfaiyeciydi bu. Kolundan tutup yolu ona gösterdi itfaiyeci ve birlikte dışarı çıktılar.
Biraz önce yanından kaçarak giden kadını görür gibi oldu ama sağlık ekipleri oksijen bağlamak için onu ve çocuğu ayrı birer ambulansın içine bindirdiler. Gözleri kapanırken kadın siluetini çocuğun yanında görür gibi oldu ama daha fazla dayanamayıp bayıldı.
Kadın, “Kardeşini sana getireceğim Mary” dedi, elindeki oyuncağı yumuşak bir edayla kızın elinden almaya çalıştı ve sağlık ekibindeki adama “İyi olacak değil mi?” diye sordu. Adam gülümser bir tavırla “Merak etmeyin hanımefendi, tabii ki iyi olacak. O güçlü bir kız, baksanıza ne kadar da güçlü tutuyor oyuncağını!” dedi. Aynı onu kurtaran adam gibi Mary de daha fazla dayanamayıp gözleri yavaşça kısılarak uykuya daldı. Sağlık memuru “Buyurun hanımefendi, hastanede kaybolmasın. Sizin elinizde daha güvende olacağına eminim.” diyerek elindeki oyuncağı kadına uzattı. “Bu arada nesi oluyorsunuz?” Kadın sahte bir gülümseme ile “Teyzesiyim” dedi, içinden ise “Nihayet tekrar elimdesin” diye düşünüyordu.
***
Edward, Lucy’yi yolcu etmiş, yüzünde gülücüklerle oturuyordu, hala onun etkisindeydi. Katherine’i kaybettiğini unutmuş ona hem fiziken hem de ruhen çok benzeyen kardeşiyle mutlu olabileceği günleri düşünüyor gibiydi. Bir yanı tekrar Katherine’i hatırlattı ona ve yüzündeki gülümseme yerini umutsuzluğa ve acıya bıraktı. Ona Katherine’le tanıştıkları anı ve güzel günleri hatırlatan gümüş pusulayı almak için odasına geçti, üstünde Rembrandt’ın ünlü resimlerinden “Danae’nin” reprodüksiyonu olan gizli kasayı açıp pusulayı eline aldı yine. Metal aletin soğukluğu ona ilk tanıştıkları anı hatırlatıyordu hep.
Görevde olduğu günlerdi ve yine görev başında birilerini gözetlerken arkasından yaklaşan bu güzel kadının onu nereden tanıdığını öğrenmişti ve ona güveniyordu. Aslında Katherine de onun gibi bir ajandı ve bu başkan Aron’un planı dâhilinde bilerek Edward’a söylenmişti. Edward, Katherine’in gizli bilimsel araştırmalar yapan şirkete katılan yeni bir güvenlik ajanı olduğunu ve yeni bir görev aldığını biliyordu sadece.
Yeni bir görev almıştı Katherine, evet. Bu görevi tamamlarsa eline geçecek 3 milyon dolarla Mystland’da hayalini kurduğu fizik-kimya laboratuarını kurup hayatının geri kalanını orda geçirecek, yine hep hayali olan icatlarda bulunacaktı. Kendi ektiği tarladan topladığı sebzeler ve büyüttüğü ağaçlardan aldığı meyvelerle beslenecekti. Hatta belki birkaç keçi alıp onların sütünden de faydalanabilirdi. Bir yanıyla gerçek olduğuna inandığı mitolojideki, tanrılar tanrısı Zeus’un küçükken yetiştiği ormandaki yemek kaynağı da bu keçilerin sütünden başka bir şey değildi. Buraya olan hayranlığı daha önce aldığı bir görevle ilgiliydi. Zaten oldum olası doğayla iç içe yaşamayı istemişti.
Edward’ın çalıştığı kurum tarafından tüm bilgileri Katherine’e verilmiş ve ondan, Edward’ı bu işten uzak tutması istenmişti sadece. Görev Edward’ın ta kendisiydi. İş önemli bir işti ve Katherine’e verdikleri para devede kulak kalıyordu. Aslında Edward’ı bu işten uzak tutmak da görevlerin en önemlisiydi. Çünkü Edward gözü kara bir idealistti, bu da Aron’un hiç mi hiç işine gelmiyordu. Şirketin elinde gizli bir alet vardı. Bu alet şu an şirketin as elemanı olan Edward tarafından korunmaktaydı ve Ernest Crown isimli bir bilim adamı nasıl olduysa bu aletin peşine düşmüş, şirketin bilgilerine ulaşmış ve basın toplantısı yapacağı günü tüm basın organlarına bildirmişti. Yaptığı en büyük ahmaklık da buydu aslında. Bir bilim adamının zekâsına sahip olmasına rağmen bu detayı gözden kaçırmıştı.
Şirket hemen Ernest’ın peşine düşmüştü. Ya bilim adamını ve yaptığı tüm çalışmaları gizlice yok edecekler ya da onu gizli üsleri olan Greenville’deki karargâhlarına çekip kendi saflarına katmaya çalışacaklardı. Ancak ikincisi çok tehlikeliydi. Edward asla onu öldürmekten yana değildi ama şirketin başkanı birinci yolu tercih etmiş ve bilim adamının yok edilmesine karar vermişti. İşte tam da bu nedenle Katherine bu göreve seçilmişti. Uzun zamandır duygusal boşlukta olan Edward’ın kalbini fethedip elindeki pusulayı, yerine geçecek olan sahte bir pusulayla değiştirecekti.
***
Ernest eve giderken her zaman önünden geçtiği Cafe Colette’te yaşlı bir adamın önünde duran bir oyuncak bebeği görünce aklına çok zamandır boşlamış olduğu ailesi geldi. Üstelik karısını da terslemişti. Önce karısı Ann’i sonra küçük kızları Mary ve Lisa’yı düşündü. Geçen hafta kızı Lisa’nın doğum günüydü ve o ne kızının doğum gününü kutlamış ne de bir hediye almıştı. İyi de bugün günlerden pazardı ve hiçbir oyuncakçı açık değildi.
Oyuncak bebeği görünce aklına ilk düşen, bir hediyeyle kızının gönlünü almaktı ama aynı zamanda gördüğü manzara karşısında şaşırmıştı. Gördüğü yaşlıca bir adam cafe’de oturmuş kahvesini yudumlarken karşısındaki oyuncak bebeği masaya oturtmuş, onunla konuşuyordu. Oyuncak bebek önünde bir fincan kahve ve bir dilim kekle oturuyor, sanki gerçekten başını bir yana eğmiş yaşlı adamı dinliyordu. Yaşlı adam bir parça kek attı ağzına ve ardından kahvesini yudumladı. Ernest başını hızlıca iki yana salladı, elleriyle gözlerini ovuşturdu ve tekrar baktı masaya.
Kendini alıkoyamadı ve masaya yaklaştı Ernest Crown. Yaşlı adama kendini tanıttı ve adını sordu. “Richard Loneheart” dedi yaşlı adam. İçinden bu aralar pek bir mutluyum diye düşünüyordu. Ernest dayanamayarak sordu oyuncak bebekle neden konuştuğunu Richard’a.
Şeyyy…” dedi Richard. “Aslında uzun bir hikaye ama dinlemek isterseniz…” dedi çekinerek.
Tabii ki.” dedi Ernest.
Benim pek arkadaşım yok, yalnızım, ama bizim apartmandaki serseri komşum Edward’ın; ah şu velet yok mu, neyse onun kız arkadaşı arada uğrayıp hatırımı soruyordu. Adı Katherine… Geçen hafta o da uzaklara gitmesi gerektiğini söylemek için uğradığında tek arkadaşımı da kaybetmiş oldum. Yine de beni düşünmüş Katherine ve bu bebeği almış bana, onunla konuşabileceğimi, her istediğimi anlatabileceğimi, onun da ne söylersem söyleyeyim yüzündeki gülümseme asla kaybolmadan beni dinleyeceğini söyledi ve bana bu bebeği hediye etti” dedi. “Ben de her hafta yaptığım gibi cafe’ye gelirken arkadaşımı da getirmek istedim.” “İyi de…” dedi Ernest bilim adamı mantığıyla konuya yaklaşarak, “Bu kahve de neyin nesi ?”
Richard gülümsedi ve bir şey söylemedi.
Geç de olsa aklına bir fikir gelmişti Ernest’ın. Ne de olsa o da insandı, bir kalbi vardı. Her ne kadar bilim adamı olsa ve duygusal yönü pek az gelişmiş olsa da birden yeni bir buluş yapmışçasına haykırdı. “Sana bir teklifim var Richard. Şimdi sen bana bu bebeği ver, ben de sana her pazar bu cafe’de iki küçük tatlı kızla sohbet etme keyfini” dedi.
Richard önce duyduklarına inanamadı. Zaten tek arkadaşı olan bu bebeği daha henüz tanıştığı bir adama mı verecekti? Ama biraz düşündükten sonra “İki küçük kız…” dedi “Sizin kızlarınız mı?”
Tam üstüne bastın yaşlı dostum” diyerek gülümsedi Ernest. “Mary ve Lisa Crown, yeni arkadaşların…”
Richard henüz yeni kavuştuğu arkadaşını kaybetmenin hüznünü ve yeni tanışacağı iki küçük arkadaşının mutluluğunu aynı anda yaşıyordu. Önündeki pazar gününü iple çekiyordu şimdiden.
Eve vardığında küçük kızı Lisa’nın gönlünü almayı başarmıştı Ernest. Karısı ona çok kızsa da, kocasının onu ve çocukları umursamaz tavırlarını bir kenara bırakma kararı almıştı. “Aslında o da bizi çok seviyor.” diye geçirdi karısı aklından, “Ama sevgisini göstermeyi bilmiyor. Ayrıca kendini işine adamış bir bilim adamı olarak tanıdım ben onu, sevdim.” diye geçirdi aklından ve sarıldı kocasına. Mary de katıldı bu kucaklaşmaya ve ailecek sarıldılar.
***
Greenville’deki karargâhta Katherine, Aron ve on iki adamı oturmuş düşünüyorlardı. Dünyada eşi benzeri olmayan bu pusulayı acaba Edward’dan alıp yine Edward’ın çok yakınındaki komşusu Richard’a vermeleri iyi bir plan mıydı? Gerçi Richard’ın bundan haberi yoktu ve doğru düzgün arkadaşı olmayan yaşlı adam için iyi bir arkadaş olduğundan bu bebeğe kendi çocuğu gibi sahip çıkacaktı Richard, ayrıca Edward o yaşlı adamı hiç mi hiç sevmiyordu ve yıllardır aynı apartmanda yaşamalarına rağmen henüz bir kere bile ziyaretine gitmemişti. Üstelik pusula oyuncağın içinde gizliydi, asla pusulayı bulamazlardı.
Gelelim şu lanet bilim adamına” dedi Aron.
Merak etme.” dedi Katherine. “O odasından dışarı çıkmıyor ki.”
Masaya sertçe yumruğunu vuran Aron, “Bazen beni çok kızdırıyorsun Katherine” dedi. “Odasından çıkması gerekmiyor ki. Herif lanet olası bir hacker. Odasından çıkmadan tüm bilgilerimize ulaşacak kadar zeki.”
Katherine susmuştu ve Aron’un düşünceli gözlerine bakıyordu.
İnsanların hayatta hep aradığı şu lanet sorunun cevabını bulacağı, onlara hayatının yönünü, hayatta ne yapmaları gerektiğini gösteren bu pusulayı 1945 yılında düşen bir UFO’da bulmuştu Aron. Pusula bunu yaparken aynı zamanda da gelecekte olacak bazı gelişmeleri de haber veriyor ve çalışmalarda da onu kullanan kişiye yardım ediyordu. Tam bir yol göstericiydi. Ve Aron’a bir yol çizmişti pusula. Hayatının uzun mu uzun olacağını ve birçok gizli bilimsel araştırma yaparak insanlığa çok büyük katkıları olacağını söylemişti. Ama insanlığa katkıda bulunurken bazen kendi gibi bilim adamlarını yok etmeyi hiç hesaba katmamıştı. Pusulaya sahip olmanın yarattığı bir bencillikti bu.
Aslında en az Edward kadar o da bilim adamının ölmesindense ekibe katılmasını tercih ederdi ama bilim adamı basını işin içine katmıştı, belli ki bulduğu şeyi öğrendiğinde bunun şöhretini elde etmek isteyen Ernest hep bir risk taşıyacaktı. Ok yaydan çıkmıştı bir kere!
***
Lucy, Edward’ın yanından ayrılır ayrılmaz düşüncelere dalmıştı. “Yaşlı adam neden hayattaki yegane arkadaşını kaybetsin ya da her ne yaptıysa” diye sordu kendine. Belki de gözünden kaçmıştı. Çok da dikkatli bakmıştı her yere ama tabi ki yatak odasına detaylı bakamamış, yakalanmamak için sadece kapıdan usulca göz gezdirmişti.
Belki de adam Lucy geldiği için yegane arkadaşını gizlemişti ona kapıyı açmadan hemen önce. “Bir yabancıyım ne de olsa” dedi kendi kendine. Ama adam yaşlıydı ve o kadar hızlı hareket etmiş olamazdı. “Belki de koltuğunun altına saklamıştır.” diye geçirdi aklından. Şüpheci bir kadındı Lucy, her detayı düşünür, değerlendirir ve ona göre karar verirdi.
Aklından geçirdiği şey Aron’u aramaktı aslında ama ortalığı kızıştırmak istemiyordu. Ablasını ararsa da bu Aron’un öğrenmesi demekti. Katherine sadık biriydi. Ne olursa olsun hemen Aron’a söylerdi.
Biraz düşün!” dedi kendi kendine.
***
Saat iki sularıydı. Lucy gecenin karanlığında çok iyi bildiği apartmanın önünde çöp kamyonunun gelip çöpleri almasını bekliyordu. Birilerine yakalanıp işleri daha da berbat etmek istemezdi. Uzaktan farlarıyla birlikte çöp kamyonunun geldiğini gören Lucy ağacın arkasına gizlendi. Görevli çöpleri lanet okuyarak aldıktan sonra şoför hızlıca gaza bastı ve kamyon gözden kaybolana kadar Lucy hareket etmedi.
Kamyon gittikten sonra harekete geçti. Saat 5:30’a kadar bir aksilik olmadıkça apartmanda bir hareket olmazdı. Saat 5:30’da en üst kattaki genç bir adam, şehrin öbür yakasındaki işine gitmek üzere kalkar, hala havanın kör karanlığından olsa gerek ışıkları yakar, elini yüzünü yıkar ve kahvaltısını yaptıktan sonra saat 6:00 gibi apartmandan çıkar, yola koyulurdu.
Dersine iyi çalışmıştı Lucy. Detaycı kişiliği onu şirketin araştırmacısı yapmıştı ama bu diğer hünerlerini kullanmaması gerektiği anlamına gelmiyordu. Küçükken babasından öğrendiği teknikle açamayacağı kapı, kilit yoktu. Doğruca yaşlı adamın dairesine yöneldi. Aynı apartmanın kapısını açtığı gibi sessizce ve kısa bir sürede dairenin de kapısını açmıştı. Bu sefer daha dikkatli araştıracağım dedi kendi kendine. Ama eğer umduğu gibiyse yani yaşlı adam ondan; bir yabancıdan gizlemek için sakladıysa, ben gidince ulu orta bir yere koymuştur diye düşündü, belki de başucundadır.
Kahretsin!” dedi adama zarar vermeyi hiç düşünmüyordu ama her şeye hazırlıklıydı. Gerçi her halükarda yine de kötü bir şey yapmayacaktı. Sadece adamın uzun zamandır olmadığı kadar deliksiz bir uyku uyuması için yanında koklatmak için bir kimyasal getirmişti. Bu kimyasal eter değil tamamen başka bir kimyasaldı. Şirketin bir araştırması sonucu keşfettikleri özel bir kimyasaldan başka bir şey değildi bu. Eter’in bazı yan etkileri vardı. Bu kimyasalda ise uykuda olan birine koklatıldığında farkına bile varmadan anestezi etkisini gösteriyor, daha uyanamadan kişi derin bir uyku haline geçiş yapıyor ve uyandığındaysa hiçbir şey hatırlamıyordu. Sadece uzun zamandır böyle uyumamıştım diyerek keyifle uyanıyordu koklatılan kişiler. Hatta tıpta uyku problemi yaşayanlar için tablet olarak da kullanılıyordu. Patenti ve marka tescili de Aron’un şirketinin üstüneydi. Tabi kimyasal sıvı hali şirketin kendi amaçlarına yönelik kullanılması için piyasaya sürülmemişti.
Adamı uyuttuktan sonra Lucy yine de komşuların duymaması için sessizce hareket ederek evde oyuncağı aramaya koyulmuştu. Hala oyuncaktan bir iz yoktu ama Lucy’nin gözüne yeni yazıldığını tahmin ettiği bir mektup sayfası ilişti ve yanında bembeyaz bir zarf vardı. Şaşkınlıkla zarfa bakarken Lucy hiç akrabası ve arkadaşı olmayan biri kime mektup yazar ki diye düşündü.
Pek sevgili arkadaşım” diye başlıyordu mektup ve belli ki oyuncağa yazılmış bir mektuptu bu. Hızlıca göz gezdirerek anlamıştı. “Kahretsin!” dedi. “Oyuncağı lanet olası bilim adamına mı vermiş. Bu imkansız. Bilim adamı yıllardır aradığı pusulayı ele geçirdi ama farkında değil. Kahretsin!”
Mektupta oyuncak bebekten onu bir başkasına verdiği için özür diliyor, ama ona yaşıtı bir arkadaşın var artık diyerek daha mutlu olacağını temenni ediyordu. Üstelik her pazar yeni arkadaşlarıyla birlikte onu da göreceğini söylüyordu. “Ve yine kahvelerimizi yudumlarken hep birlikte sohbet edeceğiz… “
***
Zaten planda bilim adamını öldürmek vardı ve artık Aron’ı gelişmelerden haberdar etmek kaçınılmazdı. Lucy apartmandan ayrıldığında bunları düşünüyor ve bütün bu olanları Aron’a nasıl anlatacağını planlıyordu, onu kızdırmadan.
Mümkün değil!” dedi kendi kendine, mutlaka kızacaktı ama pusulayı oyuncağın içine saklamak ve oyuncak bebeği Richard’a vermek, onun değil ablasının planıydı. “Fazla gecikmeden yanlarında olmalıyım ve yüz yüze anlatmalıyım” dedi.
Ertesi sabah infaz günüydü. Lucy, Greenville’in bağlı olduğu Sciefish kasabasına kalkan ilk trene yetişmek için ayakkabılarının iç yanlarındaki düğmelere bastı. Ayakkabılarının altındaki silikon tekerlekler çıktı dışarıya ve yine ayakkabının önünden yolunu aydınlatan küçük led farlar da devreye girmişti.
Kısa süre sonra tren garına yaklaştığında ayakkabılarını eski haline getirip yürüyerek tren garına girdi ve “Sciefish’e bir bilet lütfen.” dedi memura. Trenin kalkmasına yirmi dakika olduğunu fark ettiğinde karnı da gurulduyordu. Gülümsedi ve tekrar garın içine girip bir soğuk sandviç aldı.
***
Katherine yeni uyanmıştı ki, Aron’un alışık olduğu yüksek sesini duydu. “Hey millet kalkın artık hadi, bugün büyük gün…” Adamlarının iniltileri ve homurdanmaları eşliğinde ve yüzünde aksi bir tavırla koridoru geçti Aron.
Katherine her zamanki gibi uyanır uyanmaz önce bir bardak suyunu içmiş sonra odasının penceresini açmış ve sigarasını yakmıştı. Kahvaltı etmiyordu pek, hoşlanmıyordu kahvaltı etmekten. Aslında dengeli beslenmesi gerektiğini biliyordu ama bu aralar bu konuya pek önem veremiyordu. Yine görev bitince alacağı 3 milyon doları ve Mystland’ı hayal etmeye dalmıştı. Odasının kapısının çalındığını duyunca şaşırdı. Çünkü sabahları sinirli oluyordu ve kapısının çalınmasından hoşlanmadığını biliyordu herkes. Evet, büyük gündü bugün ve Aron olmalı diye düşündü. “Geliyorum Aron…” diye bağırdı sigarasını söndürürken.
Kapıyı açtığında ve karşısında uykulu gözlerle kardeşi Lucy’yi gördüğünde endişeli bir tavırla “Nerelerdesin Lucy, dünden beri sana ulaşmaya çalışıyoruz.” dedi. Lucy “Sessiz ol” diyerek onu uyardı ve bir bir yaşadıklarını anlattı. Aron’a anlatması gereken tüm detayları ablasına aktardı, ne de olsa plan Katherine’e aitti ve plandaki aksamayı onun söylemesi daha doğruydu. Katherine çok sinirlenmiş, adamın oyuncak bebeği bir başkasına, üstelik de şu bilim adamına vermiş olmasına lanet okuyup duruyordu ki kapı tekrar çalındı. Gelen Aron’dı bu sefer. Katherine’ın durduk yerde küfür etmeyeceğini biliyordu ve bir aksilik olduğunu anlamıştı.
Yine ne oldu?” diyerek bağırdı kapı açılırken. Katherine başı hafifçe bir yana eğilmiş dişlerini sıkmış dudaklarını ısırıyordu ki tekrar sesini yükselten Aron “Yine ne oldu dedim sana” diyerek haykırdı. Katherine, Aron’ı sakinleştirmeye çalışarak çok da önemli bir şey olmadığını söyledi. Zaten plan belliydi. Lanet olası bilim adamının evine gidip yangın süsü vererek onu yok edeceklerdi. Kendi geliştirdikleri, otopside anlaşılmayan bir zehirle öldüreceklerdi. Vücudun yangın sonrası ölümlerde verdiği tepkimeyi veriyordu bu zehir. Sadece göreve basit bir detay daha eklendiğini söyledi. “Oyuncak” dedi “Ernest’ın kızının elinde. Ama içinde ne olduğunun farkında değiller. Sadece bir oyuncak bebek onlar için ve yangından ilk kurtarılacak bir oyuncak bebek” diye ekledi sırıtarak.
Lucy bunu ufak bir detay olarak gören Katherine’e şaşkınlıkla bakarken, Aron’da ellerini sinirlice ovuşturmakla meşguldü ve düşünüyordu. Hesaba katmadıkları bir şeydi bu ama Katherine’in dediği gibi sadece ufak bir detaydı. Aslında buna çok kızması gerektiğini düşünüyordu içinden ama Katherine sanki yine onu sakinleştirmeyi başarmış ve bunun çok da önemsizmiş gibi anlatarak işi basitleştirmişti adeta. Gülümsedi ve Katherine’in sırtına vurdu.
Onu istiyorum, ayrıca Ernest’ın yok edilmesini! Ama o küçük kızlara en ufak bir zarar gelirseee…” durakladı ve kendi küçük kızını hayal etti, ondan çok uzaklardaki ayrıldığı karısı ve küçük kızı Mia’yı.
***
Görev tamamlanmış ve Ernest yok edilmişti. Katherine elindeki oyuncak bebeği Aron’a verip hak ettiği 3 milyon doları almak için sabırsızlanıyordu. Edward onun diğer görevdeyken öldüğünü düşünüyordu ve asla yaşadığını öğrenemeyecekti. O Mystland’da hayalini kurduğu kendi laboratuarında çalışırken, Edward ne yapıyor olacak diye düşündü.
Bir yanı üzüldü onun için. Edward’ı kandırmış ve kendine aşık etmişti ama bu onun kanında vardı. Babası da bir gangsterdi ve kardeşi Lucy ile onu her şeye hazırlıklı olarak yetiştirmişti kendilerini koruyabilmeleri için.
Katherine, trene binerek şehirden uzaklaştığını ve liman kenti olan Symra’ya vardığında bineceği gemiyi hayal ediyordu. Tren garında bankta oturmuş trenin gelmesini bekliyordu. Bir hisse kapıldı birden, sanki tanıdık birileri vardı etrafında ama hiç kimseyi beklemiyordu ki. Gideceği yeri sadece kardeşi Lucy’ye söylemiş ama onunla da vedalaşmıştı. Ayağa kalkıp gelen trene doğru yürürken kapıldığı hisse dayanamayıp arkasına döndüğünde Edward’ı karşısında göreceğini hiç ama hiç düşünmemişti…
İsimlerin İngilizce olması, zaten oldukça karmaşık olan kurguyu, tam olarak anlayamama sebep olmuştu; ancak, öykünün sonlarına doğru olayları güzel bağlamışsınız. Bir kaç anlatım hatası vardı. Mesela, iki üç yerde hep “ilk tanışma”yı kullanmışsınız, burada mantık hatası var. Ve öykü, gümüş pusuladan çok, aşk temalı gibi geldi ama onu yorumlamak bana düşmez tabi, sizin bileceğiniz iş. =)
Öykünüzü sevdim gerçekten, bir çırpıda okuyuverdim, ellerinize sağlık 🙂
Selamlar animania;
Bu senin ilk uzun soluklu öykü denemen, bunu biliyorum. O yüzden ağır eleştiri toplarımı bu kez geriye çekiyorum 🙂
İtiraf etmem gerekir ki hikayeni ilk okuyuşumda konuyu çok da iyi kavrayamamıştım. Sonuna geldiğimde kafamda pek çok soru işareti kalmıştı. Fakat ikinci okuyuşumda neyin ne, kimin kim olduğunu bildiğimden taşlar yerine daha iyi oturdu. Bu bana ilk izleyişte anlaşılmayan, ancak ikinci bir kez izlenirse anlaşılan filmleri anımsattı. Böylece ayrı bir haz almış oldum bu hikayenle…
Daha önce de belirttiğim gibi tırnak işaretlerine özel bir dikkat göstermen gerekiyor. Zamanla alışırsın, endişelenecek bir şey yok.
Umarım bu hikayen uzun soluklu bir yazın serüveninin başlangıcı olur senin için. Ellerine sağlık ve seçkiye hoş geldin…
FreshBlood çok teşkkür ederim. Mit’in de dediği gibi bu ilk hikayem, umarım yazdıkça daha da iyi şeyler çıkartacağım diye düşünüyorum. Ve bu gelişme sizin eleştirilerinizle olacak. Yabancı isimler kendiliğinden çıkıverdi bir dahakine belki de türkçe isimler yazabilirim bilmiyorum. Aşk temasının daha çok olması konusuna gelince henüz yeni bir ayrılık yaşadığımdan olsa gerek diye düşünüyorum 🙂 Zaten fantastik edebiyatla da yeni yeni tanışıyorum. Sizin gibi arkadaşlarla bir arada olmak güzel. Eleştirilerinizi her daim bekliyorum.
Mit, sevgili dostum, ilk yazım ve senin sayende tanıştığım kayıp rıhımda dolaşırken, kimi zaman ılıman, kimi zaman soğuk, kimi zamansa fırtınalı gecelerin yaşanacağı bu rıhtımda yalnız olmadığımı bilmek ayrıca iyi. Yorgun da olsa bir savaşçının omzumun dibinde olması çok rahatlatıcı. 🙂 Herşeye rağmen keskin eleştirilerini bekliyorum.
Teşekkürler …
Seçkide okuduğum ilk öykü 🙂 Çok güzeldi. Öykünün yapboz gibi tamamlanması
bana Lost dizisini anımsattı. Başarılarınız devamını dilerim…
metis güzel yorumun için teşekkür ederim.
Uzun zamandır yazamıyordum. yazmayı bırak okuyamıyordum.
nekahat dönemi bitiyor yavaş yavaş …