Öykü

Palyaço Değildi

10 Eylül 1905

Münih’ten Strazburg’a etrafı dumana boğarak ilerleyen, adeta demirden dökülmüş bir canavar gibi soluyan trenin içinde esmerliği ve cüssesi ile dikkat çeken bir adam oturuyordu. Omuzları geniş, göğsü dışarda, bıyıkları yukarı kıvrılmış bu adamın adı Aziz’di. Kalıplı vücudu, bilet aldıktan sonra kalan son parasıyla aldığı takımını tam dolduruyor, vücut hatlarını trendeki Alman hanımlara sergilemesini sağlıyordu.

Yasaklı yayınları gizlice dağıtması sebebiyle jurnallenince, Bulgaristan üzerinden, Abdülhamid yönetiminden kaçmıştı. Ne nüfus tezkeresi ne sınır geçti belgesi vardı. Münih’te bir bodrum katında yaşayan, Fransa’ya kaçak girmek isteyenlere uygun ücret karşılığında sahte belge yazan bir Yahudi ile tanışmıştı. Fransa’daki Genç Türk Cemiyeti’nin yanına gidip iş bulmaya çalışacaktı. Sahte belgelerini elinde sımsıkı tutmuş, camdan Bavyera çayırlarını seyrediyordu. Çayırların arasında tek tük çiftlik ve alp dağlarının uzantısı tepelerin ardından tren, istasyonda durdu. Alsas-Loren bölgesinde sınır kontrolleri artmıştı. İki üniformalı Alman gümrük görevlisi başlarında bir sınır inzibat subayı ile tek tek kompartımanlarda dolaşıyor, insanları süzüyor, bazılarının evraklarını inceliyorlardı.

Sıra Aziz’in bulunduğu kompartımana gelince hem esmerliğinden Alman olmadığı anlaşılan hem de cüssesiyle dikkat çeken Aziz’in, bu kartal bakışlı memurların nazarından kaçamayacağı belliydi. Aziz’in korktuğu başına geldi ve sahte evraklarıyla yakalandı. Gerisingeri Münih’e gönderilmiş, bir süre tutuklu kaldıktan sonra sokağa salınmıştı. Artık Münih sokaklarında avare dolaşan bir devdi.

Beş parasız sokakta kalan Aziz, olayları takip eden birkaç gece çevre çiftliklerin ahırlarında uyudu. Açlıktan karnı sırtına yapışmış, fırınların pastanelerin önünden yürürken kendinden geçiyor sonra karnı guruldayınca yüzünde acı ifadesiyle amaçsız dolaşmaya devam ediyordu. Belki bu durumdan kurtulmasına yardımı dokunacak bir iş bulur umuduyla şehir meydanına doğru yürümeye başladı. Her birkaç yüz adımında insan sesleri şiddetleniyor, kalabalık artıyordu. İnsanlar “Viktualienmarkt” denilen bir pazara gidiyordu.

Sokakta ilerledikçe gözüne bir adam ilişti. Beyaz çizgili siyah takımının kuyruğu sağa sola savruluyor, önünden geçenlere bakıyor, bir şeyler söylüyordu. Konuştukları insanlar bazen onu ittiriyor, bazıları ise onu görünce ondan uzaklaşıyordu. Yaklaştıkça adam Aziz’in kalabalık arasında yükselen cüssesini fark edip konuşmakta olduğu insanlara ilgisini kaybederek ona doğru koştu. Önünde durdu, takımı gibi çizgili uzun şapkasını çıkarıp hemen bir reverans yaptı.

“Kudretli beyefendi, bu kadar heybetli bir vücutla doymak zor olmalı. Kumpanyamıza katılıp boyunuzu ve gücünüzü göstererek para kazanmak ister misiniz?”

“Kumpanya mı? Ne kumpanyasıymış bu? Hele önce sen kimsin adını söyle.”

“Circus Dau kumpanyası kudretli beyefendi. Halka para karşılığı gösteriler yaparız. Ben de Carl Dau, kumpanyanın direktörüyüm. Sizin gibi bir adamın kuvvetini sergilemesine bayılırlar. Çok ünlü olursunuz.”

“Ne yani beni soytarıya mı çevireceksin?” diye gürledi Aziz. Bıyıkları öfkeden yıldırım düşmüş gibi dikeldi.

Adam hemen eğilip bükülerek. “Hayır beyefendi sizin gibi kudretli birine bu büyük saygısızlık olur. Daha çok zorbaz veya gürzbazlar gibi güç gösterileri yapmanız uygun olacaktır.”

Aziz bir an duraksadı. Bu işle hem para hem de ün kazanabilirdi. “Tamam aklıma yattı. Yalnız bir şartım var. Kalacak yere ve yemeğe ihtiyacım var.”

“Tabii kudretli beyefendi, siz onları hiç düşünmeyin. Gelin hatta hemen şuradaki pastaneden karnınızı doyurun. Bu arada adınızı bahşetmediniz?”

 

25 Eylül 1905

Sirk direktörü adam, Aziz’e kumpanyada bir oda ayarlamış, gösteri kıyafetleri ve demirden ağırlıklar, devasa gülle ve gürzlerden oluşan malzemeleri vermişti. Her gün Aziz’i ziyarete gelip bir hafta sonra düzenlenecek Oktoberfest’e hazır olup olmadığını kontrol ediyordu. Aziz, başını sokacak bir çatı ve karnını tok tutacak bir iş bulmuştu. Tüm konsantrasyonunu yapacağı gösteriye vermiş ağırlık çalışmaktaydı.

Festival günü geldi, sirk çadırı kuruldu, biletler sokaklarda satıldı, kalabalık toplandı. Önce sirkin tavanına gerilen halatta cambaz, lobutlarını çevirdi. Bir deri bir kemik adam o kadar yukarıdan düşse bile bir tüy gibi yavaşça yere konardı. Bu zayıflığına rağmen ipin üstünde hem esnekliğini hem cesaretini konuşturdu. Sonra asker üniforması ve gür sakalıyla aslan terbiyecisi geldi. Kırbacını şaklattıkça yanındaki aslan kedi gibi uysallaşıp, adamın emrettiği otur, kalk, yat gibi hareketleri yaptı. Ardından Aziz sahneye çıktı. İzleyicilerin arasından uzun boylu bir adam seçip, yerdeki en hafif ağırlıklardan birini kaldırmasını istedi. Adam nazikçe denedi ağırlığı kıpırdatamadı. Sonra kollarını sıvadı iki eliyle ağırlığı tutup bacaklarından güç alarak kaldırmaya çalıştı. Kıpkırmızı olan yüzüne rağmen ağırlığı ancak bir iki santim kıpırdatabildi. Aziz daha fazla debelenmesine izin vermedi, onu tekrar seyircilerin arasına yolladı. Kendisi ağırlığı tek eliyle kafasının üstüne kaldırdı. Küçük bir topla oynar gibi atıp tuttu. Daha ağır gülleleri ensesinde dengede tuttu, devasa metal gülleleri savurdu durdu. Her başka hareketinde seyirciden daha şiddetli bir alkış aldı. Aldığı bu övgüler onun göğsünü iyice kabarttı, özellikle de genç hanımlardan duyduğu şaşırma nidaları kulağında yankılanıp durdu. Gösterisi bitince sahneden indi.

Aziz’den sonra sahneye bembeyaz boyanmış, kırmızı burnu, kızıl saçları ile sirkin palyaçosu çıktı. Sahneye bir adet de ayna getirmişti palyaço. Aynayı seyircilere çevirdi ve tek tek ön sıradakilerin suratlarına tuttu. Sonra kendi baktı aynaya, abartılı bir şaşırma nidası patlattı. Aynadaki yansımanın gözükeceği şekilde yere sabitledi ve tekrar karşısına geçti. Aynada palyaço gözükmüyordu. Sadece giydiği püsküllü kıyafeti vardı. Ne kafası ne elleri aynadaki yansımada yoktu. Sanki kıyafeti bir hayalet giymişti de havada asılı duruyordu. Bütün izleyiciler şaşkınlık içinde önce aynaya sonra palyaçoya tekrar tekrar baktılar. Ardından bir alkış tufanı.

Sirkte gösteri bitti, seyirciler devasa çadırdan ayrıldı. Sirk direktörü gösteri yapan kumpanyasını yanında topladı hepsini tebrik etti. Bilet satışından onlara düşen payı dağıttı. Her parasını alan çadırdan ayrılıp dışarda devam eden festivale katılmaya gitti. Sadece palyaço parasını alıp çadırda beklemeye devam etti. Palyaçonun gösterisine aklı sır erdiremeyen Aziz usulca çadırda kalan adama yaklaştı.

“Hey! Şu aynalı numaranı nasıl yaptın anlat bakalım.”

“Numara mı?”

Palyaço sırıttı. Aziz’in kalın ensesindeki tüyler ürperdi. Biraz ilerde duran aynayı aldı Aziz’in suratına tuttu. Aynada Aziz’in terli suratı ve kıvrılmış bıyıkları belirdi.

“Sen şimdi aynada kendini mi gördüğünü sanıyorsun?”

Aziz duraksadı.

“E-evet.”

Palyaço aynayı indirdi.

“İnsanlar seni sevdi değil mi? Birkaç demir parçasını attın tuttun, alkışını aldın. Böyle de devam etsin istiyorsan benim işime burnunu sokma. Yoksa seninki de benim burnum gibi kırmızı olur.” diyerek burnunu işaret etti.

Aziz irkildi. Terslenmek hoşuna gitmedi. Burada kalıp palyaçoyla laf dalaşına girmeye niyetliydi ama içine tuhaf bir üşüme çöktü. Çadırın karanlığından çıkıp ısınmak, bir şeyler yemek istedi.

“Peki sen bilirsin.” diyerek çadırın dışına yöneldi.

 

13 Nisan 1906

Bahar Almanya’ya serilmiş. Münih çayırları yemyeşil çimenler ve rengârenk patlamış çiçek tomurcukları ile kaplanmıştı. Sirk çadırının etrafı otlarla kaplanmıştı. Baharın getirdiği huzur sabahın ilk ışıklarıyla yükselen tiz bir kadın çığlığı ile kesildi.

Sirk kumpanyası çadırdaki odalarından çıkıp hemen sık otların arasına doğru koştular. Önce aslan terbiyecisi sonra Carl en sonda Aziz ulaştı olay yerine. Pazarcı kıyafeti giymiş bir kadın otların arasında durmuş bir yere bakıyordu. Kadına yaklaşıp ne olduğunu anlamaya çalıştılar. Kadının gözleri faltaşı gibi açılmış, bir yere kilitlenmişti. Birkaç metre uzakta bir şey otların arasındaydı.

Sirkin cambazıydı bu. Halatın üstünde rüzgâra kapılacakmış gibi ince bedeniyle akrobatik hareketler yapan adamı suratından tanıdılar. Zayıf vücudu değişmiş, bozulmuştu. Sanki derisi ile kemikleri arasında hiçbir şey kalmamıştı. Derisi buruşuk ve bembeyazdı. Yeşil çimenlerin üzerinde uzanan ceset ilkbahara inat bir sonbahar yaprağı gibiydi.

Aslan terbiyecisi Otto hemen öne atılarak cambaza dokundu. Dokunduğu gibi iğrenerek kalktı ayağa.

“Kupkuru, sepsert olmuş. Sanki tüm kanı çekilmiş.”

Otların arasından bir dal bulup aldı eline ve cambazın bedenini dürterek ona ne olduğunu anlamaya çalıştı. Boynunda bir ısırık ve kafasının arkasında bir ezik izi vardı. Arkasına döndü iş arkadaşlarına baktı. Sadece Aziz’in tiksinmeden buruşan yüzünü ve dehşetten dona kalan pazarcı kadını gördü. Sirk direktörü Carl kaybolmuştu.

“Bir şey önce onu öldürmüş sonra da sanki tüm kanını akıtmış.”

“Ona şüphe yok. Baksana buruş buruş kalmış derisi… Öğğğhk!”

Aziz kusmamak için ağzını kapattı.

“Aslan yapmış olamaz. Gelirken gördüm kafesindeydi. Zaten buralarda da hiç kan izi yok. Sanki kanı akıtılmamış da buharlaşmış.”

Yanlarındaki pazarcı kadın ağlamaya başladı. Aziz hemen kadının yanına gidip onu sakinleştirmeye çalıştı. O sırada otların arasından bir gölge belirdi geldi. Palyaço daha tam doğmamış güneşten korunmak için elini suratına siper etmiş, gözleri kısık yanlarına geldi.

“Ne bu tantana sabah sabah?”

Otto kafasını çevirdi. “Bir şey Federr’i öldürmüş, otların arasına atmış.”

Palyaço cesedi görmek için yaklaştı.

“Ne yazık.”

O sırada havada yankılanan bir düdük sesi. Ardından postalların önce çakıl zemini sonra yeşil otları ezme sesi duyuldu. Tepesi dikenli kaskları, ardından siyah-lacivert ceketlerinde parlayan apoletleri göründü. Bir polis mangası, yanlarında da Carl. Hemen cesedin etrafını çevirdiler. Kısa bir durumu anlama çabasının ardından cesedi ve olay yerinde bulunan pazarcı kadını peşlerinde Carl ile karakola götürdüler.

Sorgulamadan bir şey çıkmadı. Polisler gece bir yaban domuzu veya bir hayvanın Federr’i öldürdüğünü ve sabah olana kadar da kanının akıp toprak tarafından emildiğine kanaat getirdiler.

 

11 Aralık 1907

Kış gelince kumpanya gösterilere ara vermiş, sirk çadırı toplanmıştı. Carl her bir çalışanına Münih’ten ayrılmamalarını, mevsim dönünce gösterilere tekrar başlayacaklarını tembihlemişti. Sirkin olmaması demek düzenli gelirin olmaması demekti. Kumpanya şehrin dört bir yanına dağıldı. Herkes geçici işlerin peşine düştü. Aziz, Otto ile şehrin güneyine bir kilisenin restorasyonunda görev almaya gittiler.

Uzun boyu sayesinde Aziz sıva işlerinde, Otto ise sabrından ötürü taş oymacılığına verildi. Her sabah beraber karlı yoldan kiliseye gidiyor, akşam olunca terli üstleriyle kaldıkları hana geri dönüyorlardı. Aziz sirkteki rahatını özlüyor ara sıra hayıflanıyordu.

“Onca alkış, rahat yatak, temiz çarşaflar… Şimdiki hâlimize bak.”

Diyerek ellerini Otto’ya gösterdi. Tırnakları kir dolmuş, derisi soğuktan çatlamış akan kanı kurumuştu. Otto ağzından buharlar çıkarak.

“Hokkabazlık da ekmek için tuğla dizmek de. Benim için farkı yok.”

Küçük bir duraksama ve birkaç adımdan sonra ekledi.

“Hem kilisede olmak bana huzur veriyor. Sanki kötü ruhlar oraya giremezmiş gibi hissediyorum. Sirkte ise soytarısı mı dersin, şarlatanı mı dersin gırla. Sen gelmeden önce kumpanyadaki insanlar ya şehir değiştirdi ya da öldü. Keşke Federr değil de o palyaço ölseydi.”

Aziz sessiz kaldı. Palyaço herkesi tersleyen gösteri dışında etrafta görünmeyen bir tipti. Sırf insanlarla tartıştı diye ölmesini istemek… ona tuhaf geldi. Hem bu dilek Allah’ın işine karışmak gibi geldi.

 

5 Ocak 1907

Gece hava diğer günlere göre daha soğuktu. Dışarda rüzgârla beraber yağan karın keskin soğuğu hanın tahta pencerelerinden ıslık çalarak giriyordu. Soğuk odada dönüp Otto’nun yatağına girdi ve onu titreterek uyandırdı. Yatağında doğruldu. Pencereden gelen rüzgâr sesine doğru kafasını çevirdi. Yerinden kalktı, çıplak ayaklarıyla tahta zeminde yürüyüp pencereye yaklaştı. Cam içerdeki nefes verişlerden buğulanmıştı. Elinin tersiyle sildi.

Dışarda yığılmış karlar arasında bir silüet uzaktan ona bakıyordu. Siyah gölgenin kafası olacak yerde kırmızı bir yakut gibi parlayan iki nokta… hayır göz. Otto hemen gözlerini ovuşturdu. Daha iyi görebilmek için cama iyice yaklaştı. Cam nefesinden tekrar buğu oldu. Hızlıca tekrar sildi. Ama artık orada kimse yoktu.

Bu geceden sonra Otto’nun gözüne uyku nadiren girdi. İş sırasında dalıp gidiyor, sıklıkla İncil’den ezberlediği birkaç duayı mırıldanıyordu. Kış onun üstüne çöken bir kâbus olmuştu.

 

7 Ağustos 1908-03.30

Kışın bitmesiyle kumpanya tekrar toplanmış. Sirk gösterileri tekrar başlamıştı. Geceleri, kamp alanından kahkahalar, trampet sesleri ve hayret nidaları yükseliyordu. Günün gösterisi başlamadan saatler önce Aziz su içmek için erzak sandıklarına çadırın arka kısmına gitti. Kulaklarına bir hırıltı çalındı. Boğuk ve hayvanî… Dikkat kesildi. Sesler çadırın arkasındaki atıl alandan geliyordu. Hemen çadır kumaşının altından ve yığılı erzak sandıklarının arasından geçerek sesin kaynağını bulmaya çalıştı.

Biraz geride Otto’nun bedeni yatıyordu. Gözleri açık, ağzı aralık… Vücudu belli belirsiz sarsılıyordu. Boynunda biri onu ısırıyor etini parçalayıp kanını emiyordu. Sırtı dönük olduğu için suratını göremedi. Zihninde tek bir düşünce vardı.

“Otto’nun palyaçodan rahatsızlık hissetmesi haklıydı.”

Bu yamyam iblisin Federr’i de öldürdüğünü o an anladı. Aziz öfkesine kapılıp ona saldırmaya yeltendi. Adımıyla yerdeki kuru bir çalıya bastı. Ses hafifti ama gecenin içinde yankılandı.

Otto’nun cesedinin başındaki yaratık birden irkildi. Sesin bulmak istercesine arkasına döndü. Kimse yoktu. Aziz çoktan gölgelere karışmış çadırın içine girmişti. Yaratık başını eğdi, akan kandan bir yudum daha aldı. Sanki hiçbir şey olmamış gibi ziyafetine devam etti.

 

7 Ağustos 1908-14.00

Gösteri zamanı geldi, izleyiciler sirk çadırını doldurdu. Aziz, Carl’a sahneye en son çıkmak istediğini haber vermiş, sahne arkasındaki karanlıkta metal gürzünü elinde bir o yana bir bu yana çeviriyordu. Palyaçonun gösterisini bekledi.

Her zamanki gibi çadırın tepesine gerilen halatta Federr’in yerine alınan genç bir akrobat yürüdü. Ardından ateş yutup püskürten bir zenci gösterisini yaptı. Sıra palyaçoya geldi. Elinde her zamanki aynası sahneye çıktı. Ayna numarası ve abartılı mimiklerle insanları hem hayrete düşürüp hem güldürüyordu.

Aziz gürzüyle oynamayı bıraktı. Sapını sıkıca kavradı. Sert adımları altında titreyen sahnede hızla palyaçoya arkadan yaklaştı. Palyaço birini yaklaştığını anladı ama dönüp bakmaya fırsatı olmadı. Aziz’in tüm kasları gerildi, damarlarına sıcak kan nüfuz etti, iliklerine dolan hiddet metal gürzden taştı. Gürzü kaldırabildiği kadar kaldırıp palyaçonun kafasına hışımla indirdi.

Kafatasının kırılması ve içerden dışarı boşalan beyin parçaları ve kan. Aziz’in suratı ve sahne olabildiğine kızıla boyandı. Seyirciler boşlukta kalmış bunun gösterinin parçası olup olmadığını anlamaya çalışıyorlardı. Tüm sesler kesilmişti. Seyircilerin yanında ayakta duran Carl’ın gözleri fal taşı gibi açılmış sahneyi dolduran kana bakıyordu. Aziz küçük bir duraklamanın ardından elindeki gürzü sahne bırakıp hızla çadırdan ayrıldı, ardında kırmızı bir sessizlik bıraktı.

 

7 Ağustos 1908-21.00

Aziz saatlerdir yürüyordu. Gece çökmeye başlamıştı. Neredeyse şehirden çıkacak kadar arkasına bakmadan koşmuştu. Polisin her yerde onu aradığını düşündü. Ama yaptığından hiç pişman değildi.

“O iblis palyaçoyu keşke ilk fark ettiğimde öldürseydim. Belki Otto’yu kurtarabilirdim.”

Yolun sonundaki matbaanın etrafı bomboştu. Matbaanın duvarına yaslanarak oturdu. Başını öne eğdi gözlerini kapattı. Olanları düşünmeye başladı. O sırada gök gürledi. Önce birkaç damla ardından bardaktan boşalırcasına yağmur yağmaya başladı. Aziz sırılsıklam oldu. Ellerine baktı, kurumuş kan yavaş yavaş akıp temizlendi. Ayaklarının arasından bir kâğıt parçası süzülen suyla beraber geçti. Gözü tanıdık bir şeye takıldı. Hemen yakaladı eline aldı. Gazete kağıdının üstünde bir Osmanlı sancağı etrafında da bir kalabalık. Hemen okumaya başladı.

Günün Fotoğrafları

Harp ve Tıp okullarının öğrenci ve öğretmenlerinin İstanbul sokaklarındaki yürüyüşü.

Türkiye’de yeni bir çağ: Meşrutiyetin yeniden ilanı vesilesiyle yapılan halk gösterileri.

Meşrutiyet yeniden ilan edilmişti. Gözleri parladı. Ayağa kalktı, sevinçle yağmur bulutlarına haykırdı. Tek düşündüğü eve dönmekti. Elindeki ıslak gazete kağıdını katlayıp gömleğinin içine koydu. Hızlı adımlarla oradan uzaklaştı.

İstanbul’a… eve doğru.

 

13 Mayıs 1909

Aziz, İstanbul’daki dairesinde erkenden uyandı. Bab-ı Ali’de Ahmet Rıza Bey konuşma yapacaktı. Aynanın karşısına geçti, suratını inceledi. Sakalları uzamıştı. Hemen suratını sabunla köpürttü, usturasını çıkardı. Dikkatlice sakalını teninden sıyırdı attı. Sinekkaydı yanaklarının arasında yukarı kıvrılmış bıyıkları kaldı. Eğildi suratına su çarptı, sabunlu suratını temizledi. Doğruldu aynaya baktı. Gördüğü tek surat kendininki değildi.

Bir iki adım arkasında, küçük odanın diğer kenarında çizgili şapkası ve takımıyla Carl Dau duruyordu. Gözleri, içine bir yakut kakılmış gibi kıpkırmızı parlıyordu. Suratında sinsi bir gülümseme. O an Aziz’in kafasında bir kıvılcım çaktı.

Yanlış kişiyi öldürmüştü.

O iblis yaratık, palyaço değildi.

Kötülüğü fark etmiş ancak yanlış kişiyi cezalandırmıştı.

Saniyenin en küçük zerresinde bir kemiğin kırılması… Boyun kemiği.

Ardından kaslı bir bedenin yere yığılma sesi duyuldu.

Egemen Pilavcı

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *